Ehl-i tasavvuf, varlığın ortaya çıkışının temelini muhabbet-i ilâhiyeye bağlar. Varlık âlemindeki her şeyde bir sevgi istidâdı vardır. Canlı-cansız tüm varlığın devamı, işte bu sevgiyledir. İmanın temeli de sevgiye dayanır. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, mü’minlerin gönüllerine imanın sevdirildiğinden bahsedilir[1]. Yine îman edenlerde Allah sevgisinin çok şiddetli olması gerektiği hatırlatılır[2].
Âriflere göre sevgi, bir istidâdın habercisidir. Sevgiden nasibi olmayanı adam etmek zordur. Bu sebeple mürşidler, mecâzî de olsa tâliplerde hep sevgi ışığı arayagelmişlerdir. Zira onlara göre, Hak yolunda vuslata erenler, ancak aşk kanadı olanlardır.
Sevgi, sevenle sevilen arasında çok güçlü bir bağdır. Sevginin olmadığı yerde ülfet, neşe, şevk ve huzur olmaz. Böyle bir gönülde şefkat de yeşermez. Sevgi, doğru yönlendirilirse, gönül tortularını eriten ve kişiliği arıtan bir iksirdir. Büyük aşk kahramanı Mevlânâ der ki:
“Sevgi ile tortular durulur, arınır.
Sevgiden dertler şifâ bulur; sağlığa kavuşur.
Sevgiden ölü dirilir, sevgi yüzünden pâdişah kul olur.
Sevgiden hapishâne, zindân gül bahçesi olur.
Sevgi yüzünden karanlık evler aydınlanır, nûrlanır.
Sevgi olmayınca mum, demir gibi katılaşır.
Sevgiden kederler, üzüntüler neşe olur, sevinç olur”[3].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, kendilerine sevgi kâsesinden kana kana içirilmiş büyük Hak dostlarından biriydi. Gönlü sevgi doluydu. Dilinden sevgi dökülür, gözlerinden sevgi akardı. Hal diliyle, çocuk yaşlarında iken nazarına eriştiği Muhammed Es’ad Erbili Hazretleri gibi “Senin aşkınla mecnûnum ve lakin iştihârım yok” der gibiydi. Onun yıllar önce manevî bir evlâdına yazdığı bir mektubundaki şu ifadeler başka nasıl anlaşılabilirdi ki:
“Son derece âcizim, kusurlarla doluyum; yegane tesellim şudur ki, Allâh’ın sevgililerini canımdan, varlığımdan, herşeyden daha fazla seviyorum. Öyle bir sevgi ki, sevdiğimi de bilemez haldeyim ki, lisan ile yazı ile ifade edilemez”[4].
Hâdimlerinden Abdullah Sert Bey’in Mûsâ Efendi ile ilgili şu tespiti, ondaki sevginin hem kaynağını, hem de derinliğini ifade eder mahiyettedir:
“Rabbimizin farklı kullarında değişik isimler tecelli ediyor. Mûsâ Efendi ile ilgili elbette ki farklı tesbitler, farklı bakış açıları olabilir; ama benim okuduğum şu ki, Allahü zü’l-Celâl’in “Çok seven ve çok sevilen” anlamına gelen “el-Vedûd” ism-i şerifi, Mûsâ Efendide kâmil mânâda tecelli etmişti. Yani her tarafından Allâh’ın tüm mahlukatına sanki bir sevgi seli akardı. İlahi bir kaynaktan üzerine bir sevgi düşmüştü sanki. Yücelerden kendisine inen bir sevgi, ondan etrafa yayılırdı”[5].
Sevgi bir Hak vergisidir. Gönül, sevginin yönlendiği ufka göre ulvîleşebilir de, süflileşebilir de. Bu bakımdan Muhterem Üstâz sevgi istidâdının doğru yönlendirilmesi gerektiği üzerinde dururlar ve âdetâ sevginin sınırlarını çizerlerdi. Muhabbetin merkezine Allah sevgisini oturturlar, diğer sevgileri de ona bağlarlardı. Buyururlardı ki:
“Cenâbı Hakk’ın verdiği en büyük mevhibe-i ilâhiyye, sevmekdir. Sevgi denildiğinde ilk olarak Hâlik-ı zülcelal ve’l-kemâl Hazretleri hatıra gelir. Sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz hatırlanmalıdır. Ondan da sonra Cenâb-ı Hakk’ın has kulları diğer peygamberler, ashab ve evliyaullah hazeratı yer alır. Müminleri sevmek, hayvanâtı sevmek, sevmek… Sevmek böyle sıra ile birbirini takip ediyor.
