Mûsâ Efendi Hazretlerini yakından tanıyanlar, onun, Sâmi Efendi Hazretlerine olan hayranlığını, engin muhabbetini, teslimiyetini ve tazimini daima gıpta ile seyretmiş ve hissetmişlerdir. O, Üstâzı vefat ettikten sonra bile âdetâ hep onunla yaşamıştır. Hâdimlerinden birinin ifadesiyle “Mûsâ Efendi, müridliğiyle de mürid olmak isteyenlere iyi bir mürşit olmuştur”. İrşad makamında bulunurken bile, sanki Sâmi Efendi Hazretleri adına, onun manevî dostlarına hizmet eder gibiydi. Üstazına bakışı ve ona olan hürmet, hizmet ve sevgisi, basiretli bir müminin bir Hak dostuna ve bir Peygamber varisine karşı nasıl olması gerekiyorsa öyleydi. Buyururlardı ki:
“25 sene huzûr-i âlîlerinde bulundum, bir defa en ufak bir abes şeyi Cenâb-ı Hak göstermedi. Demek, yok ki görmedik. Elhamdülillah her işi sünnet-i seniyyeye muvâfıktı. Veli vardır, ibâdet ehlidir, devamlı ibâdet eder; fakat diğer hususlarda pek o kadar zirveye varamaz. Bazısı edep ehli olur, bazısı nezâket ehli, bazısı da muamelât ehli… Fakat Üstazımız hepsini câmiydi. Yani o, her şeyde zirvede idi, ama her şeyde…”[1]
Sultânu’l-Ârifîn Mahmud Sâmi Hazretleri, kulluktaki hassasiyeti, muamelesinin güzelliği, manevî derinliği, edep ve nezâketiyle, fıtraten güzellik hayranı Mûsâ Efendiyi kendine hayran bırakmıştı. O, bu hayranlığını şöyle ifade ederdi:
“Evvelce bu teslimiyet mevzuu zihnimi işgal eder ve bu nasıl olabilir, diye düşünürdüm. Allah Teâlâ Hazretlerinin, mürşidimle karşılaştırdığı vakte kadar. Muhterem Üstâz Hazretlerinin o güzel hâli ve muamelâtındaki inceliği ve istikâmeti, fakiri öyle cezbetti ki, irade ve mecâlim kalmadı. Hak -celle ve alâ- Hazretlerinin inâyeti ile teslimiyet hâli husul buldu, tahakkuk etti”[2].
Öyle bir sevgi ve cezbe ki, sevenin gözünde her türlü fani güzelliği âdetâ sıfırlayan bir sevgi. Kendilerine uzun yıllar hizmet etme bahtiyarlığına erişmiş hâdimlerinden birisi olan Abdullah Sert Bey anlatıyor:
“Üstâzımız, bir hastalığı sebebiyle 1984 yılında Aksaray Vatan Hastanesinde bulunuyordu. Bizler de kardeşi Abidin Topbaş Bey’le yanlarında refakatçi olarak kalıyorduk. Bir ara, Üstâzın da memnun olacağını düşünerek, o günkü bir gazetede yayınlanan İstanbul’la ilgili bir şiiri kendisine okumak için izin istedik. İstanbul’u çok sevdiğini biliyorduk. Okunmasına rıza gösterdiler. Şiir okundu, baktık ki Üstâzın gözleri nemlendi. Zannettik ki, takılı serumlardan biri çıktı ve Üstâza acı veriyor. Bir müddet sessizlik oldu. Az sonra yanıbaşındaki kutudan bir mendil alarak nemlenen gözlerini sildi ve o meltem gibi tatlı sesiyle konuşmaya başladı:
“Fakir, gençliğimde İstanbul’u çok severdim. Uzun uzun boğazı seyreder, bundan büyük zevk alırdım. Tarihî mekânların, yeşilliklerin, lâle, gül ve çiçeklerle müzeyyen bahçelerin tadına doyamazdım. Fakat ne zaman ki Üstazım Sâmi Efendi Hazretlerini tanıdım, tüm fânî güzellikler gözümden silindi. Her şeyimle onun güzelliğine hayranlığım arttıkça artmış, âdetâ iradem elimden alınmıştı. Evvelce “Gassal elinde meyyit gibi teslim olmalı” sözünü anlamazdım. Bunun mümkün olamayacağını düşünürdüm. Fakat büyükler teslim alınca, bunun olabileceğine inandım”.
