Köklü bir tarihî mirasa sahip olmak, milletimiz için büyük bir sermayedir. Tarihine sahip çıkmayan nesillerin, devletlerini devam ettirme şansları da zamanla koybolacaktır. Zira tarih şuuru olmadan millet şuuru yeşermez. İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, hayatı, sohbetleri ve yazılarıyla yeni yetişen nesle tarihimizi ve ecdâdımızı sevdirme gayreti içinde olmuştur.
Tarihimizle sadece övünmek değil, esasen ona layık olmak gerektiğini hatırlatırlar ve şöyle buyururlardı:
“Tarihimize göz attığımızda, ecdadımızın ne şerefli bir hayat sürdüklerine, bin bir gaile içinde ne büyük fedakârlıklara katlandıklarına şâhid olmaktayız. Şerefli ecdadımızla iftihar etmekle kalmayıp, onların izinde yürümemiz icâb etmez mi? Gerek Selçuklu, gerek Osmanlı devletlerinin başında bulunan hakanlar, beylikleri temsil eden beyler, geceyi, gündüze katarak ne kadar çalışmışlar, milletlerinin refahı ve mutluluğu için ne kadar didinmişler.
Hem şahsî keselerinden, hem devlet bütçesinden, külliyetli rakamlar tutan servetleri ile tersaneler, silahhaneler, yetimhaneler, hastaneler, camiler, kurslar, misafirhaneler, okullar, sebiller yaptırmışlardır. Bunları yaptırmakla kalmayıp, vakıf yolu ile ebedileştirmek istemişlerdir. Ellerindeki servetleri yerli yerinde kullanmışlar, faidesiz, meş’ûm yerlere kullanmamışlardır. Onların bu fedakârlıklarını gören, zamanın vezirleri, paşaları ve ileri gelenleri de aynı faziletli yolu takip etmişlerdir”[1].
Ecdâdımızın mirası olan tarihî eserlere hususî bir sevgileri vardı. Onlara gerektiği gibi sahip çıkılamadığı için üzülürlerdi. Hatta son derece edebî olan bir yazısında “Üçüncü Ahmed Çeşmesi”nin dilinden tarihi eserler adına bir feryadı şöyle dile getirmişlerdi:
Üçüncü Ahmed Han Çeşmesinin Feryadı…
Ben takriben 3 asır önce Üçüncü Ahmed Han devrinde, Türk mimarisinin ve ince san’atının en fazla tekâmül ettiği devrinde büyük bir ihtimam ile Topkapı Sarayı’nın dış kapısı girişinde ve Ayasofya Camii’nin denize bakan yanındaki arsa üzerinde, zamanın selahiyetli mimarları tarafından inşa ve san’atkârları tarafından tezyin edildim. Namım bütün dünyaya yayıldı. Tarihî eserlere resmim konuldu.
Memleketimizde, daha benden başka bir çok sanatkarâne yapılmış çeşmeler olmasına rağmen, ben bunların içinde, güzelliği ile şöhret bulmuş, taze bir gelin gibi idim. Hayranlarım sayısızdı. Dünyanın her yerinden gelen seyyahlar, beni muhakkak ziyaret ve temaşa edip, güzelliğimin meftûnu olurlardı. Seyircilerim gün be gün artmakta idi.
Bu sebeple her devrin padişah ve idarecileri bana ilgi gösterdiler. Sık sık tamir edilmek suretiyle, onların sayesinde, zarâfetimi ve teravetimi muhafaza ederdim.
Ne oldu! Ben de sebebini anlayamadım. Altmış yetmiş senedir bana karşı gösterilen itinâ ve itibar birden bire sona erdi.
Sanki ben iffetini ve haysiyetini kaybeden günahkar bir kadın gibi kenara itildim.
Bunun sırrını bir türlü çözemiyorum. Şimdi halen, memleketimizde benim gibi bir eser meydana getirilemeyeceğine göre, hiç olmaz ise insaf edip, ecdad yâdigârı olan, benimle alakadar olunsa ne iyi olur.
Hergün biraz daha yıpranmada, solmada ve dökülmedeyim. Yaşamak, ömrümü devam ettirmek istiyorum. Allah aşkına ne olur beni kurtarın.
Bu mevzu ile alakalı olan dernekler mernekler nerede?
Bence, bir çok tarihî, mîmârî ve sanat kıymeti olmayan, sonradan yapılma, iki üç metre cepheli acaib inşaatlar, tarihi eser diye muhafaza edildiği halde, niçin benimle alakadar olunmuyor?
Yoksa, Osmanlılar devrine ait nadide bir Türk san’atı olmam ve bir de Ayasofya yanında bulunmam bir suç mu teşkil ediyor?
Bunun sırrını bir türlü çözemiyorum. Ne Kültür Bakanlığından, ne Müzeler Müdürlüğünden, ne Yüksek Anıtlar Kurulundan, ne de diğer derneklerden, en ufak bir ses seda çıkmıyor.
Dinini, vatanını, milletini, ecdadını seven, sanat âşıkları olduklarını iddia edenler nerede? Hepsi de mi uykudalar? Uyanık olanları hiç mi yok?
Altı yedi milyonluk, koca İstanbul şehrinde, himayesine alacak, benimle alakadar olacak bir ilticagâh (sığınak) da mı yok?
Lütfen insafa gelin de benimle ilgilenin! Bu vurdum duymazlık, bu lakaydilik niye?
Ey Basın mensupları! Yazarlar, çizerler, hepinizin de mi kalemi kırıldı, dili tutuldu?
Ey Sanat severler! Tarihçiler, neredesiniz niçin susuyorsunuz. Ben şehrin göbeğinde bulunduğuma göre, benim bu hâlime âgâh olmalısınız?
