Sâhibü’l-Vefâ Hâce Mûsâ Topbaş -rahmetullâhi aleyh- [1917 – 1999]
Muhterem pederimiz Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Osmanlı Cihan Devleti’nin son dönemlerine rastlayan 1917 (h. 1333) senesinde Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Muhterem pederleri, Ahmed Hamdi Topbaş Efendi; vâlideleri ise Âdile Hanımefendi’dir. Ahmed Hamdi Efendi’nin dedesi Ahmed Kudsî Efendi (v. 1887), hem büyük muhaddislerden âlim bir zât, hem de Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin halîfesi Muhammed Kudsî Bozkırî’den hilâfet almış bir Hak dostudur.
Topbaşzâde Ahmed Hamdi Efendi -rahmetullâhi aleyh-, ümmetin meseleleriyle ilgilenen, takvâ sahibi ve fedâkâr bir gönül insanıdır. Mûsâ Efendi’nin doğumundan altı ay kadar sonra İstanbul’a hicret eder.
Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve gençliği, İstanbul’un Erenköy semtinde geçer. İlk, orta ve iki yıllık lise tahsili, Cumhuriyet’in ilk yıllarına rastlar. Dîne ve tarihe karşı redd-i mîras edilen bir dönemde, yanlış fikirlerle gönlü kirlenmesin diye muhterem pederleri onu ticarete istikâmetlendirir. İlimle iştigâl etmeyi çok arzulayan Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, maddî ve mânevî tahsilini, devrin önde gelen âlimlerinden husûsî dersler alarak ikmâl eder. Son dönemin en güçlü müfessiri olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, yine zamanın meşhur muhaddislerinden Babanzâde Ahmed Naîm Efendi, edebiyatçı ve Mesnevîhan Tâhiru’l-Mevlevî gibi pek çok muhterem zâtın rahle-i tedrîsinde bulunur. Ömer Nasûhi Bilmen, Bekir Hâki Efendi, Mustafa Âsım Yörük ve Hacı Cemal Öğüt gibi kıymetli âlimlerin ilim meclislerine devam eder. Tasavvufa ilgi duymaya başladıktan sonra, Sarıyerli Nûri Efendi, Abdülhay Efendi, Seyyid Şefik Arvasî, Ali Haydar Efendi, Süleyman Hilmi Tunahan ve Said Nursî gibi dönemin önde gelen mâneviyat ricâline sık sık ziyaretlerde bulunur, bir kısmının da hizmetlerini görüp duâlarını alır.
Fakat Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük tesir icrâ eden âlim ve ârif zât, hiç şüphesiz ki Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’dir. Bu büyük zâtı tanıdıktan sonra Mûsâ Efendi’nin önünde sonsuz mânevî ufuklar açılmıştır. Artık bambaşka biri olmuş, rûhunda o zamana kadar hissetmediği mânevî hâller ve ihtilâçlar zuhûr etmiş, içine bir ateş düşmüştür.
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, Üstâd’ına öyle bir muhabbetle bağlanmıştı ki târifi mümkün değildir. Onun şu ifâdeleri, bu muhabbetin şâhitlerinden biridir:
“Sâmi Efendi Hazretleri’ne intisâbımdan sonra dünyaya bakışım ve görüşüm değişti. Eski sevdiklerimi sevemez hâle geldim. Her gün beraber yiyip içtiğim arkadaşlar vardı; bir anda silindi. Ne onlar fakiri aradı, ne de ben onları aradım…
Muhterem Üstâdım Mahmud Sâmi -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin huzûr-i âlîlerine girdiğimizde, tasavvufa dâir hiçbir mâlûmâtım yoktu. Bize evrâd verecekler, yapacağız, o kadar zannediyordum. Mânevî değişiklik gibi şeylerden haberimiz yoktu… Ancak o zaman anladım ki kalbe kuvvetli bir aşk aşısı vuruyorlar. Sâlik, hakîkaten zeki ve anlayışlı ise onun kıymetini biliyor, o hâlini muhâfaza ediyor. Biraz noksanlığı olan ise, istifâde etse bile nâkıs kalıyor.”[1]
Mûsâ Efendi Hazretleri’ni yakından tanıyanlar, onun, Sâmi Efendi Hazretleri’ne olan hayranlığını, engin muhabbetini, teslîmiyetini, tâzîmini ve hizmetini dâimâ gıptayla seyretmişlerdir. O, Üstâdının vefâtından sonra bile âdeta onunla yaşamıştır.
1956 yılında başlayan bu mânevî yolculuk, 1976 yılında irşâd icâzeti ile taçlanmış ve Üstâdının 12 Şubat 1984’te Hakk’a yürümesinden sonra, yine onun işaret ve arzusu istikâmetinde bir mürşid-i kâmil olarak, Hak yolcularının mânevî terbiye hizmetini îfâ etmişlerdir.
İcâzetnâme
Sultânü’l-Ârifîn Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’nin, Mûsâ Efendi Hazretleri’ne takdim ettiği irşad vesîkası:
“Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm
El-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn, ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Emmâ ba‘d:
İhvân-ı kirâm ve ehl-i yakîne arz edebilirim ki, Tarîkat-i Aliyye-i Nakşibendiyye’ye hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz evlâd-ı mâneviyyemiz Mûsâ Efendi’yi tebrik eder ve tâlib-i rüşd ü reşâd olan ibâd-ı sâlihîne tâlîm-i tarîkat ve ilkā-i nisbet-i feyz ü bereket için, Azîzim Efendim’den hâiz olduğum ruhsat îcâbınca, zâtınızı me’zûn eylerim. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, kalbinizi menba-ı îman ve lisânınızı mecrâ-yı irfân eylesin! Zât-ı âlînizle sohbet eden ihvân-ı dîni, şeref-i sohbetinizden müstefîd buyursun! Âmîn!
Ve sallâllâhu alâ seyyidinâ ve hâdînâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Ve âhiru da‘vânâ eni’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
Erenler Köyü
Hicrî Tarih: 12 Ramazan 1396 (7 Eylül 1976)
Nakşibendî ve Kâdirî Meşâyıhından
Şeyh Mahmud Sâmi Ramazanoğlu
Rûmî Tarih: 1392”
İmzâ
İcâzetnâmeyi şöyle sâdeleştirebiliriz:
“Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla! Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur. Salât ve selâm, Efendimiz Hazret-i Muhammed’e, O’nun bütün ehl-i beytine ve ashâbına olsun!
Bundan sonra:
Kıymetli kardeşlerimize ve yakîn ehline şu hususu açıkça bildirmek isterim ki;
Yüce Nakşibendiyye yoluna hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz mânevî evlâdımız Mûsâ Efendi’yi tebrik eder, irşad yoluna girerek kemâle ermeyi arzu eden, Allâh’ın sâlih kullarına tarîkatin esaslarını tâlim etmeniz ve onlara yüce tarîkatin nisbet, feyz ve bereketini ulaştırmanız için, pek kıymetli Efendim’den aldığım ruhsat gereğince sizi mezun eylerim (izin ve icâzet veririm). Bütün feyizlerin yegâne kaynağı olan Cenâb-ı Hak Hazretleri, kalbinizi îman kaynağı, dilinizi irfan ırmağı eylesin! Sizinle sohbet eden din kardeşlerimizi sohbetinizin şerefinden istifâde ettirsin! Âmîn!
Salât ü selâm, Efendimiz ve hidâyet rehberimiz olan Hazret-i Muhammed’e, O’nun bütün ehl-i beytine ve ashâbına olsun! Son duâmız: «Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a mahsustur.» demekten ibârettir.”
Güzel Ahlâkı
Mûsâ Efendi Hazretleri’nin duruşunda vakar ve heybet sezilirdi. Görenlerin gönüllerine, hem muhabbeti, hem de heybeti birlikte nüfûz ederdi. Cemâlinde celâl, celâlinde cemâl saklıydı. Mübârek yüzünü görenler Allâh’ı hatırlar, kulluğun şerefini ve güzelliğini hissederlerdi.
Gönüllerindeki engin muhabbet âdeta yüzüne akseder, baktıkları her şeye muhabbetle nazar ederdi. Sözlerinde ayrı bir lezzet vardı. Sesi ipek gibi lâtîf ve sözleri kelime kelime hikmetti. Az ve öz konuşur, sözü gereksiz yere uzatmaz, yalnızca söylenmesi gerekeni söylerdi. Sözleri, âdeta bir goncadan süzülen şebnemler gibi, dinleyenlerin gönül toprağına düşer, ilâhî hikmet ve hakîkatlere susamış gönüller, bu feyz damlalarını bir âb-ı hayat gibi içerdi.
Her hâlinde edep, nezâket ve zarâfet sezilirdi. Efendilik ona sanki doğuştan verilmişti. Duruşunda, oturuşunda, yürüyüşünde hep asâlet vardı.
Çok temiz, çok güzel, sâde ve mütenâsip giyinirdi. Dağınıklıktan hoşlanmaz, hemen zarif bakışları değişirdi. Başındaki bereden ayaklarındaki ayakkabıya, boyun bağından üzerindeki paltoya kadar her şeyinde bir incelik, tenâsüp ve güzellik vardı. Hele bir de Harameyn’de bulunduğu zamanlarda beyazlara bürünmüş hâli vardı ki, âdeta seyrine doyulmayan eşsiz bir manzaraydı.
Namazlarındaki tâzim, huşû ve sükûneti; hediye, ikram ve infaklarındaki nezâket ve letâfeti; yemek yiyişindeki tertip, düzen ve huzur hâli; bir bardağı tutuşundaki zarâfeti; bir çocuğun başını sevgiyle okşayışı, gönüllerde kalan en tatlı hâtıralarındandır.
Hitaplarındaki beyefendiliği, alâkalarındaki samimiyeti, yüreğinden taşan şefkat ve merhameti, sükûtunun derinliği ve deryâlar gibi engin sehâveti/cömertliği, târif edilemez güzellikteydi. Hâfızası gâyet güçlü idi. Bir kez tanıştığı kişiyi kolay kolay unutmazdı.
Vefâkârlığı ise dillere destân idi. Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Habîb-i Ekrem’ine, muhterem üstâdına, mübârek ecdâdına ve sevenlerine karşı hep vefâlıydı. Bu sebeple sevenlerinin dilinde, dâimâ “Sâhibü’l-Vefâ” diye anılırdı.
Hulâsâ o, hem sûretiyle hem de sîretiyle, ne güzel bir kuldu! O, ömrü boyunca Hakk’a kulluğu, hayatının bütün safhalarına teşmîl etmiş, bütün hâl ve davranışlarında âdeta bir şi‘r-i tabiî hâlinde tecellî ettirmişti. Gerçekten de o:
İbadette ne güzel bir kuldu!
Muâmelâtta ne güzel bir kuldu!
Hakkın tevzîinde ne güzel bir kuldu!
Yaratan’dan ötürü yaratılanlara muhabbet ve şefkatte ne güzel bir kuldu!
Çile ve ıztıraplara merhametiyle şifâ olmaya çalışan ne güzel bir kuldu!
Kâinattaki ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini hayran hayran seyreden ne güzel bir kuldu!
Nezâket, zarâfet ve rikkat-i kalbiyyesi ile bu gök kubbede hoş bir sadâ bırakan ne güzel bir kuldu!