Mürşide teslimiyet, seyr u sülûkte son derece ehemmiyetli görülmüştür. Ancak teslim olunacak mürşidin kâmil ve ehil olması şarttır. Muhterem Üstâz, teslim olunabilecek mürşidle ilgili şu tespitlerde bulunurlar:
“Teslim olunacak mürşidde bir çok ilâhî meziyet ve sıfatlar bulunmalıdır ki, onun tasarrufu sâyesinde (Cenâb-ı Hakk’ın izniyle) sâlik tefeyyüz edebilsin. Bilhassa Kur’ân-ı Kerim’in emirlerine riâyet etmeyen kimselerden aslandan kaçar gibi kaçmalıdır. Bu ulvî yola girmek arzusunda olanın sabırlı olması, acele etmemesi, iyice taharri etmesi lâzımdır. Kendisinin ihlâs üzere, niyetinde samimî olması da zaruridir. Kur’ân hükümlerinden bîhaber olan kimselerde en ufak bir mânevî derece tasavvur olunamaz. Allah muhafaza etsin bir insan itikadının kuvvetlenmesini isterken, bu sefer ondan da mahrum oluverir”[3].
Kulluğunda samimî, Kur’ân ahkâmına ve sünnete en güzel şekilde tabi olan, hâl sahibi bir mürşide intisap edince artık tam teslim olmalıdır. Mûsâ Efendiye göre tasavvufî eğitimde teslimiyet olmadan terakkî mümkün değildir. Kendileri bu konu üzerinde hassasiyetle dururlar ve buyururlardı ki:
“Mürşidine teslim olan (Hakikatte Cenâb-ı Hakk’adır) bir sâlik kısa bir zamanda terakkî eder, yüksek derecelere yükselir. Teslim olamayanın, ibâdeti daha fazla olsa dahi tereddüdü, şüphesi olduğu için, gönül âleminden bir nasip alamaz, alsa dahi noksan olur. En büyük düşman olan, nefsin enâniyeti (benlik) ancak mürşide teslimiyetle, bertaraf olur. Nice benlik sahipleri, mürşidlerine teslimiyetleri nispetinde Cenâb-ı Hakk’ın izni ile, iç âlemleri tasfiye ve tezkiye olmuş, rahata ve huzura kavuşmuşlardır. Nice ibâdetleri çok olan sâlikler vardır ki, teslimiyetsizlikleri ve o yaptıklarına güvenmeleri dolayısıyla mânevîyattan lâyıkı vechile nasip alamamışlar, işi lâf gürültüsüne boğup, kalıp ve şekil âleminde kalmışlardır. Bu noksanlıkları dolayısıyla da bir arpa boyu yol alamamışlardır.
Teslimiyet noksanlığından bir çok verimsiz üzücü hâller tecelli eder. Her şeyde tereddüdü, vesvesesi artar. Teslimiyet tam bir huzur ve rahatlık verir. Teslimiyeti olmayanların her işlerinde kararsızlık görülür. Bilhassa zamanımızdaki sâlikler, birinci kademeyi, yani Hak yolunda kendilerinden geçemedikleri için, değil hakikati görmek, bir kısmı hizmet hususunda ne yapılması icap ederse onun aksini yapıyorlar ve hizmet ettikleri şahsı çok üzüyorlar. Sebebi ise anlayışsızlıkları, teslimiyetsizlikleri.
Teslimiyet, mevhibe-i ilâhî ise de kula düşen teslimiyetin ehemmiyetini idrak edip teslimiyet yolunda gayret sarfetmektir. Kalp, ancak teslimiyetin tam olmasıyla huzura kavuşur. Teslimiyet gönüldeki keder ve sıkıntıyı izâle eder, ruh sevdiği ile berâber olur. Kulun mâneviyattaki derecesi, teslimiyet ölçüsündedir. Teslimiyet ehli daima Rabbiyle berâberdir”[4].