Ben de mecburi olarak nakl-i mekan etmek istiyorum.
Lütfen göz yumunuz! Ben de, Avrupa ve yabancı memleket müzelerinde muhafaza edilen hemcinslerim gibi, oralara gitmek isterim.
Çünkü bu suretle yeniden hayat bulur, orada, daha uzun seneler sanat aşıklarının temaşasına vesile olurum.
Bu nasıl olur demeyiniz! Çünkü onlar, sessizce benim gibi bir çok köklü sanat eserlerini, parça parça götürmüşler, yeniden monte edip, teşhir etmeye muvaffak olmuşlardır[2].
***
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- tarihî camileri çok severlerdi. Hatta her Cuma bir başka selâtin camide namazlarını edâ ederler ve namaz çıkışı zaman zaman civarındaki ecdâd türbelerini de ziyaret ederlerdi. Mustafa Eriş Bey anlatıyor:
“Bir cumayı Sultan Ahmed Camiinde Üstadımızla birlikte kılmak nasip olmuştu. Namaz çıkışında Sultan I. Ahmed Hazretlerinin türbesine girildi. Kabrin başında durup fatihalar okundu. Ruhlar, ecdâdın iklimini teneffüs etti. Onların ruhaniyeti ile ve onlardaki Allah ve Rasûlullah aşkıyla, cihad ruhuyla gönüller doldu. Türbenin kapısından tekrar kabirlere doğru dönüp ecdâdın ruhlarını selâmlayarak büyük bir sevgi ve hürmet içerisinde çıkıldı. Etrafındaki sevenlerine de: “İmkân olsa da sık sık ziyaret edebilsek.” buyurdular. O güne kadar İstanbul’da yaşayıp da türbenin içine girmemiş evlâtlarına önemli bir ders vermiş oldular.
Muhterem Üstâz Hazretleri, Hac ya da Umre maksadıyla Haremeyn’e her gidişlerinde İstanbulumuzun aziz misâfiri, Peygamberimizin hizmetkârı Eyüp Sultan Hazretlerini ziyaret etmeden geçip gitmezlerdi. Mutlaka gül râyihaları içinde huzuruna, türbesinin başucuna varır, fatihalar okur ve öyle giderlerdi”[3].
Bursa’yı da tarihî mirasımız bakımından çok severlerdi. Bursa ziyaretinde mutlaka Murad Hüdavendigar, Emir Sultan, İsmâil Hakkı Bursevî ve Mehmed Muhyiddin Üftâde Hazretlerinin türbelerini ziyaret ederlerdi. Bursa ile ilgili Azerbeycan Milli Şairi Mehmed Aslan ile bir muhaveresi olmuştu ki, bu mülakatta Üstâzın söyledikleri, tarihimize nasıl sahip çıktığının en güzel işâretlerinden biridir. Mehmed Aslan Bey anlatıyor:
“Fikrime hâkim olup bana eziyet veren bir hususu söylemek istedim. O an, Üstâzın memnunluğuna zarar getirir diye, kendi kendime tereddüde düştüm. Fakat merakım üstün geldi:
«−Efendim» dedim. «Bursa sokaklarının hangisinde idi bilemiyorum, hayalleri karartan, insanın kanını donduracak kadar büyük bir levha gördüm; üzerinde: ´Bursa Avrupa Şehridir´ yazıyordu».
O vakit deniz dalgalandı sanki. Fakat öz tabiatına uygun temkinli bir şekilde duygularını dile getirdi:
“–İçimizden çıkıp, düşmanlarımızın değirmenine su dökenlerin emelleridir bu. Görmek istedikleri hayallerini gerçek gibi yazıyorlar. Bursa, İslâmî yaşayışını her zaman devam ettirecek, İnşâllâh!”[4]
Muhterem Üstaz Hazretleri, ecdâdımızın edep, ahlâk ve seciyesinin güzelliğini her fırsatta dile getirirdi. Hatta “Bizim Zamanlar” başlıklı bir makale kaleme almış ve orada Tarihçi İsmail Hâmi Danişmend Beyefendinin “Garb Menbalarına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlâkı” namındaki eserinden nakillerde bulunmuşlardı. “Bu eser, ecdadımızın manevî kıymetlerini ve insanlık haysiyetini anlatan önemli bir çalışmadır” tespitinde bulunarak, bu kitabın her Türk evlâdı tarafından mutlaka okuması gerektiğini ifade ederlerdi[5].
Ecdâdın sehâveti, misafirperverliği, tertip, düzen ve temizliği, ağırbaşlılığı, nezâketi, samimi ve mütevâzi oluşu gibi daha bir çok güzelliklerini, bu makalede uzun uzun nakletmişlerdi. Yeni neslin ecdâdını doğru tanıyamamasından dolayı üzülürler ve tanıtmak için ellerinden gelen gayreti gösterirlerdi. Bilhassa “İslâm Kahramanları” isimli eseri, yeni nesle kahraman ecdâdını tanıtmak için kaleme almışlardı.
İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bir taraftan ecdâdına layık bir torun, diğer taraftan da yeni nesle numûne-i imtisal bir ecdâd yâdigârı, bir çınar insan olarak şerefli bir hayat sürmüştür.
[1]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 168.
[2]. Altınoluk Dergisi, sayı: 53, sh. 33, Temmuz 1990.
[3]. Bkz. Mustafa Eriş “Cuma Hasreti”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 173, sh. 38, Temmuz 2000.
[4]. Mehmed Aslan, Bir Sultan Yaşardı Sultantepe’de, sh. 30.
[5]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 5.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-