Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, manevî terakkinin ancak seyr u sülûk yoluyla gerçekleşebileceğine inanırdı. Böyle bir eğitimi de hemen herkes için zaruri görürlerdi. Gönül âlemi inkişaf etmemiş kimselerin gerçeği göremeyeceklerini ve bu sebeple de kulluğun hakikatine ve zevkine vâsıl olamayacaklarını ifade ederlerdi. İnsanları değerlendirirken onların hâllerine nazar ederler ve Allâh’a kurbiyetleri derecesinde insaniyetten nasip alacaklarına işâret ederlerdi. Buyururlardı ki:
“İnsanlar iki kısımdır: Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olanlar, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamayanlar. Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamayanlar, zâhiren ibâdet ederler. İbadetleri çoktur, sehere kalkanlar bile vardır. Fakat kalp vaziyetleri inkişaf etmemiştir. Herşeyi kendilerine mâl ederler. Ben yaptım, ben ettim vs. derler. Kardeşlerini lâyıkıyla sevemezler. Hâlbuki hakiki bir kul, herşeyin Cenâb-ı Hak’tan olduğunu bilir”[1].
Yine insanın zâhiren bilgi sahibi olmasının yeterli olmadığını, her halukârda manevî eğitim görmenin zaruretini beyan ederlerdi. Hatta bir sohbetlerine Muhammed Pârisâ’nın şu sözleriyle başlamışlardı:
“Bir kimse ister edib, ister müfessir, muhaddis, fakih veya kelâmcı olsun, ilmin hangi dalında derinleşmiş bulunursa bulunsun, dünyadan ve dünyevî arzulardan, mal ve makam sevgisinden, halktan ve bütün dünyevî lezzetlerden, zevklerden kalben yüz çevirip kendini mârifetullah yoluna vakfetmedikçe, dinin hakikatlerini hâliyle ve kâliyle yaşamadıkça avamdan sayılır”[2].
Seyr u sülûkün insanın içindeki niyeti tashih edeceğini ve böylece insanın gerçek kulluğa ancak bu şekilde erişebileceğini şöyle izah ederlerdi:
“İnsan ne kadar ibâdet ederse etsin, bütün ömrü secde ile ve oruçlu geçsin, ancak sevap kazanır. Mânen terakkiyât ancak seyr u sülûk yoluyladır. Seyr u sülûk görmedikten sonra bir insan haddini bilemez. İstediği kadar âbid de olsa zâhid de olsa, harama helâle dikkat edemeyecek hale gelir. Ancak seyr ü sülûk yoluyla insan, ihlâsı, gayreti ölçüsünde kemale erer ve o zaman Kur’an ahkâmını layıkı vechile yerine getirebilir.
Seyr u sülûk yoluyla insan ne oluyor? Nefsini biliyor. Allah Teâlâ’yı ancak nefsini bilen bilebiliyor. Nefsini bilemeyen, istediği kadar zâhid olsun, âbid olsun, bilgi sahibi olsun o kâfi gelmiyor.
Bir mü’min nefsini bildi mi o zaman mana değişiyor. Herşeyi Cenâb-ı Hakk’a irca ediyor. Her ne zuhur ederse etsin, o Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıdır diyor ve öyle kabulleniyor. Görüşü değiştiği için de her hattı hareketi ibâdet oluyor. Meselâ üç-beş kuruş kazanmak isterse, gaye değişiyor. Evvelce «Ben mal mülk sahibi olayım, yiyeyim, içeyim, ev-bark sahibi olayım, herkes beni alkışlasın» şeklinde nefsâni düşüncelerle uğraşırken, tekâmül ettikçe, «Cenâb-ı Hakk’ın verdiği üçbeş kuruşla hem helâlinden ailemin nafakasını temin etmiş olurum, hem de cemiyet-i İslâmiyete hizmet ederim» demeye başlıyor. Ve niyetteki mana değiştiği için dünyevî çalışmaları da ibâdet oluyor. İnsanın düşüncesi hep Cenâb-ı Hak oldu mu, herşeyi ibâdet oluyor. Yemesi ibâdet, uyuması ibâdet, ailevî münasebetler ibâdet… Çünkü mânâ değişiyor”[3].
Manevî terbiye görmemiş nefs-i emmâre, insana sürekli kötülüğü emreder. “Ben” merkezli bir hayat sürmeye çalışır. Nefsânî haz ve zevklerini her şeyin önüne geçirir. İbâdet ve hayırlar, böyle bir kimseye çok ağır gelir. Hakikat âlemi kendisine kapalı olduğundan, dünya nimetleriyle itmi’nân bulmaya çalışır. Allah’tan gafil olması sebebiyle de belâ ve musibetler âdetâ onu isyana sürükler. Hayat, sıkıntı ve ızdıraplar içinde çekilmez olur. İşte seyr u sülûk, insana, kulluğu ve hayatı zevkli hale getiren bir gönül kazandırır. Muhterem Üstâz manevî eğitimin bu yönüne de şöyle işâret ederlerdi:
“İnsan maneviyat yoluna girdikçe şevki, aşkı artar. Ona hiçbir şey ağır gelmez. İbadet etmek, haramlardan kaçmak hepsi zevk hâline gelir. Musibetlere tahammül, kaza-kader bahsine icabet kolay hale gelir. İsteklisine ve gayretli olana maneviyat yolunu engelleyecek hiç bir şey yoktur.