Yeğenleri Ahmed Topbaş Bey, Mûsâ Efendinin Sâmi Efendi Hazretlerine hemen her konudaki teslimiyetini şöyle anlatırlar:
“Manevi yola girdikten sonra Mûsâ Efendi Hazretlerinin bir başka özelliği, hep Mahmud Sâmi Hazretlerinden bahsetmesiydi. Fakir, Sâmi Efendi Hazretlerinin yakınında çok fazla bulunamadım. Biz manevî yola girdikten bir kaç sene sonra, Sâmi Efendi Medine’ye hicret etmişti. Mûsâ Efendiye dünyevî veya uhrevî ya da fıkhî ne sorsak, bize hep «Sâmi Efendi bu hususta şöyle demişti» veya «böyle yapmıştı» diye cevaplardı. Ticari bir konu olsa aynı şeyi yapardı; «İşte Sâmi Efendi bu hususta falanlara şöyle demişti» derdi meselâ. Daimâ kendisini aradan çıkarırdı. Şöyle yapın, böyle yapın, demezdi hiç bir zaman. Sâmi Efendiyi “Üstâzımız” diye anardı. «Bu hususta Üstâzımız şöyle yapmıştır, şu konuda şöyle demiştir, Üstâzımız sofrada şunu isterdi, alış verişte böyle yapardı, hediyeleşmede şöyle davranırdı, manevî derslere şöyle ehemmiyet verirdi, gece şöyle yapın, gündüz böyle yapın» diyerek hep kendini aradan çıkarırdı. Ben fazla yakınında bulunmamama rağmen merhum Mûsâ Topbaş Efendiden öğrendiklerimizle, Sâmi Efendiyi iyi bildiğimi zannediyorum. Hulâsa Mûsâ Efendi, mürşidinde fani olmuş bir insandı”.
Teslîmiyet tahakkuk etmeden, mürşidin bereket dolu nazarlarına ve dualarına erişmenin zor olacağını ifade ederlerdi. Sevenlerinden İlhan Armutçuoğlu Bey anlatıyor:
“Mûsâ Efendi Üstazımız, mânevî kardeşlerini ziyaret etmek ve onlarla sohbet etmek maksadıyla Muğla’yı teşrif etmişlerdi. Bir ara baş başa kalma fırsatı oldu. Fakire buyurdular ki:
“−İlhan Efendi! İlk intisap ettiğim yıllarda bu mânevî yoldan pek bir şey anlamadım. Ne zaman ki Üstâzımın bir teveccühüne mazhar oldum, o zaman âlem değişti.”
İlhan Bey devamla diyor ki:
Üstazımızın bu söylediklerinden heyecanlandım ve bir fırsat yakaladığımı düşünerek:
“−Efendim, sizin mazhar olduğunuz teveccühe, bu fakir evlâdınız da erişir mi acaba?! diye niyaz ettim. Bir müddet sükûttan sonra, -yanımızda kimse olmadığı halde- kulağıma doğru eğilerek yavaş bir sesle:
“−Ama İlhan Efendi teslimiyet gerekli” buyurdular.
***
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Üstâzına karşı son derece saygılıydı. O derece de ki yıllarca edebinden soru bile soramamıştı. Allah dostlarında, Hakk’ın celâlinin bir tecellisi olarak bir heybet hâli zuhur eder. Özellikle sevenleri bu hâli sürekli hissederler. Böyle olunca da laubâli davranamazlar. Kendileri Sâmi Efendi Hazretleri ile ilgili şöyle bir hatıralarını naklederler:
“İntisabımın ilk günlerinde, Üstâz Hazretlerine sık sık sualler sormak suretiyle bazı noksanlıklarımı öğrenmek ve bu suretle telâfi etmek niyetinde idim. Fakirin bu hâlini beğenmeyen Muhterem Efendimizin kaşları çatıldı. Sîmâ-i âlilerinde büyük bir neşesizlik zuhur etti. Böyle manâsız suallerin bir sâlik için yersiz olduğunu imâ ettiler. Hatamı anladım. Bundan sonra böyle sualler sormaktan ise edebi muhafaza etmenin lüzumunu anladım. Cenâbı Hakk’ın lütfu olarak huzurlarında uzun seneler kaldı isem de en zaruri sözler hariç, bu müddet zarfında kendilerinden bir sual sormak cür’etini bulamadım. Takriben 20-22 sene geçmişti. Bir gün cesarete gelip;
«–Efendim, hayli zamandan beri huzurunuzda bulunmaktayım. Buna rağmen herhangi bir şey sormaya cesaret edemedim. Hâlbuki bir çok kimseler sizinle hayli görüşmeler yapıyorlar. Ve fazlası ile istifâde ediyorlar. Acaba fakirin hâli ne hâldedir?» dedim.