Mânevî Terbiyeye Çok Ehemmiyet Verirdi
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, mânevî terbiyenin zarurî olduğuna inanır ve her fırsatta din kardeşlerine bu hakîkati hatırlatırdı. Şöyle buyururdu:
“İnsan ne kadar ibadet ederse etsin, bütün ömrü secde ile ve oruçlu geçsin, ancak sevap kazanır. Mânen terakkî edebilmek, ancak seyr u sülûk yoluyladır. Seyr u sülûk yoluyla insan nefsini tanır. (Acziyetinin farkına varır.) Nefsini bilince de Allah Teâlâ’yı tanımaya başlar. Zira Cenâb-ı Hakk’ı ancak nefsini bilenler tanıyabilirler. Nefsini bilmeyen, istediği kadar zâhid olsun, âbid olsun, bilgi sahibi olsun, bütün bunlar onun kemâle ermesi için kâfî değildir.
Bir mü’min nefsini bildiğinde her şeyin mânâsı değişir. O zaman her şeyi Cenâb-ı Hakk’a ircâ etmeye başlar. Her ne zuhûr ederse etsin, o «Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıdır.» der ve öyle kabûllenir. Görüşü değiştiği için de her hareketi ibadet olur. Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya başlayan bu kul, meselâ mal-mülk kazanmak arzu ederse, gâye değişir. Evvelce; «Ben mal-mülk sahibi olayım, yiyip içeyim, ev-bark sahibi olayım, herkes beni alkışlasın!» şeklinde nefsânî düşüncelerle uğraşırken, tekâmül ettikçe; «Cenâb-ı Hakk’ın verdiği mal ve mülkle hem helâlinden âilemin nafakasını temin eder, hem de cemiyet-i İslâmiyeye hizmet ederim!» demeye başlar. Ve niyetteki mânâ değiştiği için dünyevî çalışmaları da ibadet olur. İnsanın düşüncesi dâimâ Cenâb-ı Hak olduğunda, her şeyi ibadet sayılır. Yemesi, uyuması, âilevî münâsebetleri hep ibadet olur…”[2]
“İnsan mâneviyat yoluna girdikçe şevki, aşkı artar. Ona hiçbir şey ağır gelmez. İbadet etmek, haramlardan kaçmak, hepsi zevk hâline gelir. Musîbetlere tahammül, kaza-kader bahsine icâbet kolay hâle gelir. İsteklisine ve gayretli olana mâneviyat yolunu engelleyecek hiçbir şey yoktur.”[3]
“Hak Teâlâ, çok sevdiği, velîliğe istîdatlı olan kullarına bu yolu nasîb eder. Bu yola giren sâlik; ihlâs, sebat ve gayreti sâyesinde büyük velîler derecesine çıkabileceğini kat’î olarak bilmelidir. Çünkü yolumuz büyük velîler yoludur. Büyük velîler yolu olduğuna göre biz de kendimizi ona göre hazırlamalıyız! Mâdem ki Cenâb-ı Hak bizlere Bahâüddîn Nakşibend, Abdülkâdir Geylânî, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri gibi velîlerini nasîb eylemiş, bizler de onların yolunda olduğumuza göre, âdâba ihlâsla riâyet edersek, o güzel lûtuflardan bizlere de birer nebze nasîb eder inşâallah. Biz mâdem onları seviyoruz, onların yolundayız; gayret edildiği takdirde Cenâb-ı Hak aynı neşeyi bize de verir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın hazinesi geniştir. Bu işi ciddî olarak, seve seve yapalım ki terakkî edelim.”[4]
“Bütün iş, insanın enâniyetten vazgeçmesine bağlıdır. İnsan, benliği bertaraf ederse, işte o zaman kemâl yolunda mesâfeler kateder. Zâhiren ne kadar kolay hâlbuki, ama bir o kadar da zor benlikten geçmek. Benlikten geçince her şey huzur bahşeder; herkes dost oluverir! Böyle biri herkese, bilhassa müslümanlara karşı gönlünde dâimâ muhabbet ve hüsn-i zan beslemeye başlar.”[5]
“Bir kişi Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olursa, her şeye vâsıl olmuş demektir. Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamazsa, dünya kadar şöhreti olsun, bütün dünya onu alkışlasın, hiç kıymeti yoktur!”[6]
Mânevî Terbiyede Dikkat Ettiği Hususlar
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:
“Mânevî yola tâlip olanlarda evvelâ; cömertlik, dürüstlük, tevâzû, engin gönül, mülâyemet, herkesle geçimlilik, ihlâs ve istikâmet aranır.
İkinci olarak da; gayret, samimiyet, fedâkârlık aranır…
Seyr u sülûk için mürâcaat edildiğinde, şeyh efendi her mürâcaat edeni hemen kabûl etmez. Sîretine ve sûretine bakar. Niyetini hâlis, mâneviyâta kâbiliyetli görürse istihâre verir, lâyık görmezse tehir eder. Onların gâyesi, gelişigüzel insan toplamak değil, lâyıkı vechile gönül ehillerini teşhis edip onları kemâle erdirmektir.”[7]
“Şüphesiz bu ulvî yolda ana muvaffakıyet, ihlâs, tevâzû ve sa‘y ü gayrettir. Bu husûsu benimseyenler, dikkatli olup Allâh’ın rızâsını taleb edenler, Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin rızâsını kazanırlar. Bu âlî yoldan istifâde etmek isteyenler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği irâde-i cüz’iyyelerini güzel kullanarak, yüksek bir azim ve irfanla hareket ettiklerinde, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği hakîkat râyihaları kendilerinde hissedilmeye başlar. Bunun için de:
1) Kulluktaki gâye, ivazsız garazsız, sırf Allâh’ın rızâsını tahsil olmalı.
2) Kur’ân-ı Kerîm’in ve Allah Rasûlü’nün emrettiklerini yapmalı ve yasakladıklarından da ciddî olarak kaçınmalı.
3) Bilhassa rızkını helâl yollardan temin etmeli. Bugün nice insanların müttakî dedikleri kimseler vardır ki, ittikā ile hiçbir alâkaları yoktur. Çünkü kazançları şüphelidir.
4) Hakîkî, yani temkin ehli bir mürşid-i kâmile tam teslim olmalı. Hakîkatte teslîmiyet Cenâb-ı Hakk’adır. Kişi ibadetinden ziyâde teslîmiyetinden istifâde eder. Teslîmiyeti zayıf olan sâlik, lâyıkıyla terakkî edemez.
5) Evradlarını büyük bir îtinâ ile, gönlü Hakk’a vererek, mürşidinin gösterdiği âdâb üzere yapmalı.
6) Mürşid yahut ihvan sohbetlerine devam etmeli.
7) Hâlini muhâfazaya çalışıp, dünya sevgisini nefye (yok etmeye), nefsin arzularına karşı muhâlefete, ahlâkî durumunun inkişâfına ve güzelleşmesine dikkatli olmalı.
8) Sıdk ile hizmet yoluna girmeli. Zamanın îcâbına göre herkes kâbiliyet ve liyâkati ölçüsünde mü’minlere, hattâ bütün mahlûkâta hizmet etmelidir.”[8]
“Çok kimseler zannederler ki mânen terakkî etmek, yalnız fazla ibadetledir. Hayır, hakîkî terakkî, Cenâb-ı Hakk’ın huzûr-i ilâhîsinde olduğunu bilerek, Sünnet-i Seniyye istikâmetinde, ne yapılması îcâb ederse onu yapmakla olur. Çok kimseler vardır ki, bunların nâfile ibadetleri çoktur; fakat helâle harama dikkat etmeyip, İslâmî ahlâk ile ahlâklanmaya gayret etmezler. Boş zamanlarını dedikodu, gıybet ile geçirirler. Ellerine ne geçerse nefsânî arzularına göre kullanırlar. Hâlbuki bunlar, keşke nâfile ibadetlerini azaltsalar da ahlâklanma hususunda gayret edip hak-hukuk mevzuunda uyanık olsalar!”[9]
Muhterem Üstâd’ın sevenlerine hatırlattığı diğer bir mühim husus da şudur:
“Şunu iyice bilmelidir ki, kulluğun nihâyeti olmadığı gibi, seyr u sülûkün de sonu yoktur. «Benim işim tamam oldu.» diyenler yarı yolda kalmışlar, kendi noksanlarını görenler ise yol almışlardır. Sâlik; «Efendim ben “muhabbet”e geldim, mânevî tahsilim tamamlandı.» diyerek kendini kâfî görürse, hatâ etmiş olur.”[10]
Yani mü’min, ulaştığı mânevî seviye ne olursa olsun, orada takılıp kalmamalı, daha ileri gitmek için dâimî bir gayret içinde olmalıdır.
Muhterem Üstad, bütün bu ölçülerin hulâsası olarak da şöyle buyururdu:
“Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz, selâmet ve saâdetimiz, her hâlükârda, yani her nefeste, her adımda, her türlü hâl ve hareketimizde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri’ne tam olarak uymak, O’nun boyasına boyanmak, O’nun ahlâkı ile ahlâklanmak, O’nun Sünnet-i Muhammediyye’sinden kat’iyyen ayrılmamaya çalışmakla mümkündür.”[11]
İrşad Üslûbu
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, öncelikle kendi şahsında örnek bir kulluk hayatı sergilerdi. O, her şeyden önce Cenâb-ı Hakk’a samimî bir kul olmanın derdindeydi. Hattâ zaman zaman buyururdu ki:
“İnsan şöyle düşünmeli; şu âlemde bir Rabbim var, bir de kul olarak ben varım. Kulluğumu ona göre yapmalıyım!”
Muhterem Üstâdımızın bu hissiyâtı, sevenlerine “kul olma şevki ve zevki” aşılardı.
Yine Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, mânevî terbiyenin temeline Kur’ân ve Sünnet’i yerleştirmişti. Zira ona göre bu iki kaynağa dayanmayan terbiye sistemleri, insanı ıslah değil, ifsâd eder. Hattâ mânevî yolun varlık sebebi de, insanı bu iki kaynakla kâmil mânâda buluşturmaktan ibârettir. Nitekim bunu şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin emir ve yasaklarına, yani Kur’ân ahkâmına uymayan her hareket, bâtıl ve dalâlettir… Başta Kur’ân-ı Kerîm ahkâmı gelir. O köktür, değişmez. Çünkü bir insanın şerîati olmazsa hiçbir şeyi olmaz… Bizim yapacağımız, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine cân u gönülden dikkatli olmaktır. Cenâb-ı Hak neyi emretti, neyi yasak etti ise bunun üzerinde ısrarla duracağız. Mânen terakkî için bu birinci basamaktır. Birinci basamağa dikkat edilmezse, insan lâyıkı vechile mâneviyattan istifâde edemez.”[12]
Öte yandan, Rabbânî ve nebevî terbiye, hep muhabbet ve şefkat üzerine kurulmuştur. Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- de hem severdi, hem de muhabbeti gönüllere âdeta bir âb-ı hayat gibi ikram ederdi. Şöyle buyururdu:
“Cenâb-ı Hakk’ın verdiği en büyük mevhibe-i ilâhiyye, sevmektir. Cenâb-ı Hakk’ı sevmek, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sevmek, ehlullâh’ı sevmek, ihvânı sevmek, mü’minleri sevmek, hayvanâtı sevmek, sevmek, sevmek… Sevmek, böyle sıra ile birbirini takip ediyor…
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri sevdiği, aziz etmeyi murâd ettiği bir kulunun kalbine kendi sevgisini koyar. O kul, kulluk îcâbı bunun kadr u kıymetini bilip hüsn-i istîmâl ederse, yani tam ihlâs üzere, teslîmiyet yolunu tutarak kulluğun îcâbı ne ise onu îfâ ederse, perdeler açılır. Kolaylıkla Allah Teâlâ ile ünsiyet hâli tecellî eder. O bu sûretle aradığını kolaylıkla bulmuş olur. Bu, Rabbimizin ilâhî iltifâtıdır. Bu hâle, bâzen Allâh’ın has bir kulunun, yani hakîkî bir mürşid-i kâmilin nazarıyla erilir. Bu pek az kimseye nasîb olur. Mürşid-i kâmilin nazarı her mürâcaat edene tesir etmez, ancak Allâh’ın murâd ettiği, her hususta ciddî, samimî, kemâle ermiş yüksek ahlâk sahibi kişilerin dahî pek azına nasîb olur… Sevgiye nâil olan, Allah Teâlâ’ya karşı bütün vazifelerini seve seve ve büyük bir rahatlıkla ve gönül huzuru içinde îfâ eder. Bâzı âbidlerin, gönüllerindeki sevgi noksanlığı sebebiyle, ibadetlerinde tam bir zevk ve huzur hâli olmaz.”[13]
Mûsâ Efendi Hazretleri’nin nazarında her insan kıymetliydi. Onun kıymeti; şöhretinden, makâmından, malından ya da nesebinden kaynaklanmıyordu. Sadece Allâh’ın kulu olduğu için kıymetliydi. Böyle bir hürmet ve muhabbete muhâtap olan sevenleri, Üstâd’ın gözünde ve gönlünde husûsî bir yerlerinin olduğunu ve onun tarafından sevilmiş olmanın sıcaklığını yüreklerinde hissederlerdi.
