Altınoluk Dergisi | 12. SAYI | 1987 Şubat
Muhterem Okuyucularımız,
BU mühim yazı dizisini kaleme almamıza cüret etmek mecburiyetinde kalışımızın sebebi, gerek halihazırdaki gerekse istikbaldeki nesle büyük bir Allah dostunu tanıtmak, hakîkî mürşid-i kamillerin ne olduğunu bildirmek ve sevdirmektir. Yoksa bizim yazabildiğimiz deryadan bir katre mesabesinde bile değildir.
Hakikatte Allah dostlarının insanlar tarafından övülmeye, sena edilmeğe ihtiyaçları yoktur. Çünkü ulu Mevlamız Rabbü’l -alemîn Hazretleri, onları sevmiş, derecelerini ali eylemiş; onları seveni de kendisini seviyor saymış… Bu sevilenlerden birisi de Sultanü’1 arifîn Adana’lı Mahmud Sami Ramazanoğlu -kuddise sırruh- hazretleridir.
Her türlü fezail ve kemalatı üzerinde cem’eden bu zat’ta Allah ve Peygamber aşkı o kadar kuvvetli tecellî etmiş idi ki, Rabbımız Teala hazretlerinin izni ile her hal ü hareketleri Kur’an-ı Kerîm ahkamına ve şefiü’l-müznibin olan Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin adabına ve sünnet-i seniyyesine uygundu.
Bu bakımdan bu büyük velînin menakıbını abdestli olarak, büyük bir saygı, ta’zim ve itina île okuyan veya dinleyen mü’minlerin ma’nen istifade edecekleri muhakkaktır. Çünkü bu menakıb herhangi düzme bir hikaye veya roman değil, ma ‘nevî hakîkatlardandır.
Allah Teala ve Tekaddes hazretleri cümlemizi kendisine layık kul, Fahr-i Kainat efendimiz hazretlerine layık ümmet, güzeran etmiş olan cümle büyüklerimizin şefaatlarına nail eylesin, dünya ve ahiret seadetleri versin. Bilerek, bilmeyerek yapmakta olduğumuz hatalarımızı afveylesin.. Cehennem azabından muhafaza buyursun… Amin…
Sadık Dânâ
Doğumları, 1892 Adana.
Vefatları, 1984, Şubat 12, Medine-i Münevvere.. 1404. C.evvel 10, Sabaha karşı saat 4.30 da..
Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyaya gelmişlerdir.. Asil bir soya mensûbdurlar. Ramazanoğullarından, şecereleri Nûreddin Şehîd yoluyla Halid îbni Velîd -radıyallahu anh- hazretlerine dayanır.
Babasının ismi Mücteba, dedesinin Abdürrahman, büyük dedeleri İshak ve Hüseyin Efendilerdir.
Şöyle bir menkıbe anlatılır:
Bir gün Hızır aleyhisselam, evlerinin kapısına gelerek, hizmetçi kadın vasıtasıyla muhterem büyük validemizi kapıya çağırır. Her ne kadar validemiz, kızım ne isterse kendilerine ver tenbîhatında bulundular ise de ziyaretçi; hayır muhakkak kendisi ile görüşmem lazımdır diyerek ısrar edince, mecburen kapının arkasına gizlenirler ve aralarında şöyle bir muhavere geçer:
–“Kızım hamile olduğunu biliyor musun? Senin vasıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek ve sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben bulunacak, uzun müddet İslamiyete hizmet edecek. Bu müddet zarfında haram ve helale dikkatli ol ve ismini de Mahmud Samî koy.” müjdesini vermiş ve teberrüken de bir gömlek istemiş ve gömlek getirilinceye kadar kendisi gaib olmuştu.
Az sonra, denildiği gibi, bu büyük zat dünyaya teşrîf etmişler, uzun müddet kaliyle, haliyle, adab ve erkanı ve yüksek fıtrî kabiliyeti ile kendini İslamiyetin şerefli, ulvî yoluna vakfetmiş, hayli değerli insanlar kendisinden istifade ve tefeyyüz etmişlerdir.