Cevaben buyurdular ki:
«Teslim ehli için sorgu ve suâle lüzum yoktur. Bu, Abdülkadir Geylâni Hazretlerinin sözlerindendir»[5].
Mûsâ Efendi Hazretleri bu hakikatten yola çıkarak Süleymân Dârânî -kuddise sirruh-’un şu sözlerini sık sık naklederlerdi: “Mârifetullah, sözden çok sükûta daha yakındır”[6]. Büyüklerin bu ve benzeri ifadelerinden anlaşıldığına göre, tasavvufta mürid ile mürşid arasında iyi bir muhabbet ve teslimiyet köprüsü kurulmuşsa, söze hâcet kalmadan kalpten kalbe anlaşma hâli tecelli eder. Nitekim “Ârif olana bir işâret kâfidir” buyrulmuştur. Eşrefoğlu Rumi Hazretlerinin şu sözleri de aynı inceliğe işaret eder:
“Dil dudak deprenmeden sözü işiten gelsin”
İşte Mûsâ Efendi ile Sâmi Efendi Hazretleri arasında zamanla böyle gönülden gönüle güçlü hissiyatlar gelip gitmiştir. Sâmi Efendi Hazretleri, en mahrem sırlarını, aile yakınlarından önce Mûsâ Efendiye açmıştır. Şu hatıra onlardan biridir:
“1976 yılının son baharı idi. Muhterem Üztaz Hazretlerinin Erenköy’deki devlethanelerine giderek ziyâret etmek hem de zamanın gönlümüzde yer eden keder ve sıkıntıları, onun ilâhî nazar ve sohbetleri sâyesinde izâle ederek huzura kavuşmak arzusunu duymuştum.
Güler bir yüz ile huzurlarına kabul buyurmuşlardı. Hiç ziyaretçi yoktu. Münferid olarak bazı nasihatlerini müteâkip, kapalı olan odanın kapısına bakarak -kapıya bakmak mahrem işâreti idi -“Medine-i Münevvere’ye hicret göründü, bir daha dönmemek şartıyla. Yalnız aramızda kalsın, kimse duymasın” buyurdular”[7].
Ehlullahın bir çoğu, dünyada iken kendilerini doğru anlayabilecek bir insan hasretiyle âhiret âlemine göçüp gitmişlerdir. Mûsâ Efendi gibi firâseti keskin, anlayışı tam, sâdık bir müride sahip olmak, elbette Sâmi Efendi Hazretleri için de ne büyük bir nasip olmuştur.
***
Mûsâ Efendinin sevgisi, gönlüne hapsolmuş bir sevgi değildi. Onun semeresi, özellikle Üstâzına ve onun manevî evlatlarına olan hizmet ve fedakarlıkla ortaya çıkıyor, âdetâ dal budak salıyordu. Muhabbet, fedakarlık gerektirirdi. Onu tanıyan herkesin kabul edeceği gerçek şudur ki, onun, Sâmi Efendi Hazretlerine olan hizmetleri dillere destan olacak keyfiyette cereyan etmiştir. Onun bu yönünü hizmetkârlarından ve yakınlarından öğreniyoruz.
Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi anlatıyor:
“Gençlik yıllarımda muhterem pederimle birlikte zaman zaman Sâmi Efendi Hazretlerini sohbetlere ya da ziyaretlere götürürdük. Gitmeden önce güzel bir hazırlık yapılırdı. Araba iç ve dış olarak güzelce temizlenir, Sâmi Efendinin oturacağı arka koltuğa bembeyaz bir örtü serilir ve güzel kokularla nezih, zarafetli bir ortam oluşturulurdu. Randevu saatinden en az 10-15 dakika önce Erenköy’deki devlethaneye varılmış olurdu. Fakat tam kapının önüne durulmaz, bir arka sokakta randevu saati beklenirdi. Tam vakit yaklaşınca da kapı önüne yaklaşılırdı. Sâmi Efendi Hazretleri de vakit hususunda çok titiz olduklarından verilen saatte kapıda görülürler ve gidilecek yere huzurla gidilirdi”.