Yaşı ve ictimâî durumu ne olursa olsun, herkesin isminin başına ya da sonuna; “efendi”, “bey”, “kardeş” gibi hürmet ve nezâket ifâdeleri eklerdi.
Sevenlerine olan muhabbetini bâzen hediyelerle, bâzen ziyaretlerle, bâzen de farklı usullerle izhâr ederdi. “Onun, her seveninde bir hediyesi vardır.” denilse mübâlağa edilmiş olmaz. Bir gül yağı, bir seccâde, bir kumaş, bir tesbih, bir takke, bir kandil ikrâmiyesi, bir selâm, bir hat, bir çiçek… Hepsi de hediye edenin “Efendiliği” ölçüsünde, nezâhetinde ve zarâfetinde…
Hulâsa kimin gönlüne nasıl girileceğini çok iyi bilirdi. Gönül almayı çok severdi. Muhtelif yollarla, sevenlerinin gönlünü doyururdu. “Kurtarmak için herkesi bir yerinden tutmak lâzım!” buyururdu.[14]
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, sevenlerini ve bilhassa hizmet edenleri yetiştirme niyetiyle, zaman zaman onların yanlışlarını kendilerine nâzik bir üslûpla hatırlatır ve nasıl yapılması gerektiğini îzah ederdi.
Zaman zaman celâllendiği de olurdu. Umûmiyetle bu durum, rızâ-yı ilâhîye muhâlif veya ahmakça davranışlar karşısında görülürdü. Ancak onun celâli, cemâl içre bir celâldi. Böyle olduğu içindir ki, onun îkazlarından hiç kimse kırılıp gücenmez ve küsüp gitmezdi. Muhâtaplarını iterek ve dışlayarak değil, kendine çekerek, onlara yaklaşarak îkazda bulunurdu.
Muhterem Üstad -rahmetullâhi aleyh-, zaman zaman derin bir sükûta bürünmek sûretiyle de, irfân ehli kardeşlerine husûsî terbiye usulleri tatbik ederdi. Onun bu uzun sükût hâlinde, yanında bulunanlar da feyz ve rûhâniyete gark olur, gözyaşlarını tutamazlardı. Gönülleri âdeta başka bir iklime kanatlanırdı.
Sohbete Çok Ehemmiyet Verirdi
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, irşad hayatının merkezine sohbeti yerleştirmişti. Öyle ki, âilesinden üç kişi bir araya gelse, fuzûlî konuşmalara müsâade etmez ve; “Bir sohbeti hak ettik!” buyururdu. Hattâ hastahânede kaldıkları bir gecenin seherinde, refâkatçileriyle yaptıkları sohbet, unutulmaz hâtıralardan biri olarak hâfızalarda yer etmiştir.
Muhterem Üstâdımız, sohbetlere ibadet vecdiyle iştirâk edilmesi gerektiğini hatırlatırdı. Onun gözünde sohbet, sıradan bir toplantı değil, ulvî ve mânevî bir meclisti. Şöyle buyururdu:
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri, ashâb-ı kirâm hazarâtını Mescid-i Nebevî’de, «Suffe» denilen mahalde sohbetleriyle tekâmül ettirmişlerdir. Muhammed Bahâüddîn Nakşibend ve emsâli pîrân hazarâtı, sohbete çok ehemmiyet vermişler, büyük velîler bu mânevî dershânelerde yetişmişlerdir. Sohbetlerde çok sır vardır. Hem rûhânî bakımdan hem de zâhirî bilgi bakımından…
Sohbet, ivazsız-garazsız, dünyevî bir menfaate müstenid olmayıp sırf Allah rızâsı için yapılırsa, melekler de o toplantıya iştirâk ederler… Bu sohbetler, mü’minler arasındaki ülfet, samimiyet, sevgi ve muhabbeti kuvvetlendirir. Sohbetlere gelemeyenler, ne kadar derslerini de yapsalar, karşılıklı muhabbet olmaz. Sâlikler gece evrâdına devam etmekle beraber, sohbetlerini de ihmâl etmemelidirler. «Sohbet, diğer yapılan zikir ve evrâdın tamamlayıcısıdır.» denilmektedir. Herhangi bir kimse, evrâdını muntazam yapmak şartıyla, ihlâs üzere mânevî sohbetlere devam ettiğinde, kalbinde dünyâ, hattâ ukbâ sevgisi bile kalmaz, tek Mevlâ sevgisi yer alır. Mevlâ’yı seven, dürüst, istikâmet ehli olur, dînî ve dünyevî vecîbelerini yerine getirir. Zira sohbetlerde, dünya kiri ve muhabbeti gönülden çıkar. Onun yerini Allah ve Peygamber sevgisi doldurur. Orada bulunan kimseler, geldiklerinde ne kadar yorgun ve neşesiz olsalar da, meclisten ayrılırken ne yorgunlukları, ne de neşesizlikleri kalır… Dinç ve huzurlu olurlar. Zira bir kalbe Mevlâ muhabbeti girdiğinde, her şey tamam olur.
Âdâbının gereği yerine getirilen sohbetlerin tadı, zevki târif edilemez. Çünkü orada bulunanlar, huzur içine dalarlar. Bilhassa sohbet eden salâhiyetli bir kimse olursa, onun tasarrufu ile, dinleyenler arasında birbirlerine karşı sevgi, saygı, samimiyet, hulâsa her türlü tecellîler zuhûr eder. Âdâba ne kadar riâyet edilirse, Cenâb-ı Hak feyzini o kadar çoğaltır.”[15]
Mûsâ Efendi Hazretleri, mânevî terbiyede gönle çok ehemmiyet verdiği için, sözü-sohbeti neticede hep oraya getirirdi. “Gönlü Allâh’a vermek” tâbiri, onun lisânında çokça tekrarlanan tatlı bir ifâdeydi.
Hizmetlere Öncülük Ederdi
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, atâleti hiç sevmezdi. Tasavvufun bir kenara çekilmek olmadığını sık sık hatırlatır, herkesin imkân ve kâbiliyetine göre yapabileceği bir hizmetin olması gerektiğini şöyle ifâde ederdi:
“Herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Meselâ bir muallim iyi talebe yetiştirmeye gayret etmelidir… Mimar güzel güzel câmiler, İslâmî anlayışa uygun evler yapmalıdır. Yani herkesin yapabileceği işler vardır…
Herkes istîdâdına göre vaktini en faydalı işe tahsis etmelidir… Kimisinin fazla ibadete kâbiliyeti vardır… Kimisi şecaat ehlidir… Hepsini topladığın zaman aynı hedefe varır, ama yollar farklı… Bir hastanın bile vazifesi vardır. Hasta yalnız kendisini düşünmeyip, elinden hiçbir şey gelmiyorsa ümmet-i Muhammed’e duâ etmelidir…
Kimisi namazla terakkî eder. Bâzısının oruç tutmak çok hoşuna gider. Bâzıları irfanla, bâzıları neşriyatla. Hele bu zamanda neşriyat en önde gelen hizmetlerdendir…”[16]
“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dînî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Ancak bu kâfî değildir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tâzimle beraber, mahlûkâtına da şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak fedâkârlık ve samimî bir hizmetle elde edilir. Demek ki her akl-ı selîm sahibi müslümanın, farzları edâ edip haramlardan kaçındıktan sonra dikkat edeceği husus, müslümanlığa, topluma ve bütün mahlûkâta hizmet edip faydalı olmasıdır. Sırf Allah Teâlâ’nın rızâsını kastederek, bedenî, fikrî ve mâlî hizmette bulanamayanlar, kâmil mü’min olamazlar. Çünkü bu sayılanlar, farzların tamamlayıcısı ve Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nden cüzlerdir…
Mâlî vaziyetimiz müsâit ise kesemizi açacağız. Eli sıkılık, bilhassa Hak yolunda olanlar için, makbûl bir şey değildir. İlmimiz varsa, ehlini bulacağız ve münâsip yerlerde onu neşredeceğiz. Kişi isterse, Cenâb-ı Hak ona o fırsatı verir. Hangi meslek erbâbı isek, kendi mesleğimizde ve her hususta topluma faydalı olacağız. Komşuyu ziyarete gideceğiz, hastalarımızı ziyaret edeceğiz. Cenâze teşyiinde bulunacağız. İnsan niyet ettikten sonra daha nice nice tatlı, güzel ameller işleyebilir…
Bâzıları, huzûrumuz (zikir hâlimiz) bozulur diye halka karışıp hizmet etmekten çekinmektedir. Bu da nefsin tuzaklarından biridir. Asıl hüner, hem duâya ve hizmete devam etmek, hem de Rabbimizle ünsiyet hâlinde olmaktır.”[17]
Mûsa Efendi Üstâdımız; hizmette edebin, hizmetten daha mühim olduğunu beyanla, hizmette dikkat edilmesi gereken inceliklere de şöyle işaret ederdi:
“Hizmet ehli olan kişiler, hizmet yoluna devam ettikçe, îsar (kendinden fedâkârlıkta bulunarak mü’min kardeşini tercih etme) yolunu tutmalıdırlar. Israrla hep bütün hizmetleri yalnız ben yapayım gâyesinde olanlar, çabuk yorulurlar, sadırları sıkışır, görüşleri değişir. Herkesi küçük görmeye başlarlar. Allah muhâfaza etsin, bu şekilde hâllerinde gerileme olur. Hubb-i riyâset sevdâsının esiri olurlar.”[18]
Muhterem Üstâdımız, akrabâlarını ve evlâtlarını hizmete teşvik etmeden evvel, bizzat kendisi öncülük ederdi. Birçok hayır müessesesinin kuruluşunda onun desteği ve teşviki vardır. Kur’ân Kursu, İmam Hatip Lisesi, câmi ve benzeri yerlere hep destek olmuştur. Meselâ 1980 yılında Erkam Yayınları’nın, 1985 yılında Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdâyi Vakfı’nın kurulmasına, 1986’da da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına bizzat öncülük etmiş, maddî ve mânevî yardımlarda bulunmuştur. Bunun gibi daha pek çok müessesenin tesisine öncülük etmiştir.