Allah Teâlâ’yı seven, O’ndan başkasını sevemez, takati kalmaz. Diğer sevgiler de devam eder. Meselâ anasını, babasını, ailesini ve çocuğunu, malını mülkünü sever. Fakat bu sevgi Allah Teâlâ’nın sevgisinden neş’et eden, yerli yerinde ölçülü bir sevgidir. Böyle ölçülü muhabbetler makbuldür. Çünkü kulun hem cinsine sevgi göstermesi, insanlık icabıdır. İnsan anasını babasını sever, çünkü onun dünyaya gelmesine ve dinî bilgi sahibi olmasına onlar vesîle olmuşlardır. İffetli, yüce ahlâk sahibi, manevî akîde sahibi olan şerefli fazîlet sahibi ailesini sever. Bu sevgi de Allah için olursa makbuldür. Mala mülke gelince, onlar İslâmiyet ve insaniyetin yararına kullanılırsa o da memdûhdur. Sevgi tam kemâl bulunca, o zaman kul, yalnız Allâh’ın sevdiğini sever. Allâh’ın buğz ettiği müşrikleri, din düşmanlarını sevemez, hatta kendilerine buğzeder”[6].
Sevginin, kulluğu zevkli hale getireceğini ve hayatı huzurla dolduracağını da şöyle ifade ederlerdi:
“Hakk’ı gerçek sevenlere, hakikaten dünya cennet hâline gelir. Çünkü onların gönüllerini Allah sevgisi öyle ihata eder ki, abes hiçbir şey göremezler. Severler, severler, severler yine severler, sevgi sözünden başka her konu onları sıkar, sıkar, huzurlarını alır. Bu sevgi, şevk ve aşk hâline dönüştüğü zaman, sahibini sarhoş eder. Çünkü kendi aradan çıkmış, sevdiğiyle var olmuştur.
Sevgiye nail olan, Allah Teâlâ’ya karşı bütün vazîfelerini seve seve ve büyük bir rahatlıkla ve gönül huzuru içinde îfâ eder. Bazı âbidlerin gönüllerindeki sevgi noksanlığı dolayısıyla ibâdetlerinde tam bir zevk ve huzur hâli olmaz.
Mü’min, kader kendisine ne getirirse, onu hemen alır, ona razı olur. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın emirlerine uyar, yasaklarından sakınır ve bunu gönül hoşluğu ile ifâ eder. Çünkü Allah’tan gelen her şey onun için hoştur, sevgilidir. Hatta hastalıklar, fakir düşmeler, her türlü musibetler bile. Allah Teâlâ bir kula yakınlık nasip ettiği zaman, kula hiçbir şeyde en ufak abes ve çekişme duygusu gelmez. Onun için her iş, yerli yerindedir”[7].
Mûsâ Efendinin sevgisi, müseccel Allah düşmanları hariç herkesi ve hatta hayvanâtı ve nebâtatı da içine alacak şekilde her şeyi kuşatmıştı. Onun bu sevgi hâli, elinden, dilinden ve gözlerinden âdeta taşardı. Bir güle bakarken, bir çocuğu severken, bahçesindeki kedilere ve ağaçlara konan martılara bir şeyler ikram ederken, hep bu sevgi müşâhede edilirdi. Azerbeycan milli şairi Mehmed Aslan bir hatırasını şöyle anlatır:
“Bir gün Üstâzın gülzârında yine çekime gitmiştim. Köpekler iştahtan kesilmişti. Kediler neşesini yitirmişti. Hattâ, köşkün üstünde martılar her zamanki gibi inatçılıkla kağıldaşıp, çığırıp nedense yem talep etmiyorlardı. Talep etmek bir yana kalsın, kendileri de görünmüyordu.
Hizmetkâr Nûri Bey’den martıların nereye kaybolduklarını sordum. Nûri Bey, önce bir tutkunluk gösterdi. Her sözünü Yunus Emre’nin bir mısraı, bir beyti ile bezemeyi kendine şiar edinmiş bu adam, sadece kendi görüşünü dile getirdi:
−Bu martılar yaman hassastırlar, Hazret’in sefere çıktığını çok çabuk duyarlar. Derhal de küsüp uzaklaşırlar.
