İstikrarlı bir hayatın vazgeçilmez esası, ifrat ve tefrite düşmeden itidal üzere bir yol izlemektir. Başarının en mühim âmillerinden biri olan sebatkârlık da, ancak itidal ehli kimselerde görülebilen faziletlerden biridir. İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- aşırı uçların insanı değildi. O, her şeyde itidalli olmayı esas kabul etmişti. Sevenlerini de hep itidalli olmaya yönlendirmişti. Onun bu esası da hiç şüphesiz nübüvvet kaynaklıydı. Buyururlardı ki:
“İtidalli olanlar, sebatkâr olur aynı zamanda. Ufak bir şeyden böyle bırakıp gitmez. Sebat eder. Seyr ü sülûkte de bu böyle. İtidalli hareket edenler, muhakkak hayatının sonuna kadar vazifesini îfâ ederler. Bazıları çok heyecanlı olur, fakat arkası sabun köpüğü gibi gelmeyiverir”[1].
İbâdet hayatında ve evrâd u ezkârda orta yolu tavsiye ederler, luzumsuz titizliklerin aşırı yorgunluklara ve neticede bıkkınlığa sebebiyet vereceğini şöyle ifade ederlerdi:
“Bilerek yapılan az ibâdet, gaflette yapılan çoktan hayırlıdır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz çoktan ziyâde, daima ölçülü, itidalli hareketleri emrettikleri için ibâdette de aynı düsturu talim buyurmuşlardır. Bazen çok ibâdet yapana, bu ibâdet takatsizlik verir de ikrah hâline düşebilir. Bu sefer azmi, şevki azalır, azı da yapamaz hale gelir. Teenni ile yapılan her işte hayır beklenir, acele yapılan işlerin de çok zaman sonu gelmez.
Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, rahmet-i ilâhîsi mucibince kullarına ağır mükellefiyetler yüklememiş, yalnız kullarının acizliklerini idrak ederek, kendisine adâb üzere, engin bir gönül kırıklığı çerçevesinde ibâdet ve itaat etmelerini istemiştir.
Elhamdülillah yüce dinimizde, hiç bir zorluk yoktur. Yemede, içmede ve diğer dünyevî hususlarda orta halde bulunmamız icap ettiği gibi, ibâdet hususunda da itidalli hareket etmek gerekmektedir. İfrattan, tefritten kaçınmalıyız.
Herkesin bünyesi ve aşk-ı ilâhî seviyesi bir değildir. Yeni doğan çocuğa yalnız anne sütü verilir, zamanla çoğaltılır. Vakti gelince diğer yemeklerden yedirilir.
İbadette zorlamamalı. Her bünye fazla ibâdete mütehammil değildir. Meselâ her hangi bir kimse geceleri on iki rekat veyahut daha fazla teheccüd namazı kılıyor diye, bizim de aynı şeyi yapmamız icap etmez. Evvela iki rekattan başlarız, şevkimiz arttıkça çoğaltırız. Duhâ namazı iki, dört veya altı rekat kılınabilir, fakir 4 rekat kılıyorum. Yine evvâbin namazı iki de kılınmış, altı da… Biz Mahmud Sâmî Efendimizin kıldığı üzere iki rekat kılmaya devam ediyoruz”[2].
Muhterem Üstâz, ne zaman itidalden bahsedecek olsa Selmân-ı Fârisî ile Ebu’d-Derdâ–radıyallahu anhumâ- arasında geçen şu hâdiseyi anlatırlardı:
“Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem-, Selmân-ı Fârisî ile Ebu’d-Derdâ arasında kardeşlik te’sis buyurmuştu. Bir defasında Selman, kardeşi Ebu’d-Derdâ’yı ziyarete gitmiş ve fakat onu evde bulamamıştı. Zevcesi Ümmü’d-Derdâ’yı eski bir elbise içinde perişan gördü ve:
«−Bu ne haldir?» diye sordu. Ümmü’d-Derdâ:
«−Kardeşin Ebu’d-Derdâ’nın dünyada bir işi ve ilişiği yok ki» diye yakındı. Bu sırada Ebu’d-Derdâ da geldi. Selmân’ı selamladı ve onun için yemek yaptı, önüne getirdi. Selmân Ebu’d-Derdâ’ya:
«−Haydi sen de ye», dedi. Ebu’d-Derdâ:
«−Ben oruçluyum», demesi üzerine Selman:
«−Sen yemedikçe, ben de yemeyeceğim», dedi.
Ebu’d-Derdâ orucunu bozup misafiriyle yemeği yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ, gecenin evvelinde namaza kalkmak istedi. Selman “Uyu!” diye menetti. Ebu’d-Derdâ da uyudu. Sonra bir daha kalkmak istedi. Yine Selman “Uyu!” diye engel oldu. Gecenin son vakti olunca “Artık şimdi kalk!” dedi. Kalktılar, abdest aldılar, namaz kıldılar. Namazı müteakip Selman Ebu’d-Derdâ’ya:
«−Kardeşim, üzerinde muhakkak ki Rabbinin hakkı vardır. Kendi nefsinin de böylece hakkı vardır. Ailenin de bir hakkı vardır. Binâenaleyh her hak sahibine Hakk’ını vermelisin», dedi.