MAHMUD SAMİ HAZRETLERİ ŞEMAİL ve AHLÂKLARI :
Uzuna yakın, orta boylu, nahîf bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, çukurca ela gözlü, zayıf olmasına rağmen mütenasib vücüdlu idiler. O nûranî sîması daima değişirdi. Yani şeklini çizmek, tesbît etmek imkansızdı. Sîmalarındaki halavet ve melahatın güzelliği tarif edilemezdi. Orta boylu olmalarına rağmen daima yakınında bulunanlardan uzun ve heybetli görünürdü. Halîm, selîm yumuşak ahlaklı, melek sıfatlı. Yakînen tanıyanlar melek Samî Efendi derlerdi. Sırasına göre gayet şecî ve cesurdu. Yüzleri mütebessim olmasına rağmen, içleri daima hüzünlü ve düşünceli idi. Vakar, temkîn ve itidal ehli idi. Nitekim bir şair;
O ki, aleme sultan, veliyy-i alîşandı.
Latif ruhlara rehber, bu ümmete nişandı.
Onda idi tevazu, ahlak edeb ve haya
Benim gücüm elvermez her birini saymaya” demiştir.
Temiz, sade ve düzgün giyinirdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını kulaklarının memesine kadar uzatırdı. Suhuletle, ağır ağır yürürler fakat çok yol kat ederlerdi. Yanındaki refikleri ne kadar uzun boylu olsalar bile kendilerine yetişmek için adeta koşmak zorunda kalırlardı. Nitekim bir şair de kendileri için:
Yavaş yavaş gidişinde tabiî bir sür’at vardı.
Koşar gibi yürüyenler, ondan geri kalırlardı, demiştir.
Pek az yerler, pek az uyurlar, daima sükutu ihtiyar ederlerdi. Zaruret halinde pek kısa kelimelerle muhatablarının seviyesine göre konuşurlardı. Fem-i Saadetlerinden ne bir kelime noksan ne de bir kelime fazla çıkardı. Her mana ve kelimesi yerli yerinde idi. Tane tane, seçkin olarak konuşurlar, mühim olanları üçer kere tekrar ederlerdi.
Sohbet mevzularını, ayet-i kerîme, hadis-i şerîfe, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin ve diğer enbiya-i izam, ashab-ı kiram ve evliya-yı zevil-ihtiram hazeratının ahlakları, gazaları, Allah yolunda fedakarlıkları, sabır ve tehammülleri, tavır ve hareketleri ve nasîhatları teşkîl ederdi.
Kalb mevzuunda ısrarla dururlar, bilhassa Fahr-i Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hazretlerinin;
-“Cesedde bir çiğnem et vardır. O salih olursa, bütün cesed salih olur, o fasid olursa bütün cesed fasid olur.” diye mevzua girip kalbin nazargah-ı ilahî olduğundan bahsederek, Ka’be’nin banisi İbrahim aleyhisselam, fakat kalbin banîsi Cenab-ı Hak olduğuna işaret ederlerdi.
Bilhassa kendilerinin terbiyesi ile meşgul oldukları kimselerin, noksan hallerini gördükçe üzülürler, fakat yüzlerine karşı ve arkalarından -te’villi sözler bile olsa- bir şey demezlerdi. Her hal ve hareketlerinde nezaket ve nezahet sezilirdi. Bilhassa Hak yolcularının, ihlaslı, müstakim, zekî, nazik, nezîh, edebli, mahviyetli, fedakar, dirayetli, sehavetli, merhametli, herkesle geçimli, hulasa tam manası ile ahlak-ı hamîde sahibi olmalarını arzu ederlerdi. Sohbetlerinde, meclislerinde bulunanlar niyet, nasîb, kabiliyetlerine göre muhakkak ma’nen ve ruhen istifadeli olarak ayrılırlardı. Evradlarını ihlas ve istikamet üzere tatbîk edenlerde adeta gözle görülür şekilde değişiklikler ve inkişaflar olurdu.
Kibrin yerini tevazu ve vekar
İmansızlığın yerini, derin Allah sevgisi, Peygamber sevgisi
Batılın yerini Hak
Hasedliğin yerini merhamet
Cimriliğin yerini sehavet
Anlayışsızlığın yerini fetanet
Tembelliğin yerini dirayet, gayret
Korkaklığın yerini cesaret
Kötü görüşün yerini müsamahalı görüş
Kabalığın yerini nezaket
Dağınıklığın yerini tertiplilik ve nezafet
Bilgisizliğin yerini edeb, irfan
Aceleciliğin yerini itidal ve teenni
İddiacılığın yerini, yerinde uysallık.
Mahlûkat düşmanlığının yerini herkesi hallerine göre sevmek alırdı.
Gene üstaz hazretleri hakkında bir şair der ki:
O irfan diyarının tahtında hükümdardı.