−Niye küstürürsünüz?
−Bilir misin abi, Üstâzın kendisi burada olduğunda onların yiyeceği vakti – vaktinde tedârik edilip ulaştırılır. Biz o dakikliği beceremiyoruz. Üstâz kendi kahvaltısını yapmadan önce onları düşünürdü”[8].
Yaratan aşkına yaratılanı sevmek ve ona şefkat göstermek. İşte gerçek kemâl hâli bu olsa gerek. Rahmân ve Rahîm olan Mevlâ’ya yakınlığın gönül âlemindeki tecellisi, herhalde şefkat ve merhamet duygularının coşması olmalıdır. Nitekim din, “Hâlıka tazim, mahlukâtına şefkatten ibarettir” diye de tarif edilmiştir. Üstâz Hazretlerinin engin muhabbeti, kendisini derya gönüllü büyük bir şefkat âbidesi hâline getirmişti. Onun şefkat kucağı, fakirler, yetimler, kimsesizler, hastalar, günahkar kullar ve hatta diğer canlılar için bir teselli sığınağı olmuştu. Bir müminde de aranan en güzel vasıflardan biri bu değil miydi? Nitekim buyururlardı ki:
“Rahman ismi, Cenâb-ı Hakk’ın yüce sıfatlarındandır. Merhamet, enbiyaullahın sıfatıdır. Merhamet, ashâb-ı kiramın sıfatıdır. Merhamet, kibâr-ı ehlullahın sıfatıdır. Merhamet, âriflerin, âşıkların sıfatıdır.
Merhametli insanı, Allah Teâlâ ve tekaddes Hazretleri sever. Merhametli insanı, Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz sever. Merhametli insanı, Allah dostları sever. Merhametli insanı, bütün insanlar sever. Merhametli insanı, bütün mahlûkât sever.
İnsanlar ancak merhametlerinin derecesine göre, Hâlık Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine yakındır. Kul dikkat edip tekâmül ettikçe, Cenâb-ı Hak bütün mahlûkata karşı bir şefkat ve muhabbet verir. Zaten bir insanın mahlûkata karşı şefkati yok mu, o insan çok zayıftır. Hem Hakk’ın kulu olsun, hem Hak yolunda olsun, hem de Cenâb-ı Hakk’ın kullarına merhamet etmesin, -hayvanata hatta asilere kadar- o, nâ-tamamdır”[9].
Mûsâ Efendi Hazretleri, fakirleri çok severdi. “Fakirleri Sevmeliyiz” başlıklı bir yazılarında bu sevginin, Allah katındaki kıymetine ve muhataba nasıl bir nezaketle gösterilmesi gerektiğine dair davranış inceliklerini anlatmışlardı. Onlarla beraber oturmak, dertlerini dinlemek, ihtiyaçlarını giderivermek, onun severek yaptığı amellerdendi. Onların ihtiyaçlarını görürken gösterdiği nezâket ise her türlü takdirin üzerindeydi. Bu büyük hayrı, yalnız kendisi işlemekle kalmaz, etrafında imkânı olanları da fakirleri sevmeye ve onlara hizmete teşvik ederdi. Hatta buyururlardı ki:
“Fakirleri sevemiyor isek, Cenâb-ı Hakk’a yalvaralım da, o ulvî sevme duygusunu bize nasip etsin. Hatta zamanımızdaki bir çok âbidler bile kalplerinde merhamet duygusu noksan olduğu için fakirleri sevemiyorlar. Hâlbuki mütevekkil, tefviz ehli fakirlerin, Allah katındaki kıymet ve değerlerini bilebilsek, ayaklarına kapanır, öpmek isteriz. Ve abdest sularını teberrük olarak içer de, bâtınımızdaki dertlerimize şifa buluruz. Bize düşen vazife ise, onları sevmek, onlarla geçimli olmak ve onların duasını almakdır.
Fakirlerin gönüllerini almak (Cenâb-ı Hakk’ın taksimine rıza göstermeyen, itikatsızlar hariç) onları incitmemek, daima onlara karşı alçak gönülle, güler yüzle muamele etmek, onları sevmek ve sevindirmek, Allâh’ın rızasını kazanmak bakımından en büyük ibâdetlerdendir.
Ya Rabbi! Fakirleri kendin sevdiğin ve Habib-i Edibine sevdirdiğin gibi, bizlere de sevdir. Onların yüzü suyu hürmetine, İslâm âlemine ve memleketimize huzur ver. Arazî ve semâvî belâlardan, dahilî ve haricî düşmanların şerrinden milletimizi muhafaza et! Âmin”[10].