Hayır müesseselerinde hizmet edenlere zaman zaman “«Nasıl olsa hayır işlerinde çalışıyoruz.» diye mânevî terakkîmizi ihmâl etmeyelim!” îkâzında bulunur ve şöyle buyururdu:
“Hizmet eden kişi, hizmetine devam ettiği müddetçe mânen de terakkî etmelidir. Gönlünü Rabbine lâyıkı vechile verip, ihlâs, edep ve tevâzû üzere kulluk vazifesini kemâliyle yapmaya gayretli olmalıdır. Yoksa, mâneviyâta ve usûle uymayan hizmet ehli, rûhen inkişaf ve terakkî edemezse, yaptığı hizmetler, rûhâniyetini zâyî eder… Niyeti zayıf olduğu için Cenâb-ı Hak -azze ve celle- Hazretleri’nin nusretinden mahrum kalır.”[19]
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- ümmet-i Muhammed’in her türlü derdine çâre olmak için gayret eder, elinden ne gelirse yapardı. Bir defasında dîninden uzaklaşan müslüman gençlerin içler acısı hâlini tafsîlâtıyla gözler önüne serip lüzumlu çâreleri gösterdikten sonra, gönlündeki yangını teskîn edemeyerek Yüce Rabbimiz’e şöyle ilticâ etmişti:
“Ey ulular ulusu, yüceler yücesi, sınırsız kuvvet ve kudret sahibi olan Allâh’ım! Yangının büyüklük ve dehşetini idrâk ediyoruz. İçimiz kan ağlıyor, elimiz kolumuz bağlı, elimizden bir şey gelmiyor. Şaşkınlık içindeyiz, ne yapacağımızı bilmiyoruz…”[20]
Mektupla İrşâdı
Muhterem Üstad -rahmetullâhi aleyh-, bir terbiye usûlü olarak, mektup ve tebrikleşmeyi de en güzel şekilde değerlendirirdi. Örnek olması bakımından bir mektubundan bâzı kısımları buraya alıyoruz:
“Muhterem evlâdım!
…Mâneviyatta hizmet, insan rûhunda çok büyük bir mevki işgâl eder. Hizmet yolunda bulunanlar (karşılık beklemeden) büyük derecelere nâil olurlar, yine bunda da başta ihlâs, istikâmet, hemcinsine karşı şefkatli ve nezâketli olmak şartıyla… Hiçbir ehlullah tasavvur edilemez ki ihlâssız ve mahviyetsiz olsun… Nezâketle ve hilmiyetle kalpler fethedilir, sevgiler çoğaltılır. Hilm sahibi olup hemcinsine rıfk ve mülâyemetle muâmele edenler, seçilmişlerden olurlar. Bunları Allah sever ve kullarına da sevdirir…
Bu yazılanlar işin zâhir kısmından bir cüzdür, ehl-i irfân için sezilecek çok ince sırlar vardır. Nitekim Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri:
«Dil dudak deprenmeden sözü işiten gelsin!» buyuruyorlar.”[21]
İhlâs ve İstikâmet
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- hemen her hususta samimiyet ve ihlâs arardı. Şöyle buyururdu:
“Bütün iş, en iyi düstur, ihlâs! Herkesin dikkat edeceği en mühim husus, Cenâb-ı Hak’tan ihlâs taleb etmek. Bir mecliste ihlâs varsa, orada her şey vardır. İhlâs yoksa, istediği kadar kitaplar okunsun, tefsirler ve sâire okunsun, feyz olmaz. Fakir, duâlarımda dâimâ; «Yâ Rabbî ihlâsımı artır!» diye duâ ediyorum. İhlâs en güzel şey. İhlâsı olana Cenâb-ı Hak her şeyi bol bol ihsân eder.”[22]
Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkesin kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, büyük bir meblâğ uzatmış ve:
“–Bir dostun buraya verilmek üzere fakire emâneti!” diyerek takdim etmişti. Ehl-i basîret müstesnâ, orada bulunanlara bu ifâde, verilen parayı meclise gelemeyen birinin gönderdiği intibâını uyandırmıştı. Ancak onun emânet dediği kendi malı, dost dediği de Cenâb-ı Hak idi…
“İstikâmet farz-ı dâimîdir.” buyurarak Kur’ân ve Sünnet ölçüleri içinde titiz bir ömür süren Mûsâ Efendi Hazretleri’nin hayatında en belirgin çizgi, hiç şüphesiz bu ihlâs ve istikâmetidir. Bu sebeple onun en büyük kerâmeti de budur.
Tâzim ve Şevkle Îfâ Edilen İbadet Hayatı
Mûsâ Efendi Hazretleri’nin hayatındaki anahtar kelimelerden biri de hiç şüphesiz ki “tâzim” idi. Ulaştığı mârifet-i ilâhiyyenin netîcesi olarak, Cenâb-ı Hakk’a karşı son derece tâzim ve huşû içinde idi. “İbadet, insanı cennete götürür; tâzimle yapılan ibadet ise insanı Allâh’a götürür.” buyurur, ibadetin feyz ve bereketini çoğu zaman tâzîme bağlardı.
Kul olmanın büyük hazzını ve zevkini yaşar ve bunu sonsuz bir şükür duygusu içerisinde şöyle ifâde ederdi:
“Cenâb-ı Hak bizi, el-hamdü lillâh, kendine kul yapmış, Habîb-i Edîbi’ne ümmet yapmış, bizi bu güzel ve âlî yola sevk etmiş. Bundan büyük bir saâdet mevzuubahis olamaz. Tekrar el-hamdü lillâh…”[23]
İbadetleri sadece Allah için ve şevkle edâ etmek gerektiğini de şöyle ifâde buyururdu:
“Bir insan, kul olarak kendini her hususta Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine itaate verirse çok yüksek mertebelere nail olur. Ancak bizler mertebe âşığı da olmayacağız. Cenâb-ı Hak bize neyi emretti ise seve seve yapacağız. Cenâb-ı Hak neyi yasak etti ise seve seve ondan da kaçınacağız. Cenâb-ı Hakk’a kulluğa devam edeceğiz. Devam ettikçe Rabbimiz nice güzel hâlleri bizlere ihsân eder. Böylece Rabbimizin izniyle kendimizi kurtarmış oluruz.”[24]
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- namaz için güzelce cübbesini giyer, bembeyaz takkesini takar, en güzel gül kokularından sürer, yakınında bulunanlara da ikram eder, daha sonra da huşû içinde ezanı beklerdi. Seccâdenin olabildiğince düzgün serilmesine dikkat ederdi. Gözü ve gönlü meşgul edecek dağınıklığa izin vermezdi.
Onun ezana tâzîmi de bir başkaydı. Sünnet’te tavsiye edildiği üzere ezana icâbet eder, onu huzurla dinler ve sonunda huşû içinde ezan duâsını yapardı.
Namaz, tâdil-i erkâna riâyetle edâ edildikten sonra, âdeta sıcak bir günde soğuk bir su içmişçesine, mübârek dudaklarından ruhları okşayan bir letâfette; “el-hamdü lillâh” sözü duyulurdu.
Namaza gösterdiği bu tâzim ve hassâsiyetleri, diğer ibadetlerinde de aynen müşâhede edilirdi. Ramazân-ı şerîfte, bilhassa Harameyn’de açtığı iftar sofralarına gösterdiği îtinâ ve ehemmiyet, haccı îfâ ederken daldığı derin tefekkür hâli, Server-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ziyaret ederken büründüğü edep ve hürmet, Allâh’ın Kelâmı’yla olan ülfet ve dostluğu, sadaka ve zekât verirken hissettiği sonsuz minnet, nezâket ve emânet duyguları, hep onun Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîminden ileri geliyordu.
Engin Muhabbeti
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, ilâhî muhabbet pınarından kana kana içmiş büyük bir Hak dostu idi. Gönlü bir muhabbet deryâsıydı. Dilinden ve gözlerinden âdeta sevgi akardı. Hâl diliyle, çocuk yaşlarda nazarına eriştiği Es‘ad Efendi -rahmetullâhi aleyh- gibi; “Senin aşkınla mecnûnum, velâkin iştihârım yok!” der gibiydi. Onun mânevî evlâtlarından birine yazdığı mektubundaki şu ifâdeler, başka nasıl anlaşılabilir ki:
“Son derece âcizim, kusurlarla doluyum; yegâne tesellim şudur ki, Allâh’ın sevgililerini canımdan, varlığımdan, her şeyden daha fazla seviyorum. Öyle bir sevgi ki, sevdiğimi de bilemez hâldeyim. Ki lisan ile, yazı ile ifâde edilemez!”[25]
Muhterem Üstâdımız, Cenâb-ı Hakk’a niyazlarında O’na olan aşk ve muhabbetinin daha da ziyâdeleşmesini isterdi. Şu niyazları, bunun tipik birer misâlidir:
“Ey yüceler yücesi Allâh’ım! Şan, şeref, kuvvet, kudret ve bütün âlî sıfatlar Sana âittir. Bizler mahlûk olarak Sen’in o ince sanatını ve hudutsuz derin ahlâkını nasıl idrâk edebiliriz!? Kerem et, lûtfet, basîret penceremiz açılsın da -bir şemme olsun- nasîbimize göre Sen’i anlayabilelim. Aşkımızı ziyâdeleştir de sâyende kulluğumuzu büyük bir şevk ve edep içinde îfâ edebilelim. Tamamlık, kemâl senin sıfatın; noksanlık ise bizim sıfatımız. Bizleri bağışla, hatâlarımız sebebiyle azâb eyleme! Allâh’ım! Ancak Sen’in affına, Rahmanlığına, Gaffarlığına sığınıyoruz. Adâletinle değil, lûtfunla muâmele etmeni istiyoruz!”[26]
“Yâ Rab! Bizi muhabbet nîmetinden mahrûm eyleme! Her şey, Sen’in sevginle yeşerir, canlanır, kuvvet bulur. Yâ Rab! Sevdiklerini sevdir. Başta Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretleri’ni sevdirdiğin gibi, sevilmeye lâyık olan her dostunu sevdir. Bizleri, sırasıyla bütün Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı kirâm hazarâtının, hulâsa İslâmiyet’i seven ve ona hizmet edenlerin bilâ-istisnâ hepsinin ayaklarının tozu eyle!
Ya Rab! Sen’in sâyende, Sen’i seviyoruz.
Yine Sen’in sâyende, sevdiklerini seviyoruz.
Yine Sen’in sâyende, Sen’i sevenleri seviyoruz.