Muhterem Üstâz, Sâmi Efendi Hazretlerinin her türlü hizmetine kendini adamış gibiydi. Yeğenleri Ahmed Topbaş Bey anlatıyor:
“Mûsâ amcam, Sâmi Efendi Hazretlerine intisap ettiği yıllarda vaktinin büyük bir bölümünü Sâmi Efendiye ayırırdı. İkindi vaktine kadar diğer işleriyle uğraşır, ondan sonra arabasına atlar Sâmi Efendinin yanına giderdi. Amcam, Sâmi Efendiye intisap ettikten sonra halinde çok değişiklikler oldu. Sâmi Efendi az yemenin lüzumu üzerinde çok dururdu. O da manevi yola girince yemeğini oldukça azaltmıştı. Fabrikada yemek yemezdi âdeta. Galeta vb. şeylerle öğünleri geçiştirirdi. Mideyi çok doldurmamaya gayret ederdi. Hızla kilo vermeye başlayınca “amcamız niye böyle değişti” diye de merak ederdik.
Babam Muammer Topbaş Bey, bir gün Sâmi Efendiyi evimize davet etmişti. Kendilerini ilk defa görecektim. Mûsâ amcam da hizmetlerinde bulunuyordu. Hatta evimize Sâmi Efendiyi o getirmişti. Sâmi Efendi Hazretlerinin abdest tazeleyebileceklerini düşünerek, hanımlardan önce davranıp tuvaleti, banyoyu bizzat bir güzel temizlemiş, takunyaları hazırlamıştı. Bu bizim çok hayretimize gitmişti. Daha önce hiç görmediğimiz bir durumdu. “Amcam ne yapıyor böyle?” diye hayrete düşmüştük. Çünkü bu tür işleri genelde hanımlar yapardı. Tabi sonra sonra anladık hizmet mefhumunu”.
Hâdimlerinden İbrahim Çelik Bey anlatıyorlar:
“Medine’de bulunduğumuz günlerde, özellikle Çarşamba günleri hem Sâmi Efendi Hazretlerinin devlethanesine, hem de Kâdirî meşâyıhından olan Ziyâeddin Efendiye sebze-meyve götürülürdü. Bazen pederimiz Mûsâ Efendi müsait oldukları zaman «Bugün beraber gidelim» buyururlardı. Beraber hale gideriz, sandıklarla sebzeleri beğeniriz. “Efendim, ben halledeyim” derim; fakirin bu istirhamını da kabul etmezler ve «Bir naylon torba verin» buyururlardı. Kendileri sandığın içinden meselâ domateslerin eziklerini torbaya koyarlardı. Güzelce meyve ve sebzenin eziklerini ayırır, torbaya doldurur, «Bunlar bizim fakirhaneye, sandıklar devlethâneye» buyururlardı. Devlethaneye her şeyin en güzeli gidecek. Meselâ bayramlarda, kandillerde veya Türkiye’den Medine-i Münevvere’ye dönüşlerimizde, valizler halinde, devlethanede torunlara, damatlara kadar hepsinin hediyeleri en güzel paketler halinde yapılır, en seçme hediyelerden her sene gönderilirdi.
Sâmi Efendi -kuddise sirruh-, Bursa’da bulundukları zaman Mûsâ Efendi Hazretleri, hizmeti başkalarına bırakmayı pek istemezdi; ama bıraktıkları zaman da bizzat başında bulunurlardı. Sâmi Efendi Hazretlerinin yattığı odadan, abdest alacağı mekana kadar her şey bizzat kendi kontrolünden geçerdi. Meselâ Arafat’ta, Mina’da Sâmi Efendi Hazretleri küçük bölmesinde bulunurlarken, kendileri de bizzat o bölmenin kapısından hiç ayrılmazlardı”[8].
1972’de bir hac yolculuğunda yanlarında bulunmuş bir yakınının ifadesine göre Mûsâ Efendi, Muhterem Üstâzları için Kâbe yakınında hususi iki katlı bir ev kiralamışlardı. 43 günlük hac süresince, Muhterem Üstâzlarının başı ucuna her gün ayrı ve temiz bir giyecek bohçası koyarak hizmet etmişlerdi. Önceki günlerin giyilenlerini, ya sevenlerine dağıtmışlar ya da kendilerine alıkoymuşlardı.