Yetimin gözyaşını dindirmek, ona sahip çıkmak, Mûsâ Efendinin çok büyük önem verdiği içtimai bir hizmetti. Kendileri her yıl, hayır hesabından yetimler için bir fon ayırır ve bir yakını vasıtasıyla üç-beş yetimin her türlü ihtiyacını karşılarlardı. Sevenlerine ve yakınlarına yetimlerle ilgilenmeleri tavsiyesinde bulunarak buyururlardı ki:
“Yetimlerin gönülleri kırık, duyguları hüzünlüdür. Ana-baba şefkatinden mahrum kaldıkları için, kendilerini talihsiz, bedbaht hissederler, üzüntüleri sonsuzdur. Bunu telâfi etmek için, zamanımızdaki Allâh’ını seven varlıklı kişilerin, bunlardan birini, üçünü, beşini himayelerine alıp, hatta daha geniş çapta bütçeleri, imkânları müsait olanlar yetimhâne yaptırabilirlerse, ne kadar isabetli hareket etmiş olurlar. Hatta aralarında dernek kurup büyük çapta binalar yaptırıp, yüzlerce, binlerce yetimi hem oralarda barındırırlar, yedirirler, giydirirler hem de okuturlar. Yeter ki bu müesseselerin hizmetkârları, şefkatli, diyânetli, yüksek ahlâklı, seciye sahibi insanlardan seçilmiş olsun. Çünkü bu yavruların her şeyden önce şefkatli, hüsn-i ahlâk sahibi rehberlere ihtiyaçları vardır. Çünkü boyunları bükük, öksüzdürler, yetimdirler.
Yetimleri korumak, onların bütün ihtiyaçlarını gidermek, tahsillerini en verimli şekilde yaptırmak, dinlerini, diyânetlerini öğretmek, terbiyeleri ile ciddi bir şekilde meşgul olmak, kalplerine Allah, Peygamber, vatan sevgisini aşılamak, hatta evlenme çağları gelince onları yuva sahibi yapmak, günümüzdeki devletin ve zenginlerin vazifesidir”[11].
Bosna-Hersek’teki savaş sonrasında yetim kalan yavruların ülkemize getirilmesi söz konusu olmuştu da hemen yakınlarını bu iş için harekete geçirmişlerdi. Ancak ne yazık ki bürokratik engeller sebebiyle bu hayırlı girişimler neticelenememişti. O yavruların batı ülkelerine götürüldüğü haberleri kendilerine ulaşınca yüreği buna dayanamamış ve ellerini dergâh-ı izzete açarak şöyle yalvarmışlardı:
“Ey Ulular Ulusu, Yüceler Yücesi sınırsız kuvvet ve kudret sahibi olan Allahım! Yangının büyüklük ve dehşetini idrâk ediyoruz. İçimiz kan ağlıyor, elimiz kolumuz bağlı, elimizden bir şey gelmiyor. Şaşkınlık içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz. Ancak bu sıkıntılarımızı ref’ etmeye, kaldırmaya kâdir yegâne ilticâgâhımız ve Rabbimiz sen olduğun için, gönlümüzün pası, yüzümüzün karasına bakmayıp kirli ellerimizi dergah-ı ulûhiyyetine açıyor, sığınıyoruz. İmdad ya Rab! İmdad ey kâinâtın yaratıcısı, diye münacaat ediyoruz”[12].
Kimsesiz yaşlılar da bu Allah dostunun şefkat dolu yüreğinde yer bulmuştu. Bir gün sevenlerinden birisi, Eyüp Sultan civarında terkedilmiş bir yaşlının çöpten yiyecek aradığını kendilerine nakletmişti. Bunları dinlerken gözleri nemlenen Muhterem Üstâz, “Biz, bu müslüman kardeşlerimizi -evlatları bakmıyorsa-, evlerimize almalıyız. Buna imkânımız yoksa, böyleleri için müesseseler açmalıyız” buyurmuş ve Hüdayi Huzur Yurdu’nun açılmasını temin etmişlerdi.