Yine Sen’in sâyende, Sen’i sevenleri sevenleri seviyoruz.”[27]
Muhterem Üstâdımız, insanda fıtraten mevcut bulunan muhabbet istîdâdının doğru yönlendirilmesi gerektiği üzerinde sıkça durur ve âdeta sevginin sınırlarını çizerdi. Muhabbetin merkezine Allah sevgisini yerleştirir, diğer sevgileri de ona bağlardı. Şöyle buyururdu:
“Sevgi denildiğinde ilk olarak Hâlık-ı zülcelâl ve’l-kemâl Hazretleri hatıra gelir. Sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hatırlanmalıdır. Ondan da sonra Cenâb-ı Hakk’ın has kulları diğer peygamberler, ashâb ve evliyâullah hazarâtı yer alır… Mü’minleri sevmek, hayvanâtı sevmek, sevmek, sevmek… Sevmek böyle sırayla birbirini takip ediyor…
Allah Teâlâ’yı seven, O’ndan başkasını hakîkî mânâda sevemez, buna tâkati kalmaz. Diğer sevgiler de devam eder. Meselâ anasını, babasını, âilesini ve çocuğunu, malını mülkünü sever. Fakat bu sevgi Allah Teâlâ’nın sevgisinden neş’et eden, yerli yerinde, ölçülü bir sevgidir. Böyle ölçülü muhabbetler makbûldür. Çünkü kulun hemcinsine sevgi göstermesi, insanlık îcâbıdır. İnsan anasını babasını sever, çünkü onun dünyaya gelmesine ve dînî bilgi sahibi olmasına onlar vesîle olmuşlardır. İffetli, yüce ahlâk sahibi, fazîletli âilesini sever. Bu sevgi de Allah için olursa makbûldür… Mala mülke gelince, onlar İslâmiyet ve insâniyetin faydasına kullanılırsa o da memduhtur… Sevgi kemâl bulunca, o zaman kul, yalnız Allâh’ın sevdiğini sever. Allâh’ın buğz ettiği müşrikleri, din düşmanlarını sevemez, hattâ onlara buğz eder.”[28]
Yine Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, muhabbetin, kulluğu en büyük zevk ve lezzet hâline getireceğini ve hayatı huzurla dolduracağını da şöyle ifâde ederdi:
“Hakk’ı gerçekten sevenlere, hakîkaten dünya cennet hâline gelir. Çünkü onların gönüllerini Allah sevgisi öyle ihâta eder ki, abes hiçbir şey göremezler. Severler, severler, severler, yine severler. Sevgi sözünden başka her konu onları sıkar, sıkar, huzurlarını alır… Bu sevgi, şevk ve aşk hâline dönüştüğü zaman, sahibini vecd hâline getirir. Çünkü kendi aradan çıkmış, sevdiğiyle var olmuştur…
[Ârif zâtlar bu hâli ne güzel ifâde ederler: “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!]
Sevgiye nâil olan, Allah Teâlâ’ya karşı bütün vazifelerini seve seve, büyük bir rahatlıkla ve gönül huzuru içinde îfâ eder.”[29]
Şefkat ve Merhameti
Mûsâ Efendi Hazretleri’nin engin muhabbeti, kendisini deryâ gönüllü, büyük bir şefkat ve merhamet âbidesi hâline getirmişti. Onun şefkat kucağı; fakirler, yetimler, kimsesizler, hastalar, kurtuluş arayan günahkâr kullar ve hattâ diğer canlılar için bir tesellî sığınağı olmuştu. Müseccel Allah düşmanları hâriç, herkesi ve hattâ her şeyi severdi. Onun bu muhabbeti, elinden, dilinden ve gözlerinden şefkat ve merhamet olarak taşardı. Bir güle bakarken, bir çocuğu severken, bahçesindeki kedilere ve ağaçlara konan martılara bir şeyler ikram ederken, hep bu hâl müşâhede edilirdi. Şöyle buyururdu:
“Rahmân ismi, Cenâb-ı Hakk’ın yüce sıfatlarındandır. Merhamet, enbiyâullâh’ın, ashâb-ı kirâmın, kibâr-ı ehlullâh’ın, âriflerin ve âşıkların sıfatıdır.
Merhametli insanı Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri sever, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah dostları, bütün insanlar, hattâ bütün mahlûkat sever…
İnsanlar ancak merhametlerinin derecesine göre Cenâb-ı Hakk’a yakındır… Kul dikkat edip tekâmül ettikçe, Cenâb-ı Hak bütün mahlûkâta karşı bir şefkat ve muhabbet verir. Zaten bir insanın mahlûkâta karşı şefkati yoksa, o insan çok ziyandadır. Hem Hakk’ın kulu olsun, hem Hak yolunda olsun, hem de Cenâb-ı Hakk’ın kullarına -hattâ hayvanâta kadar- merhamet etmesin, o nâ-tamamdır (noksandır)!”[30]
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- fakirleri çok severdi. Şöyle buyururdu:
“Fakirleri sevemiyor isek, Cenâb-ı Hakk’a yalvaralım da, o ulvî sevme duygusunu bize nasîb eylesin. Hattâ zamanımızdaki birçok âbidler bile kalplerinde merhamet duygusu noksan olduğu için fakirleri sevemiyorlar… Hâlbuki mütevekkil, tefvîz ehli fakirlerin, Allah katındaki kıymet ve değerlerini bilebilsek, ayaklarına kapanır, öpmek isteriz… Bize düşen vazife, onları sevmek, onlarla geçimli olmak ve onların duâsını almaktır.” [31]
Muhterem Üstâdımızın temiz fıtratı, âdeta mâye-i merhametle yoğrulmuştu. Fakir hastalar için açtırdığı Hüdâyî kliniğinde, -tâkati yerinde olmadığından- fiilen hizmet edemediğine üzülür ve derin bir iştiyakla:
“−Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim.” buyururdu.
Onun merhametinin uzandığı diğer bir grup da günah batağına düşmüş kimselerdi. Hiç şüphesiz günaha buğzederdi, fakat günahkâra da acırdı. Günaha olan nefreti günahkâra taşırmazdı. Hattâ böylelerini içinde bulunduğu hâlden kurtarmak için hem duâ eder, hem de elinden gelen himmeti gösterirdi. Bursalı dostlarından birinin anlattığı şu hâdise, onun bu hâlini ne güzel ortaya koyar:
“Muhterem Üstâdımız Bursa’yı çok severler ve zaman zaman, bir hafta, on günlük sürelerle Uludağ yolu üzerinde bulunan devlethânelerinde ikâmet ederlerdi. Tenha bir bölge olması ve o dönemde bâzı anarşik hâdiseler yaşanması sebebiyle tedbir olsun diye, bâzı kardeşlerle birlikte evin avlusunda geceleri nöbet tutuyorduk. Bir gece, saat üç sıralarında evin avlusuna duvardan bir kişi atladı. Kapıya yöneldi, açmaya zorladı; açamayınca pencereyi yokladı. Niyeti kötüydü. Hemen müdâhale edip yakaladım ve yere yatırıp etkisiz hâle getirdim. Üstâdımız mûtâdı olduğu üzere o saatlerde teheccüd ve evrâd ü ezkârını îfâ için umûmiyetle ayakta olurdu. Durumu kendilerine bildirmek istedim. Zile bastım. Az sonra kapıda göründüler.
Yerde yatan kişiyi görünce durumu fark ettiler ve içeri geçip üzerlerine bir şeyler aldıktan sonra avluya teşrif ettiler. Yaz mevsimi olduğu için bahçedeki kameriyeye geçtiler ve yakaladığımız şahsı da yanlarına oturtarak, onun neden böyle meşrû olmayan bir işe tevessül ettiğini sordular. O kişi de işsiz olduğunu, çocuklarının maîşetini teminde zor duruma düştüğünü ifâde ederek özür diledi. Muhterem Üstâdımız karşılaştığı bu manzara karşısında hayli üzüldüler. Sonra eve girip, elinde bir tepsi yiyecekle tekrar geldiler ve:
«−Sizin karnınız da açtır; önce karnımızı bir doyuralım.» buyurdular. Sonra tatlı tatlı kendilerine nasihat ettiler. Arkasından da bir zarf uzatarak hatırı sayılır bir miktar nakit yardımında bulundular ve:
«−Şimdilik bununla zarurî ihtiyaçlarınızı giderirsiniz. (Fakire işaret ederek) Bu arkadaşımız da en kısa zamanda sizi bir işe yerleştirirler inşâallah. Bir mânîniz olmazsa her hafta bu kardeşlerin göstereceği sohbetlere de düzenli olarak devam edersiniz!» diye yol gösterdiler. Bununla da kalmadılar, âdeta ihsan, şefkat ve ikramını taçlandırırcasına:
«−Buradan evinize kadar yürüyerek gitmeniz zor olur; kardeşimiz sizi arabayla eve kadar bırakıversin!» buyurdular. Bize de dönerek:
«−Kardeş! Bu arkadaşımızın durumunu ifşâ etmeyelim. Kıyâmete kadar aramızda sır olarak kalsın!» tembihâtında bulundular.
İsmi bizde kıyâmete kadar mahfuz kalacak bu arkadaşımız, daha sonra bir işe yerleştirildi, haftalık sohbetlere devam etti ve nihâyet huzurlu bir âile hayatına kavuştu. Şimdi mânevî hâl sahibi, gözü yaşlı bir kardeşimiz olarak dostlarımız arasına katıldı el-hamdü lillâh!”[32]
Dasitânî Vefâsı
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, sayısız güzel vasıfları üzerinde taşıyan “Muhammediyyü’l-meşreb” büyük bir Allah dostu idi. Ancak ondaki vefâ duygusu bir başka idi. Bu sebeple ehl-i hikmet ona “Sâhibü’l-Vefâ” sıfatını lâyık görmüştür.
Kul olarak vefâlıydı. “Elest bezmi”nde[33] Rabbimize verdiği söze bir ömür sadâkat göstermişti. “…Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) âyetini sık sık tekrarlar, başta ibadetleri olmak üzere bütün hayatı tam bir ihsân duygusu, yani dâimâ ilâhî müşâhede altında olduğunun idrak, edep ve huzûru içinde geçerdi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e vefâsı bir başka idi. Uzun yıllar devam eden Medîne günlerinde, çoğunlukla teheccüd namazı ile birlikte Mescid-i Nebevî’ye gider, büyük bir huzur ve edeple, gül râyihaları içinde Türbe-i Saâdet’i ziyaret ederdi. Türbe-i Saâdet bekçileri, ziyaretçilerin birçoğuna müdâhale ettikleri, hattâ zaman zaman sert davrandıkları hâlde, Muhterem Üstâd’ın huzûr-i Rasûlullah’taki o derin, müeddeb ve sükûtî hâlinin tesiri altında kalırlardı. Ziyaretin akabinde teheccüd namazı kılar, sonra da sabah namazına kadar zikir ve murâkabe hâlinde olurdu. Sıhhatli zamanlarında sabah namazından sonra da kuşluk vaktine kadar tam bir huzûr hâlinde Harem-i Şerîf’te kalırdı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gerçek vefânın, O’nun Sünnet-i Seniyye’sine tam sarılmak olduğunu, bunun da şeklî hususlarla birlikte O’nun gönül dokusundan hisseler almakla mümkün olacağını ifâde ederdi.
Onun bir başka vefâsı da ehlullah hazarâtına gösterdiği nihâyetsiz muhabbet ve bağlılıkta tezâhür ederdi. Üstâdı Mahmud Sâmi -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’ne karşı dâsitânî bir vefâ hissiyle doluydu. Onun için hayatın en mühim anları, Üstâdı ile buluştuğu, onunla beraber olduğu günlerdi. Otuz yıla yakın beraberliklerinde o büyük velîye hep bir “sıddîk” teslîmiyeti ile bağlı kalmış, hayata ve hâdiselere hep onun gözüyle bakmaya îtinâ göstermiştir. Hayatını o büyük Allah dostuyla zâhiren ve bâtınen beraber yaşamış, onda fânî olmuş, son nefesinde de tıpkı “o” olmuş, onunla aynîleşmiştir.