***
Mûsâ Efendi, Üstâzına hizmette üzerine titrerdi. Kimsenin farkedemeyeceği ihtiyaçlarını hisseder ve hemen yerine getirirlerdi. Hâdimlerinden Abdullah Sert Bey anlatıyor:
“Muhterem Üstâzımız Mûsâ Efendi, bir Medine ziyaretlerinde Sâmi Efendi Hazretlerinin gözünde katarak oluştuğunu hissederler. Bu büyük Allah dostu, hiç kimseye halinden şikâyetçi olmadığından en yakınları bile bu durumun farkında olamamışlardır. Mûsâ Efendi Türkiye’ye dönünce tanıdığı mütehassıs bir doktoru tüm masraflarını karşılayarak Medine’ye göndermiş ve ameliyat başarıyla gerçekleşmiştir.
Mûsâ Efendi Hazretleri, tam bir muhabbet ve teslimiyet ehli olduğu için, Sâmi Efendi Hazretlerine âdeta hiç bir şey istetmemişlerdir de diyebiliriz. Zaman zaman kendileri Sâmi Efendi hakkında “Muhterem Üstâzımız, soğukta sıcak bir şey, ya da sıcakta soğuk bir şey istemezlerdi. Kendilerine ne ikram edilirse onu kabul ederlerdi” buyururlardı. Esasen bu tespit, Sâmi Efendi Hazretleri için bir faziletin ifadesi ise de, ihtiyacı firâsetiyle hemen sezerek yerine getiren Mûsâ Efendi için de ayrı bir fazilettir”.
Mahmud Sâmi -kuddise sirruh- Hazretlerinin yanında en çok bulunanlardan biri olmasına rağmen, üzerinde, ülfetin verebileceği rahatlık ve gevşeklik görülmezdi. Hizmeti süresince edep ve tazimini hiç kaybetmedi. Zira kime hizmet ettiğinin farkındaydı. Anadolu seyahatlerinin birinde yanlarında bulunan Mehmet Çelik Bey anlatıyor:
“Mahmud Sâmi Efendi Üstazımızla birlikte çıkılan bir Anadolu seyahatine Mûsâ Efendimiz, fakiri de davet ettiler. Kendilerine hizmette yardımcı olacaktık. Bizim için büyük bir bahtiyarlıktı. Yolumuz Karaman’a uğradı. Büyük bir bahçede sohbet programı icra edilmişti. Sohbetten sonra bazı kimseler, Sâmi Efendi Üstazımızdan ders talebinde bulunmuşlardı. Mûsâ Efendimiz de bize «Mehmed Efendi! Şu ağacın altına bir yer hazırlayın da Üstazımızı orada görüştürelim. Yalnız hazır olunca bir göreyim» buyurdular. Biz de kendimizce güzel bir yer hazırladık. Daha sonra Mûsâ Üstazımıza hazır olduğunu ifade ederek, gelip görmesini arzu ettik. Kendileri bizim hazırladığımız yere teşrif edince yüzlerinde bir hoşnutsuzluk belirdi. Bize karşı celallendiler ve “Mehmed Efendi! Buraya kimin teşrif edeceğinin farkında mısınız? Peygamber vârisi olan bir zâtın ders görüşeceği yer böyle mi hazırlanır?” diyerek, bizi hizmete alıştırma adına tedip ettiler. Daha sonra kendileri, toprağın sertliği hissedilmeyecek şekilde yere bir sergi serdiler. Sonra üzerine beyaz bir örtü örttüler. Sâmi Efendinin oturacağı yeri de hafifçe yükselterek önlerine yine beyaz örtülü bir sehpa koydular. Hazırlık bitince de gidip Sâmi Efendi Hazretlerini davet ederek isteklilerle buluşmalarını sağladılar. O zaman anladık ki, büyüklere hizmet için büyük bir edep, tazim ve firâset zaruridir”.
Mûsâ Efendide Üstâzına karşı öyle bir muhabbet ve tazim oluşmuştu ki, anlatıldığına göre bir defasında üzerinde Arapça “Sâmi” yazılan bir market poşetinin çöpe atıldığını görünce, buna gönlü razı olmamış ve “Bir Allah dostunun isminin yazılı olduğu bir şey çöpe atılmaz” buyurarak, onu oradan alıp temizlemişler ve düzgün bir şekilde muhafaza etmişlerdir.