Sonra Ebu’d-Derdâ, Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem-’in huzuruna gelip başından geçenleri arzedince Rasülullah -aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm-:
“-Selman doğru söylemiştir”, buyurdular[3].
Mûsâ Efendi, sadece ibâdet hayatında değil, her konuda itidalli olmayı tavsiye ederdi. Yemede, içmede, giyimde, tevâzuda, nezâkette, infakta ve ticarî hayatta, hulâsa hayatın her alanında orta yolda hareket etmeyi, kendisi için bir hayat tarzı edinmişti. Bu alanlarla ilgili zaman zaman şöyle misaller de verirdi:
“Umumi yerlerde kendini fazla âciz göstermemek gerekiyor. Çünkü tevazudan her insan anlamaz. Yoksa zillet muâmelesine mâruz kalınır. Sırasına göre nezâket, sırasına göre celâdet, sırasına göre konuşmak, sırasına göre sükûtî olmak. Bunlar ayrı ayrı hususlar. Bazen nezâketin de, celâdetin de ölçüsü kaçıyor. Bunun için Cenâb-ı Hak hepimizi orta hal sahibi eylesin. Böyle olduğu zaman her şey nizama girer. Fuzûli yere öfkelenmez, fuzûli yere sevinmez. Bizler gayr-i ihtiyari, kul olmak bakımından, âcizliğimizden dolayı, ya çok seviniriz, ya çok kederleniriz. Hâlbuki bunlar dahi teslimiyet ehli için pek muvafık olmuyor. Çâre orta hâlli yaşayanlarla ülfet etmek… İş yine ona geliyor. Konuşması, yemesi, içmesi hatta sehaveti orta hâlli olacak.
Bazıları vardır, bir seferde elindekini verir, sonra pişman olur. Bir genç bilirim; ashab vermiş biz niye vermeyelim diye, veriyor. Bir iki hafta sonra aç kalınca, başlıyor herkese ta’n etmeye. «Ben verdim de onlar niye vermiyor?» diye müslümanlara düşman oluyor. Fahr-i Kâinat Efendimiz vermeyi dahi -Ebu Bekir Sıddık Efendimiz müstesna- hudutlandırıyordu.
Muhterem Üstazımız Sâmi Efendi Hazretleri yolculuklarında, meselâ Hicaz’a yolculuklarında, ne kadar para gerekecek, tahminen onu ayırır, cebine koyar, onu her gün fakirlere harcardı. Bir seferde vereyim de yarına Allah Kerim demezdi. Kul daima ölçülü hareket edecek. Sehavette de öyle, her şeyde de öyle.
İşte o bahsettiğim genç sonra hastalandı. Tımarhaneye gidecek hâle geldi. Bazıları birden bire çoşuyor ve ben yapayım diye varını yoğunu veriyor. Çoluğunu, çocuğunu unutuyor. Bu sefer çok sıkıntılara düşüyor. Fahr-i Kâinat Efendimiz katiyyen bunlara izin vermiyor.
İzmir’de bir ahbabımız çoluk-çocuğuna kızıyor, neyi varsa onlardan gizli hepsini hibe ediyor. 10-15 sene evvel. Sonra kardeşlerinin haberi oluyor. Deli diye, Allah muhafaza, onu hastaneye attırıyorlar. Sonra bazı ahbaplar uğraştılar, taksim ettiler. O şekilde işi hâllettiler. İtidal oldu mu, arada işler düzelir, her şey olur.
Ticarette de orta hâlli olmak gerekir. Bazı insan vardır, korkar korkar, tir tir titrer. İş yapamayacak hâle gelir. Muvâfık değil. «Korkak bezirgan, ne kâr eder, ne zarar» derler. Bazıları da vardır, her yere kendini atar. Tam zamanını denk getirirsem köşeyi dönerim der. Denk getiremezse mızıkır, gelir geçer. Ne öyle olunacak, ne de böyle. İnsan, yediği, içtiği, aldığı, sattığı ticareti ölçülü olursa, o zaman rahat eder. Korkaklığın da ölçüsü fazla kaçırılırsa o da tasvip edilmiyor”[4].
İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, itidalli ve vakur bir şekilde önde yürüyerek, yakınlarını ve sevenlerini yormadan, bıktırmadan zevk ve şevk içinde Hakk’a doğru götürmeye gayret eden bir mürşid-i kâmildi. Kur’an ve sünnet ışığında yürünen bir hayat yolculuğu, ne güzel bir yolculuktur.
[1]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 148.
[2]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 112; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 98-99; Zâhide Topçu, “Merhum Mûsâ Topbaş Efendi”, Şebnem Dergisi, sayı: 4, sh. 112, Nisan-Mayıs-Haziran 2003.
[3]. Bkz. Buhârî, Savm, 52; Edeb, 86.
[4]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 141-146.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-