Kendisine küçük hizmetler sunan torunlarına ve diğer yakınlarına sergilediği âlîcenaplıklar, daha evvel âhirete irtihâl eden büyüklerine, dostlarına, ülkeye hizmet eden güzel insanlara ayrı ayrı, isim isim gönderdiği Fâtihalar, onun vefâkârlığının güzel numûnelerindendir.
Şahsen benim daha kundak yaşımdayken hizmetimi gören hemşireyi, elli beş sene sonra bile aratarak buldurması ve ona izzet ve ikramlarda bulunması da takdîre şâyan bir vefâkârlık misâliydi.
Onun engin nezâket, kadirşinaslık ve vefâsını gösteren bir başka misâl de, kendisinin tedâvisiyle meşgul olan bütün doktorlara, ayrı ayrı ve her sene bir hediye veya mektup göndermeleriydi. Bunu Medîne-i Münevvere’de bulundukları zaman bile aslâ ihmâl etmez, bizlere telefon ederek bu vazifeyi kendileri nâmına yapmamızı isterlerdi.
Nitekim doktorlarından biri, kendisini çok duygulandıran bu vefâ ve kadirşinaslığı şöyle ifâde etmişti:
“Ben bu kadar hasta tedâvi ettim. Hastalarımın bana tedâviden sonra teşekkür edip hediye verdikleri olurdu ama, bir sene sonra ve devam eden yıllarda bunu hatırlayıp da teşekkür eden insan, ilk defa gördüm.”
Sehâveti ve İnfak Coşkusu
Gönlü kırık kimseleri bulup sevindirmek ve muhtaçların derdine derman olmak, Mûsâ Efendi Hazretleri’nin büyük bir mânevî hazla îfâ ettiği ictimâî ibadetlerdendi. Şuurlu ve plânlı bir infak hayatı vardı. O âdeta tek başına bir vakıftı. Muhtelif hayır fonları vardı. Meselâ bir “eytâm” (yetimler) hesâbı vardı. Hayır hesâbından muayyen bir kısmı, yetim çocuklarla ilgilenmek üzere vazifelendirdiği yakınlarına teslim eder ve:
“İşiniz onlara sadece burs vermek değil! Kendi çocuğunuzla nasıl ilgileniyorsanız bu yetim yavrularla da aynı şekilde ilgileneceksiniz!” buyururdu.[34]
Ayrıca bir “kitap” hesâbı vardı. Sâmi Efendi Hazretleri’nin kitapları başta olmak üzere, bilhassa gençliğe ve ümmete faydalı olacak bir kitabı gördüğünde, ondan çokça alır, uygun gördüğü kişilere hediye ederdi. Üniversite gençliğine Osmanlı tarihi ve İslâm kahramanlarıyla alâkalı kitapları hediye ederdi.
Muhterem Üstâdımız’ın “hastalar”la alâkalı bir hesâbı da vardı. Sağlık hizmetleri noktasında çok hassastı. Tedâvi olma ve ilâç alma imkânı bulunmayan hastalarla ilgilenmek üzere, yakını olan bir doktoru vazifelendirmişti. Onların masraflarını, haberleri olmadan karşılardı.
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, belirlediği bu fonlar için, her sene yılbaşında bütçesini yapardı. Bütün bunlar, zekâtın hâricindeki hayırlardı. Zira o, kifâyet ve ihtiyaç hâricini infâk etmek isterdi.
Her vesîleyle infakla ilgili nasihatlerde bulunurdu. Sevenlerini ve yakınlarını, Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf etmeye yönlendirir ve şöyle buyururdu:
“Evlâdım, mutlakâ riyâzat[35] hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara ve Ramazan’a mahsus olmasın! Onu, hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin! Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infâk edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesâbı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, henüz çocuk yaşlarımızda iken biz evlâtlarını terbiye etmek için, aldığımız portakal veya elmanın fiyatını sorar ve:
“–Çarşıdaki bütün fiyatları öğrendiniz mi?” buyururdu.
İki liraya alınabilecek aynı kalitede bir şeyi üç liraya almayı israf sayar ve bizlere iktisatlı olmayı tembihlerdi. Kısacası, kendine harcarken kılı kırk yarardı. Fakat Allah yolunda, cömertçe vermekten derin bir haz duyardı.
Yanımda kendisinden kalan bir defter mevcuttur. Orada zekât, hayır ve hasenat notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- sadece bana gösterir ve îzah ederdi:
“–Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…”
Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu göstermesindeki maksadı da bizleri infâka alıştırmaktı.
Anadolu’nun birçok yerinde ve hattâ yurt dışında, câmi, Kur’ân Kursu, İmam Hatip Lisesi gibi birçok hayır müessesesine onun mühim yardımları olmuştur. Bu yardımları esnâsında herhangi bir cemaat veya grup ayırımı yapmazdı. Anadolu’nun bir yerinden geçerken yarım kalmış bir câmi inşaatı veya bir Allah dostunun bakımsız hâldeki türbesini görse; “Bununla biz meşgul olalım.” buyururdu.
Müslümanı ilgilendiren her hususta gecikmeden oraya koşar ve yakınlarını da teşvik ederdi. Bosna-Hersek, Afganistan ve Kosova savaşı gibi zulümlerin yaşandığı günlerde hemen yardım kampanyaları başlatmış ve hiç şüphesiz en büyük yardımları da bizzat kendisi yapmıştı.
Hiç sevmediği vasıf, pintilikti. Cimrilerin mânen inkişâf edemeyeceklerini söyler ve şöyle buyururdu:
“Cömertlik, Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin mühim sıfatlarındandır. Başta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz olmak üzere bütün peygamberân hazarâtı, ashâb-ı kirâm ve kibâr-ı ehlullah hazarâtı, bilâ-istisnâ bu güzel ve ulvî ahlâkla vasıflanmışlardır.
Bir insan, hem Allah dostu olsun, hem de cimri olsun, bu tasavvur edilemez. Cimriler, Hak -celle ve alâ- Hazretleri’nin nazarında hiç îtibârı olmayan kişilerdir.
Cömertlik, Allâh’ı sevenlerin, âşıkların süsüdür. Hasislik ise, değersiz olanların hastalığıdır, lekesidir. Cömertlik, içerisine her güzelliği alan sıfatların anahtarıdır. Cimrilik ise içerisine her kötülüğü alan seviyesizliklerin anahtarıdır.”[36]
Muhterem Üstâdımız, deryâlar gibi infâk etmesine rağmen, bunu hiçbir zaman nefsine nisbet etmez; verdirenin Cenâb-ı Hak olduğu şuuruyla kendisini bir veznedar olarak telâkkî ederdi. İnfakta edep ve nezâketin, en az infak kadar mühim olduğunu bizzat yaşayarak tâlim ederdi. Bir insanın yapabileceği en büyük zarâfet, nezâket ve taltîflerle ikramda bulunurdu. Hediyesini en güzel şekilde paketler, öyle verirdi. Yine bir kimseye zekât veya hayrattan bir miktar takdîm edeceğinde, kullanılmamış düzgün ve güzel bir zarfa koyar, üzerine güzel bir yazıyla; “İkramımızı kabûl ettiğiniz için teşekkür ederiz.” gibi bir nezâket cümlesi yazardı. Yani o; “…Sadakaları Allah alır…” (et-Tevbe, 104) âyeti mûcibince verdiği şeyi, muhtaçtan evvel Allâh’ın aldığı idrâki içinde idi.
Çocukluğumuzdan beri yaşadığımız şu hassâsiyet, kalbimde dâimâ sehâvetin bir ölçüsü olarak yer etmiştir: Zaman zaman pazar günleri evde güzel yemekler yapılırdı. Muhterem pederim, bu yemeklerden hizmet edenlerin de yemesine çok dikkat eder, göz hakkına riâyet ederdi. Zira o, âyet-i kerîmede buyrulan; “ticâreten len-tebûr / aslâ zarar etmeyecek bir kazanç”[37] sırrına tâlipti.
Tertip, Düzen ve İntizâmı
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- tertip, düzen ve intizâma çok ehemmiyet verirdi. Dağınıklığı hiç sevmezdi. Hayatında nizam ve intizam meleke hâline geldiğinden, kendisinde telâş ve acelecilik hiç görülmez, dâimâ teennî ve vakar ile hareket ederdi. İlâhî irâdeye tam teslim olmanın verdiği gönül huzuru içindeydi.
O, âdeta bir ölçü insanıydı. Yemesinde, içmesinde, kıyafetinde, ibadetinde, infâkında, sohbetinde, sevgisinde, buğzunda hep bir ölçü hâkimdi. Tasavvufu târif ederken bâzen; “Tasavvuf, vakti en değerli olan şeye sarf etmektir.” buyururdu. Bu bakımdan saati, büyük bir nîmet olarak görür ve şu nasihatte bulunurdu:
“Kâinatta canlı-cansız, kürelerden zerrelere kadar, bütün mahlûkâtı tefekkür ettiğimizde, her şeyin muntazam bir şekilde yaşadığını ve seyrettiğini müşâhede ederiz. Bu saltanat-ı ilâhiyye karşısında eşref-i mahlûkat olan insanoğlu, dağınık, saatsiz, nizamsız olmayıp, her işini vaktinde, saatinde icrâ etmelidir.”[38]
Îtidâle Riâyeti
İstikrarlı bir hayatın vazgeçilmez esâsı, ifrat ve tefrite düşmeden îtidâl üzere olmaktır. Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- bu hususta şöyle buyururdu:
“Îtidalli olanlar, aynı zamanda sebatkâr olurlar. Ufak bir şeyden dolayı bırakıp gitmezler. Seyr u sülûkte de bu böyledir. Îtidalli hareket edenler, muhakkak hayatlarının sonuna kadar vazifelerini îfâ ederler. Bâzıları çok heyecanlı olur, fakat arkası gelmez.”[39]
“Bilerek yapılan az ibadet, gaflette yapılan çoktan hayırlıdır. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz çoktan ziyâde, dâimâ ölçülü ve îtidalli hareketleri emrettikleri için ibadette de aynı düstûru tâlim buyurmuşlardır. Bâzen çok ibadet yapana, bu ibadet takatsizlik verir de ikrah hâline düşebilir. Bu sefer azmi, şevki azalır, azı da yapamaz hâle gelir. Teennî ile yapılan her işte hayır beklenir, acele yapılan işlerin de çoğu zaman sonu gelmez…
Allah Teâlâ, rahmet-i ilâhiyyesi mûcibince kullarına ağır mükellefiyetler yüklememiştir. Yalnız kullarının, âcizliklerini idrâk ederek, âdâb üzere, engin bir gönül kırıklığı içinde kendisine ibadet ve itaat etmelerini istemiştir.”[40]
Nezâket ve Zarâfeti
Yüce Rabbimiz, Mûsâ Efendi Hazretleri’nin fıtratına, bediî zevklere ve ulvî güzelliklere karşı müstesnâ bir alâka ve muhabbet meyli lûtfetmişti. Onun bu güzel fıtratı, İslâm medeniyetinin Osmanlı’da zirveleşen edep, görgü ve nezâket anlayışı ile buluşunca bir kat daha zarifleşmişti. Tasavvuf ikliminin getirdiği güzellikler de bunların tâcı olmuştu.