***
Muhterem Üstâzına sadece zahiri hizmetlerde değil, manevî hizmetlerde de büyük bir yardımcıydı. Özellikle Sâmi Efendi Hazretlerinin Medine hicretinden sonra, Anadolu’daki manevî hizmetlerin hemen hepsini üstazı adına hep o îfa ederdi. Hatta Sâmi Efendi -kuddise sirruh-, Mûsâ Efendinin kendisinden bir çok mes’uliyeti üzerine aldığını ifade ederek, memnuniyetini izhar eder ve “Mûsâ Bey’i gören bizi görmüş olur” buyurarak sevenlerini kendisine yönlendirirlerdi.
Bu kadar ilgi ve iltifatla birlikte, hiç şüphesiz hizmetin imtihanları ile mübtelâ kılındığı dönemler de olmuştur. Ancak o, hepsini büyük bir olgunlukla karşılamasını bilmiş ve sabır ve nezâketle tüm mânileri Allâh’ın yardım ve inayetiyle aşmıştır.
Muhterem Üstâzın hizmetleri, Sâmi Efendi Hazretlerinin Refik-i A’lâ’ya vuslatına kadar devam etmiştir. Vefat ettiği gün, muhtelif sebeplerle kendilerinin yanında bulunamamışlardı. O günleri İbrahim Çelik Bey şöyle anlatırlar:
“Sâmi Efendi Hazretlerinin son günlerinde, Mûsâ Efendimizle birlikte Mekke-i Mükerreme’de bulunuyorduk. Sâmi Efendi -kuddise sirruh-’un hastalığının ağırlaştığı haberi bizlere bildirilince, Mûsâ Efendi Üstâdımız, bir an önce gitmek istediler. “Ben gidiyorum bilahare siz de vâlidenizi alır gelirsiniz” buyurarak, birkaç yakın dostu ile birlikte, Medine-i Münevvere’ye gittiler. Merhum Üstâz Hazretlerine o günlerde aile yakınları hizmet ettiği için başka pek kimse yanlarına girme imkânı bulamıyordu. Ondan dolayı üstazımız “Menakıblarda, bütün hâceganın son demlerinde kendilerine hep ihvanı hizmet etmiştir; fakat biz onu yapamadık ondan dolayı çok eziğim” buyururlardı. Çeşitli sebeplerle hizmet etme fırsatı bulamamışlardı”[9].
Muhterem Üstâz, hizmetten yorulmayan bir insandı. Hatta buyururlardı ki, “Üstazımıza hizmet edemediğim zamanlarda, ona hizmet edenlerin hizmetine talip olurdum”. Zira onun anlayışına göre Allah yolunda olan kardeşlere hizmet, Üstâza hizmetle aynı derecede bir ehemmiyeti haizdi. Yine bir defasında kendilerine arabaları ile hizmet etmek isteyen kardeşlere “Siz kardeşlerimize hizmet edin. Fakire herkes hizmet eder” buyurmuşlardı.
Son anlarında dillerinden dökülen cümlelerde bile hizmet arzusu vardı. Onun şu hasreti, hizmete verdiği değeri göstermesi bakımından önemlidir:
“Rabbim biraz daha sıhhat ve ömür verse de, Anadolumuzun köylerine kadar gidip kardeşlerimize hizmet edebilsem”[10].
Onun Üstâzına ve manevî kardeşlerine hizmeti, elbette bu sayılanlardan ibaret değildir. Burada naklettiklerimiz, ehl-i irfân olan okuyucularımıza sadece bir işârettir. Yoksa 25 yıllık hizmet hayatını üç beş satırla ifade etmek, elbette hakşinaslık olmayacaktır.
[1]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 58, 66.
[2]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 84.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 84-85.
[4]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 42-43, 84.
[5]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 166.
[6]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 165.
[7]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 95.
[8]. İbrahim Çelik Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 10, Temmuz 2000.
[9]. İbrahim Çelik Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 10, Temmuz 2000.
[10]. Abdullah Sert, “Secdeyi Çok Özledim”, Altınoluk Dergisi, sayı: 257, sh. 15, Temmuz 2007.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-