Fıtratı, âdeta mâye-i merhametle yoğrulmuştu. Fakir-fukarânın hasta olanları için açılmasına vesîle olduğu Hüdâyî kliniğinde, tâkatleri yerinde olup da fiilen hizmet edemediklerine teessüf eder, iştiyakla:
“−Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bi’l-fiil hizmet ederdim.” buyururdu[13]. Hatta bir defasında kliniğin danışma masasına oturup hasta müracaat kaydı almışlardı. Muhterem Üstazın bu gayretini gören varlıklı aile hanımları da uzun müddet klinikte hizmet etmeyi kendilerine bir şeref bilmişlerdi.
Kimsenin hatırına dahi gelmeyen, şefkate muhtaç insanları görür ve ihtiyaçlarını karşılamak için harekete geçerlerdi. Meselâ soğuk bir gecede, Medine sokaklarında yatan kimsesizlerin titreyişlerini yüreğinde hissederek, bol miktarda battaniye aldırıp o zavallılara dağıtmak onun gibi kaç insanın hatırına gelirdi ki? Yine haksız yere mahkum edildiğine muttali olduğu bir müslümanın, aile halkının durumunu tâ Medine’den telefonla araştırıp, ihtiyaçlarını karşılamak, kaç kişinin düşünebileceği bir merhamet tezâhürüydü? İşte Mûsâ Efendi şefkatte de böyle müstesnâ bir insandı.
Onun merhamet ve şefkat kanadı, sadece insanlara değil hayvanlara ve bitkilere kadar uzanırdı. O, hayvanların bile gönül âlemlerini dikkate alırdı. Buyururdu ki:
“Hayvanlara karşı dahi merhametli, geçimli, güler yüzlü bulunmamız icap eder. Onlar da Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkudur, hepsi de insanların hâdimidirler. Onların yem ve yiyeceklerini ihmal etmeyip, sularını da vaktinde verip, elimizden geldiği kadar sıcaktan ve soğuktan muhafaza etmeliyiz.
Hayvanların ve bütün mahlûkatın dahi gönülleri vardır; iyi muameleden, sevgiden hoşlanırlar, kötü hareketlerden gücenirler. Bir ahbabımızın papağanı var. Gelen misafirler, o kuşcağıza güler yüz ve tatlılıkla “ah bu ne güzel şey”, gibi iltifatlı sözler söylerlerse, ona çok memnun olur, neşelenir (cicim benim, cicim benim) diye konuşmaya başlar. Eğer ziyaretçiler asık suratla konuşur, sert kaba hareketlerde bulunurlar ise o kadar öfkelenir ki gak gak diyerek kafesten çıkıp onları gagalamak ister ve onlar oradan ayrılıncaya kadar bu öfke devam eder”[14].
Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi, onun hayvanlara ve nebatâta şefkatini şu ifadelerle anlatıyor:
“Köşkünün bahçesine girişi ve çıkışında etrafını saran kediler dahî, onun merhamet ve şefkatine sığınırlardı. O da, onlara şefkatle eğilir, hastalarına baytar getirir ve yaralarını sardırırdı. Bahçesinde uçuşan kuşların yem tahsîsi vardı. Çiçeklere ve güllere bakışı da, onlarda ayrı bir tebessüm ve başkalık meydana getirirdi. Sanki hepsi, ruhâniyet-i Rasulullâh’ın tecelliyatıyla bir neş’e cümbüşüne bürünürdü”[15].
Merhamet ne büyük bir ikrâm-ı ilâhîdir ki, onun olduğu yerde, sevgi, sehâvet ve hizmet duyguları da yeşeriverir. Nitekim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un mahdûmu olan Ebûbekir Topbaş Bey, muhterem pederinin şahsiyetini şu dört esasta hulâsâ eder:
“Babam her yönüyle mükemmel bir insandı. Onun güzellikleri saymakla bitmez; ancak onu kendimce şu dört vasıfla anlatabilirim:
– Merhametliydi
– Cömertti
– Hassastı ve
– Son derece dakikti.”
Muhterem Üstaz, bahçesinde bulunan hayvânâtla âdeta hususi bir muhabbet köprüsü kurmuştu. Onların hepsine isimler verirdi. Gelinleri Süreyyâ Hanımefendi anlatıyor:
“Babamız Mûsâ Efendi, bahçemizde bulunan hayvanları, hem severler, hem de yakından ilgilenirlerdi. Kedileri -latife olarak-, istidatlarıyla mütenâsip vasıflarla anarlar ve onlara “asiller”, “soylular” ve “soysuzlar” diye isimler verirdi. Kendi kısmetine râzı olan, başkalarına saldırmayan, yedikten sonra tüylerini yalayıp temizleyerek şükreden kedileri “asiller”; başkalarının yavrusunu emzirenleri “soylular”; kendi yavrusunu bile emzirmeyen, kavgacı ve başkalarının rızkına göz dikenleri ise “soysuzlar” diye adlandırırdı. Köpeklerden sadakati en ileri olanına da “Kıtmir” adını vermişti. Kendi elleri ile onlara ikram ederlerdi”[16].