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri’ni örnek gösterek şöyle buyururlardı:
“Üstad Hazretleri herkese karşı bilâ-istisnâ nezâketle, mütebessim bir çehre ve tatlı bir lisan ile konuşurlar, kat’iyyen muhâtaplarını yalnız isimleri ile çağırmazlar, ismin ve soyadının sonuna «bey», «efendi» yahut da güzel bir lâkap takarlardı. Maalesef zamanımızda nezâket Zümrüd-i Ankâ hâline geldi. Herkes birbirine karşı nezâketsizce konuşuyor ve muâmele ediyor, bunun ismine de samimiyet diyorlar. Kabalıkla samimiyetin ne alâkası var? Hâlbuki samimiyetten nezâket doğar. Fıtraten hoş, nazik olanlar müstesnâ, ancak bâzı altmış, yetmişini aşmış İstanbul efendi ve hanımlarında bu nezâket kâidesine uyanlara rastlayabiliyoruz. Hâlbuki hatırşinaslık, nezâketli olmak, İslâmiyetin ana rükûnlarından biridir.”[41]
Rızâ ve Teslîmiyeti
Allah dostlarının nazarında, Cenâb-ı Hakk’ın takdîrine rızâ ve teslîmiyet gösterip dâimâ Hakk’a tevekkül etmek çok mühimdir. Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- bu hususta şöyle buyurur:
“Kul, her varlığın yegâne sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu tam idrâk ederse, insanların, ne mevkide olurlarsa olsunlar, birer âciz zavallılar zümresi olduğunu ve ellerinde mahdut bir salâhiyetten başka bir kuvvetleri olmadığını anlar. En yakınlarına, hattâ çoluk çocuğuna dahî bel bağlamaz. Malına ve makâmına güvenmez. Her şeyin Hak -celle ve alâ-’nın yardımı ile tecellî ettiğini bilir. Yaratan’ına karşı, bilgisi, bağlılığı, sevgisi, teslîmiyet ve tevekkülü artar, yaratılmışlardan hiçbir şey beklemez hâle gelir.”[42]
Muhterem Üstâdımız’ın üzerinde en çok durduğu hususlardan biri de teslîmiyetti. Allah ve Rasûlü’nün her emrine cân u gönülden boyun eğer ve şöyle buyururlardı:
“Bu yolda huzûra kavuşmak, ancak teslîmiyetle elde edilir. Kimi evlâdından, kimi malından, kimi de daha farklı hususlardan iptilâlara düşer. Mü’minin dünyada tam rahatlığı olmaz. Cenâb-ı Hak dâimâ mahzun ve gönlü kırıkların yanındadır. Sadrı dar olanlar ise her şeyden huzursuz oldukları gibi etraflarına da darlık verirler. Böyle kişilerin nâfile ibadetleri çok olsa bile mâneviyattan fazla nasîb alamazlar.”[43]
“Teslîmiyet, gönüldeki kederi ve sıkıntıyı izâle eder; ruh, sevdiği ile beraber olur. Kulun mâneviyattaki derecesi, teslîmiyeti ölçüsündedir… Teslîmiyet noksanlığından birçok verimsiz, üzücü hâller tecellî eder. Her şeyde tereddüdü, vesvesesi artar.”[44]
Muhterem Üstâdımız, hemen her hususta akıl ve basîretle hareket eder ve üzerine düşen zâhirî ve bâtınî bütün tedbirleri lâyıkıyla yerine getirmeye gayret gösterirdi. Ancak netice ortaya çıktıktan sonra da; “Hâli kabûllenmeli ve hâle rızâ göstermeli.” buyurarak teslîmiyet gösterirdi.
Eserleri
Mürşid-i kâmillerin en büyük eserleri, şüphesiz ki yetiştirdikleri kâmil insanlardır. Bununla birlikte daha geniş kitlelere ulaşmak ve daha fazla insanın hakîkatlerle buluşmasına vesîle olabilmek gâyesiyle pek çok faydalı eser de kaleme almışlardır. Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, tasavvuf kültürünün daha ziyâde fiilî ve amelî yönünü aksettiren şu eserleri te’lif etmiştir:
1) İslâm Kahramanları. Üç kitaptan oluşan bir eserdir. Birinci kitapta, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve ashâbının şecaat ve kahramanlıkları, ikinci ve üçüncü kitapta ise daha çok Selçuklu ve Osmanlı döneminde yaşayan İslâm kahramanları anlatılmaktadır.
2) Altınoluk Sohbetleri. Altı kitaptan oluşan bir eserdir. Altınoluk Dergisi’nde aylık olarak neşredilen yazılarından oluşmaktadır.
3) Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmud Sâmi Ramazanoğlu. Mürşidinin hayatını, ahlâkını ve sevenlerinin dilinden bâzı hâtıralarını büyük bir hasret ve muhabbetle kaleme aldığı eseridir. Her cümlesinde emsalsiz bir tevâzû ve nezâket hissedilir.
4) Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi ile Sohbetler. Ömrünün son yıllarında (1996) kendisi ile yapılan ve Altınoluk Dergisi’nde peyderpey neşredilen mülâkatların bir araya getirilmiş hâlidir. Hayatı ve dünya görüşü ile alâkalı en mühim bilgiler bu eserde yer alır.
Son Günleri ve Vuslatı
Muhterem Üstâd’ın bütün hayatı; “İnnâ lillâh” (biz her şeyimizle Allâh’a âidiz) muhtevâsında geçmişti. Seksenli yaşlara gelince ise “ve innâ ileyhi râciûn” (ve nihâyet yalnız O’na döneceğiz)[45] tecellîsi kendini göstermeye başladı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; “Belâların en şiddetlisi peygamberlerin, sonra derece derece sâlihlerin ve diğer kulların üzerine iner…” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 57/2398)
Bir peygamber vârisi olan Mûsâ Efendi Hazretleri’nin iptilâları da ağır olmuştur. Bu iptilâlar, mü’minlerin hem sâfiyetlerini ve terakkîlerini artırır, hem de Cenâb-ı Hak ile beraberlik ve ünsiyetlerini ziyâdeleştirir.
Muhterem Üstâdımız son zamanlarında sanki Rabbine ve sevdiklerine kavuşmanın içten içe hazırlıklarını yapıyordu. Ziyaretçileriyle çoğu zaman ancak göz temâsı kurabiliyor ve sanki bakışlarıyla onları Allâh’a emânet ediyordu. Vefâtından bir müddet önce yazdığı ve sonradan yayınlanan bir yazısında şöyle buyuruyordu:
“Geçenlerde Azrâil -aleyhisselâm- ile göz göze geldik. Güler yüzlü, takrîben 40-45 yaşlarında, sakalsız, Mısırlı kisvesinde idi. Kendisine ısındım. Bu, ecelimin yaklaştığı husûsunda bir îkâz olsa gerek. Azrâil -aleyhisselâm-’ın bakışları çok keskindi, ama neşeli idi. Sanki mânevî bir tebşirât taşıyordu.”[46]
Hastalıkları sebebiyle iki yıllık hareketsizliğin neticesinde, ayaklarındaki kan dolaşımında ciddî rahatsızlıklar ortaya çıkmıştı. Vefâtından bir gün evvel de kangren olan ayağının diz üstünden kesilme zarureti zuhûr etmişti. O gün bu operasyonu gerçekleştiren doktor anlatıyor:
“Kendisini çok görmek istemiştim. Bir türlü fırsat olmamıştı. Kısmet, o son anlara imiş. Ayağının ameliyat vazifesi bana düştü. İki kelimecik işittim o kısa sürede: «Allah… Allah…» Zikir ehlinin, rahatlık zamanlarında da sıkıntı anlarında da yegâne sığınağı zâten hep O değil miydi?”
Bu ameliyattan bir gün sonra da, yani mü’minlerin bayramı olan bir cuma gününde, Üsküdar’ın o coşkulu cuma ezanları arasında, bir aşk-ı ilâhî şehîdi olarak son nefeslerini verip aziz rûhunu Mahbûb’una teslîm etti. Cuma gününe husûsî bir tâzimi vardı. Beyazlara bürünür, huzur ve sükûnet içinde Allâh’ın evlerinden birine giderdi. O cuma da öyle oldu. Yine beyazlara büründü; ancak bu sefer o evlerin sahibi olan Allâh’a doğru yola çıktı. Bir bayram gününde, bayramını Hakk’a vuslatla taçlandırdı.
Muhterem Üstâdımız, bir ömür yana yakıla hep O “Yüce Dost”u aramıştı ve artık vuslat günüydü. Muazzez ruhları, münevver cesedinden ayrılıp Refîk-ı A‘lâ’ya kanatlandığında, takvimler 16 Temmuz 1999 Cuma’yı gösteriyordu.
Rabbimiz kendilerini en güzel ikramlarıyla mükâfatlandırsın ve umduklarına nâil eylesin… Âmîn!
Yâ Rabbi! Bir asra yakın ömrünü Sen’in yolunda tüketen, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinden bir nefes ayrılmayıp, dîn-i mübîne hizmeti kendisine sertâc edinen muhterem pederimizin, üstâdımızın, reh-nümâmızın gönül ikliminden bizlere de hisseler nasîb eyle! Onun, rızâna medâr olan kıymetli hizmetlerini devam ettirmeye bizleri muvaffak kıl! Fânî firâkımızı, Firdevs-i Âlâ’nda, Habîbin Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbet halkasında ebedî bir visâl ile neticelendir!.. Âmîn!
Hak yolunda birleştirdiği gönüller, 17 Temmuz Cumartesi günü öğle namazını müteâkip, cenâzesinin ardından mahşerî bir kalabalık hâlinde akıyordu. Yekvücud olmuş sayısız insan, o anda dünyanın fânî telâşlarından sıyrılmış, uhrevî hislerin derinliği içinde, Allâh’a gerçek bir kul vasfında yönelmenin feyz ve rûhâniyet iklimine ulaşmıştı. Eğik başlar, dökülen sıcak gözyaşları, kulluktan murâd olan gerçek hâlin, zâhirdeki pek âşikâr bir tezâhürü idi. Adım atmakta güçlük çeken o dâsitânî kalabalığın üstünde ise, gören gözler için bir rahmet bulutu hâlinde sayısız melek, kabre doğru süzülerek onu teşyî ediyordu.
Ve nihâyet, kendisine emânet edilen 83 yıllık ömür defterini, Hakk’ın rızâsına mazhar olacak güzelliklerle doldurduktan sonra, yüz akıyla Rabbimizin huzûruna çıkmak için Sahrâ-yı Cedîd Kabristanı’nın kapısına geldi. Hayatı boyunca tevâzû ve mahviyeti şiâr edinmiş bu Hak dostu, ölümünde de mütevâzı bir kabre girerek âdeta hiçliğe büründü. Hüzün, gözyaşı, rahmet ve huzurun birlikte harmanlandığı bu mânevî atmosfer içinde, duâlar ve niyazlarla ebedî istirahatgâhında âile dostlarının arasına katıldı.