Dön dolaş, bütün iş insanın kendi benliğini bırakması. Kendi benliğini bıraktı mı insan, işte o zaman kâmil oluyor. Ne kadar kolay hâlbuki, ama ne kadar da zor benlikten geçmek. Benlikten geçti mi ne oluyor; herşey süt liman oluyor; artık herkes dost onunla. Hiçbir ferde, bilhassa müslümana karşı düşmanlık nedir, bilmiyor”[4].
Seyr u sülûk, Hak dostluğuna giden bir yoldur. Kul için bu dünyada kazanılabilecek en büyük saâdet, Allâh’ın dostluğuna erişebilmektir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bu manevî yolun kıymetinin iyi idrak edilebilmesi için bu hususu şöyle dile getirmişlerdi:
“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’a vâsıl oldu mu, her şeye vâsıl oldu. Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamadı mı, dünya kadar şöhreti olsun, bütün dünya alkışlasın hiç kıymeti yok. Hak Teâlâ, çok sevdiği, veliliğe istidatlı olan kullarına bu yolu nasîp eder. Bu yola giren sâlik, ihlâs, sebat ve gayreti sayesinde büyük veliler derecesine çıkabileceğini kati olarak bilmelidir. Çünkü yolumuz büyük veliler yoludur. Büyük veliler yolu olduğuna göre biz de kendimizi ona göre hazırlayacağız. Bahâüddin Nakşibend Hazretleri, Abdülkadir Geylanî, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu gibi velilerini madem Cenâb-ı Hak muvaffak eylemiş, bizler de onların yolunda olduğumuza göre âdaba ihlâsla riayet edersek, o güzel lütuflardan bizlere de birer nebze nasip eder inşallah. Biz madem onları seviyoruz, onların yolundayız; gayret edildi mi Cenâb-ı Hak aynı neşeyi bize de verir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın hazinesi geniş. Bu işi ciddi olarak, seve seve yapalım ki terakkî edelim.
Mürşid-i kâmillerin bütün gayret ve himmetleri, sâlikleri şımartmadan, ucub ve kibre düşürmeden, güzel ahlâk üzere Hâlık Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine vâsıl etmektir”[5].
Tasavvuf, “ham insandan zarif insan, kâmil insan çıkarabilme sanatıdır” diye de tarif edilir. “İnsân-ı kâmil” olma bakımından en zirve noktayı Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz temsil eder. Bir insanın kemâli, ona yakınlığı nispetindedir. Yolu O’na uğramayan bir kimsenin Hak dostluğuna erişmesi imkânsızdır. İşte manevî eğitimin tüm çabası, öncelikle Allah Rasûlüne hem zâhirde hem de gönül âleminde yaklaşabilmektir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bu hedefi de sürekli hatırlatır ve buyururlardı ki:
“Bir insan bütün ömrünü ibâdetle geçirse, alnı secdeden ayrılmasa, her gün oruçlu olsa, bütün malını mülkünü Hak yolunda feda etse, yine kâmil insan olamaz. İlle de Fahr-i Kâinât Efendimizin yolundan gitmekle mükellefiz. Onun ahlakıyla ahlâklanmaya çalışılacak. O ne yaptı, ne etti ise onu muhakkak nefsimizde takbik etmeye sa’y ü gayret edeceğiz. Hakiki terakkiyat bununla olacaktır.
Tasavvuf bir derya. Çok dereceler var. Derecenin derecesi var. Onu ancak Cenâb-ı Hak’la kulu bilir. Kaleme kitaba gelmeyen mevzular. Dersler var meselâ, kalp, ruh, sır, hafi, ahfa diye gidiyor gidiyor, muhabbette bitiyor. Ama o kâfi mi? Hayır, kâfi değil. İllâ Fahri Kâinat Efendimizin ahlâkıyla ahlâklanmak, edebiyle edeplenmek… Yani her an Cenâb-ı Hak’la beraber olmak. Hiç bir nefesi ziyan etmemek. Bu yapabilen için çok faydalı bir şey”[6].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, içinde bulunduğu manevî yolun ehemmiyetine son derece inandığı içindir ki, kendisini âdeta bu ulvî yola adamış ve bir ömür boyu sevenlerini bu inceliği kavramaya ve gereğini yapmaya davet etmiştir.
[1]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 60-61.
[2]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 39.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 34-35.
[4]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 36; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 172.
[5]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 46; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 24, 65, 98; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 36; Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 55.
[6]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 64-65; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 46.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-