***
Sevgi ve şefkatte engin bir derya olan Üstâz Hazretleri, sevenlerinin de bu güzel hâllerle muttasıf olmalarını arzu ederler ve bu arzularını da şöyle dile getirirlerdi:
“Mürşidler, sâliklerin, merhamet, sehâvet, güzel ahlâk sahibi ve mütevazi olanlarını severler ve onlar ile ferahlanırlar. Ancak mütekebbir, cimri, duygusuz, kasvetli, kötü ruhlu insanları sevmezler. Çünkü bu güruhta merhamet duygusu bulunmaz”[17].
Yıllarca kendisine hizmette bulunma şerefine nâil olmuş âilenin vekilharcı Mustafa Temel Bey anlatıyor:
“Mûsâ Efendi Hazretleri her hususta çok dikkatliydi. İnsanları değerlendirirken muayyen ölçüleri vardı. Muhabbeti herşeyin önünde tutardı. Hatta birgün birisi hakkında “Efendim çok muhabbetli bir kardeş” diye bahsetmiştim de “Yok, gayretli” buyurdular. Onun bu ifadesinden sonra “muhabbet” ve “gayret”in ayrı vasıflar olduğunu anladım. Elbette gayret ehlini de severlerdi; fakat muhabbet ehline bakışları bir başkaydı”.
Muhterem Üstaz Hazretleri, içinde bulunduğu sevgi ve şefkat duygusunun daimî olması ve hatta daha da artması için Yüce Mevlâ’ya şöyle yalvarırlardı:
Ya Rab! Bizi sevgi nimetinden mahrûm eyleme! Her şey, senin sevginle yeşerir, canlanır, kuvvet bulur. Ya Rab! Sevdiklerini sevdir. Başta Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerini sevdirdiğin gibi, sevilmeğe lâyık olan her dostunu sevdir. Sırasıyla bütün ehl-i beytin, ashab-ı kiram hazarâtının, hülâsa İslâmiyet’i seven ve ona hizmet edenlerin bilâ istisna, hepsinin ayaklarının tozu eyle!
Ya Rab! Senin sayende, Seni seviyoruz,
Yine Senin sayende, sevdiklerini seviyoruz.
Yine Senin sayende, Seni sevenleri seviyoruz.
Yine Senin sayende Seni sevenleri sevenleri seviyoruz.
Ya Rab! Bizleri sevdiklerin ile hemdem eyle, onlardan ayırma! Onların yanı cennet, uzağı ise cehennemdir. Bizleri onlardan ayırma ki, onların nûrundan doya doya içelim. Bizleri sevgi yolundan ayırma! Sev, sevdir, sevdiklerini de bizlere sevdir. Elhamdülillah, tek ümidimiz sevdiklerini seviyor, yerdiklerini yeriyoruz. Ya Hayyu ya Kayyûm!”[18]
[1]. Bkz. Hucurât Sûresi, 7.
[2]. Bkz. Bakara Sûresi, 165.
[3]. Bkz. Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî, Mesnevî (Ter. Şefik Can), II, 380-381, beyit no: 1530-136.
[4]. “Mektuplarından”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 162, sh. 5, Ağustos 1999.
[5]. Abdullah Sert, “el Vedûd İsminin Mazharı Bir Allah Dostu”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 245, sh. 13-14, Temmuz 2006.
[6]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 18-19, 65; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 106.
[7]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 164, 189; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 19.
[8]. Mehmed Aslan, Bir Sultan Yaşardı Sultantepe’de, sh. 42.
[9]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 141-142; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 65.
[10]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 123, 127, 129.
[11]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 165-166.
[12]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 130.
[13]. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 9, Ağustos 1999.
[14]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 134-135.
[15]. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 8, Ağustos 1999.
[16]. Bkz. Altınoluk Dergisi YUVAMIZ Eki,, sayı: 173, sh. 5, Temmuz 2000.
[17]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 141.
[18]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 189-190.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-