Vasiyeti
Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-, her yaptığı güzel işten sonra “el-hamdü lillâh” diyerek, o imkânı bahşeden Rabbine şükreder ve O’nu hiçbir zaman unutmazdı. Öyle ümid ediyoruz ki, can emânetini yüz akıyla Hakk’a teslim ettiği için de gönülden bir “el-hamdü lillâh” demiştir. Vefâtından sonra açılmak üzere yakınlarına bir vasiyetnâme bırakmıştı. O vasiyetnâmenin bir kısmı şöyledir:
“Ey kâinâtı yaratan, yerlerin, göklerin, kürelerin, zerrelerin, insanların, cinlerin, hulâsa bütün mahlûkâtın sahibi, yüceler yücesi, ulular ulusu Allâh’ım!
Vârislerim bu zarfı açtıkları anda, Sen’in huzûr-i ilâhinde olmuş olacağım.
Uzun ömür verdin, en değerli dostlarını fakir için rehber eyledin, dünyevî, uhrevî hiçbir şeyi esirgemedin, bol bol ihsân eyledin! Buna rağmen gayrete gelip de lâyıkıyla kulluk edemedim, koskoca ömür böylece geldi geçti. Hatâlar, noksanlıklar birbirini takip etti. Gönlümün istediği gibi yeşeremedim. Yalnız Sen’in yüceliğinle, Rahmânlığınla, Settârlığınla ve Gaffarlığınla tesellî buldum.
Bu hakir, zayıf kulunun günahlarını, hatâlarını bağışla! Çünkü o Sen’i, Rasûl-i Edîb’ini ve bütün Sen’i sevenleri ve sevdiklerini sevmiştir. Bu da yine Sen’in lûtf u ihsânınla, kereminle, inâyetinle zuhûr etmiştir.
Gerek vârislerime, gerek onu takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle! Hepsine kavî îman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme ki bir taraftan kulluklarına devam ederken diğer taraftan Sen’in kullarına hizmet etsinler ve her an Sen’i tevhid edenlerden olsunlar!”[47]
“Her dünyaya gelen, vakti saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî hayata intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür. Fakir de bu hususu nasîbim derecesinde bildiğim hâlde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum hâlde kendime çeki düzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu, şerefli hayatlarını okudum; nefsimde tatbik edemedim. Hatâlarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin mağfiretini, bağışlamasını umarım; çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır. Vârislerimin İslâmî hukuka riâyet ederek hayatlarını değerlendireceklerini umarım.” [48]
Hikmetli Sözleri
- “Mü’min, güzel hâlinin değişip kötüye dönmesinin, bilerek veya bilmeyerek işlediği bir günahın neticesi olduğunun idrâki içinde bulunmalıdır.”[49]
- “Mü’min, işlemiş olduğu küçük günahını dâimâ büyük görmelidir. Allah dostları en ufak zellelerini dahî dağlar gibi cesîm görürler, derin bir mahviyet içinde Cenâb-ı Hakk’a gözyaşları ve büyük bir teessür içinde istiğfâr ederler.”[50]
- “Akıllı kişi, evvelâ çuvalın deliklerini yamar, ondan sonra içini doldurur. Delik yahut çatlak olan kaba ne konursa konsun, içindekini muhâfaza edemez.”[51]
- “Akıllı insan; düşük ahlâklı, diyâneti zayıf insanlardan hem kendisini hem de yakınlarını korumalıdır. Mümkün mertebe onlarla mesâfeli kalmalıdır. Çünkü kişi, kiminle ülfet ederse, onun hâli ve ahlâkı kolaylıkla kendisine in’ikâs eder.”[52]
- “Kulu mârifetullâh’a ulaştıracak özler, yani tohumlar vücut toprağında hazır beklemektedir. Bunların filizlenmesi için hamd, şükür, zikir ve fikre devam etmek lâzımdır… Mârifet ilminin başı, ilâhî sanatın sırları üzerinde tefekkürdür.”[53]
- “Sâlim ve mâsivâdan arınmış bir kalple yapılan murâkabe ve tefekkür neticesinde insan, kitaplardan öğrenemediği birçok rûhânî bilgilere sahip olur.”[54]
[Zira Cenâb-ı Hak buyurur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ
“…Allah’tan korkun (takvâ üzere olun!) Allah size bilmediklerinizi öğretir!..” (el-Bakara, 282)]
- “Kötü ahlâklı kişilere tebliğde bulunurken leyyin/yumuşak bir lisan kullanmalı ve mütevâzı davranmalıdır. Onları kat’iyyen ayıplamamalıdır. Çünkü kişi ayıpladığı şeye daha hayattayken kendisi de müptelâ olabilir.”[55]
- “Dînî hükümleri sâlih âlimlerden sorup öğrenmek lâzımdır. Zira onlar takvâ sahibi oldukları için fetvâları daha isâbetli ve daha tesirlidir. Diğer taraftan ilmi, mal ve mevkiye kurban eden dünyacı âlimlerden de mümkün mertebe uzak durmalıdır.”[56]
- “Evlâdına dînini öğretmeyen ana-babalar, dünyanın en merhametsiz insanlarıdır… Dînî terbiye vermeden evlât yetiştirmek, sobada yakmak için ağaç yetiştirmek gibidir.”[57]
- “Yüz tâne yarım insanı toplasanız, bir (tam) insan etmez.”[58]
- Müslüman temkinli ve tedbirli olacak, ama aslâ korkak olmayacak.[59]
- “Büyükler nefs tezkiyesinin farz-ı ayn olduğunu ifâde buyurmuşlardır.”[60]
- “Farzlardan sonra en mühim ibadet, mü’minlerin gönüllerini almaktır.”[61]
- “İnsanlarla iyi geçinmek kadar kişinin aklının, ilminin ve hilminin çokluğuna delâlet eden başka bir şey yoktur.”[62]
- “Şunu iyi bilmelidir ki asıl kerâmet, riyâdan uzak kalarak ve kullardan hiç karşılık beklemeden, tam bir ihlâs ve teslîmiyet üzere son nefesimize kadar Cenâb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifemizi îfâ etmektir. Yani esas kerâmet, istikâmettir.”[63]
- “Sâlik, bir taraftan büyük bir îtinâ ile evrâdını yapmalı, bir taraftan da lâzım, hattâ elzem olan kendi nefsindeki ayıp ve kusurları arama vazifesini îfâ eylemelidir.”[64]
- “Mürşidler, sâliklerin merhamet, sehâvet, güzel ahlâk sahibi ve mütevâzı olanlarını severler ve onlar ile ferahlanırlar.”[65]
- “Vaadin küçüğü büyüğü olmaz! Sözünde durmamak münâfıklık alâmetlerindendir.”[66]
- “Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- borcu müslümanlara mekruh kılmıştır. Zira, hür ve sağlam insanın nazarında borç, dâimâ ağır bir yük, acı bir minnettir.”[67]
- “İslâm’ın emrettiği ibadetler, hep kulların menfaat ve maslahatları içindir. Yoksa Allah Teâlâ’nın bunlara hiç ihtiyacı yoktur. Hak Teâlâ, müstağnî olduğu hâlde kullarını emir ve nehiylerle yüceltmiş ve onlara yükselme yollarını açmıştır. Biz âcizlere düşen de bu büyük nîmetin şükrünü tam olarak îfâ eylemektir.”[68]
- “Hak dostları herkesin ağırlığını yüklenmeyi kendilerine düstûr edinmişlerdir.”[69]
- “Gayretimiz hizmet etmektir, ama nefer olarak!”[70]
- “Ben işin büyüğünü yapıyorum diye küçüğünü ihmâl etmek olmaz. Zira küçükler birikince büyük olur.”[71]
Dipnotlar:
[1]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından: Hacı Mûsâ Topbaş Efendi ile Sohbetler, haz. Erkam Yayınları, 1999, s. 45, 58.
[2]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 42.
[3]. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 45.
[4]. Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 45; VI, 24, 65, 98; Sultânü’l-Ârifîn, s. 55.
[5]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 172.
[6]. Allah Dostunun Dünyasından, s. 46.
[7]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 40-41.
[8]. Bkz. Sevenlerine yazdığı mektuplarından, Altınoluk, sayı: 162, s. 6, Ağustos 1999; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 52-53; III, 210.
[9]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn, s. 19-20.
[10]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 43; V, 79.
[11]. Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 184.
[12]. Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 98; IV, 84; V, 40.
[13]. Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 22, 80-81.
[14]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 10.
[15]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 43-44, 57-59; VI, 64, 67, 94-95, 100; Allah Dostunun Dünyasından, s. 76.
[16]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 103, 180-181.
[17]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 117, 167, 220; V, 78-79.
[18]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 248.
[19]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 237.
[20]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 167.
[21]. Altınoluk, sayı: 162, s. 6, Ağustos 1999.
[22]. Allah Dostunun Dünyasından, s. 181.
[23]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 76.
[24]. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 82.
[25]. “Mektuplarından”, Altınoluk, Sayı: 162, s. 5, Ağustos 1999.
[26]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 86.
[27]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 189-190.
[28]. Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 164; V, 21-23, 80-81; VI, 106.
[29]. Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 164, 189; V, 22.
[30]. Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 191, 192; V, 80.
[31]. Bkz. Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 123, 127.
[32]. Muzaffer Işıkveren Bey’in yazıp gönderdiği husûsî not.
[33]. Bkz. A‘râf Sûresi, 172.
[34]. Abdullah Sert, “el Vedûd İsminin Mazharı Bir Allah Dostu”, Altınoluk, Sayı: 245, s. 11, Temmuz 2006.
[35]. Riyâzat: Nefsin arzularına karşı kendini tutmak ve nîmetleri kendi adına kullanırken kifâyet miktârıyla yetinmek.
[36]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 40-41.
[37]. Bkz. Fâtır, 29.
[38]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 125.
[39]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından, s. 148.
[40]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 142; II, 98-99; Zâhide Topçu, “Merhum Mûsâ Topbaş Efendi”, Şebnem Dergisi, sayı: 4, s. 112, Nisan-Haziran 2003.
[41]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 70.
[42]. Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 91-92.
[43]. Zâhide Topçu, “Mûsâ Efendi İle Bursa Seyahati”, Şebnem Dergisi, Sayı: 9, s. 7, 2004.
[44]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 112-114.
[45]. Bkz. el-Bakara, 156.
[46]. “Kendi Kalemlerinden Kısa Terceme-i Hâl”, Altınoluk, sayı: 162, s. 12, Ağustos-1999.
[47]. “Vasiyet Yerine”, Altınoluk, sayı: 162, Ön kapak arkası, Ağustos 1999.
[48]. “Vasiyetlerinden…”, Altınoluk, sayı: 162, s. 20, Ağustos 1999.
[49]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 198.
[50]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 63.
[51]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 36.
[52]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 33.
[53]. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 35-36.
[54]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 89.
[55]. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 257.
[56]. Sâdık Dânâ, a.g.e, IV, 171.
[57]. Sâdık Dânâ, a.g.e, IV, 116-117.
[58]. Sâdık Dânâ, a.g.e, V, 56.
[59]. Allah Dostunun Dünyasından, s. 192.
[60]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 24.
[61]. Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 9.
[62]. Sâdık Dânâ, a.g.e, II, 24.
[63]. Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 57.
[64]. Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 146.
[65]. Sâdık Dânâ, a.g.e, I, 191.
[66]. Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 44.
[67]. Sâdık Dânâ, a.g.e, III, 192.
[68]. Sâdık Dânâ, a.g.e, IV, 158.
[69]. Allah Dostunun Dünyasından, s. 81.
[70]. Allah Dostunun Dünyasından, s. 82.
[71]. Allah Dostunun Dünyasından, s. 105.