Onda Ebubekr’in (radıyallahu anh) rikkat ve hilmi vardı
Herhangi bir kimseye değse şefkat nazarı
Altık o kutlu kişi olur bal yapan arı…
Muhterem ûstaz hazretlerinin hiçbir fert ile çekiştiklerini, münakaşa ettiklerini, gıybetini yaptıklarını, münazaraya girdiklerini gören işiten yoktu. O büyük Allah velîsinin her an ader bahsine hakkıyla vukufları olduğu için hiç bir kimse hakkında sû-i zanda bulunmazlardı. Settarü’l-uyub (ayıb örtmek) ve afvedicilik Cenab-ı Hakk’ın ulvî sıfatları olduğu için Hakk’ ın yüksek seviye deki velîsi olmak sebebiyle bu mühim sıfatlar kendilerinde görülürdü.
Sevenlerini kat’iyyen ümitsizliğe düşürmezlerdi. Huzur-u alilerine gelenler (her ne kadar ihmalci ve hatalı halleri var ise de) büyük bir huzur ve ümit içinde yanlarından ayrılırlardı.
Sükut ve edeb ehlini çok severler, yanlarında yer ayırır, iltifatta bulunurlardı. Bir an olsun, bir mü’minin, bir mahlukun kalbini kırsın, gafilane bir harekette bulunsun vakî değildi. Her hatt u hareketleri ölçülü, nizamlı, yerli yerinde idi. Hulasa asırların yetiştirdiği istisnaî bir şahsiyetti. Seçmelerin seçmesi olan zümrede ne mevcud ise belki, Hâlik Teala ve Tekaddes hazretleri kendisine onlardan daha ziyadesini bahşetmişti. Tam manası ile “eddebenî rabbî” sırrına ermişti.
Makam ehli idi, riyazat ehli idi, keramet ehli idi. Muamelatta yekta idi. Kendilerini ilk ziyaret eden kimsenin ma’neviyatta nasîbi var ise -Cenab-ı Hakk’ın izni ile- bir nazarda kemale erdirir, bambaşka bir aleme daldırır, yani ölmeden evvel, dünyanın ve ukbanın bütün sevgi, meşgale ve isteği kalbinden alınır ve ma’rifet-i ilahiyye sırrı tecellî ederdi. Basar gözü basîrete münkalib olup, Hakk’ı hak, batılı batıl olarak görürdü… Mizacında, ahlak ve muamelatında hayret edilecek inkişaflar olurdu. Hulasa taklîdî îmanın yerini îkan-ı hakîkî alırdı.
Halbuki nice insanların şahsî, kendi gayretleri ile rehbersiz olarak birçok ibadet, riyazet ve zühdleri olur, buna rağmen dünya, mal evlad ve sair sevgileri kalblerinden atamazlar. Hatta bilakis bu dış ibadetleri bazılarını gurura götürür, kendi hatalarını göremeyip başkalarının ayıpları ile meşgul olurlar.
Muhterem ûstaz hazretleri hiç kimseye kızmazlar, hiç kimseden kırılmazlar, hiçbir hareketlerinden dolayı karşılık beklemezlerdi. Kendilerini seven ile yeren nazarlarında müsavi idi. Yeren kimse hatasını idrak edip de ciddî olarak halisane samimiyetle özür dilerse hemen afvederlerdi.
Secde yerine, önlerine bakmaları adetleri idi. Sohbetlerini yüksek sesle yapmamalarına rağmen en uzakta oturan kimse en yakında oturan kimse gibi rahatlıkla mevzuu takib edebilirdi. Sohbetlere bir hafız efendinin okuduğu aşr-ı şerif ile başlanır. Sadat-ı Kiram hazeratının ruhlarına bir fatiha-i şerîfe ile üç ihlas-ı şerîf okunur ve daha sonra mevzua geçilirdi. Bütün konulan kitap ve defterden okumalarına veya huzurlarındaki herhangi bir şahsa okutmalarına rağmen kalb mevzuunda bizzat kendileri irticalen konuşurlardı… ayet-i kerimelerini okuyarak, “Hak teala ve tekaddes hazretlerinin insanları ahsen-i takvim üzere yarattığını” ve “beni Adem’i mükerrem kıldığını” ve “Allah indinde en mükerrem olanların da ittika sahibi”yani Rabbü’l alemin hazretlerini hakkıyla bilen, hakkıyla seven ve gene emirlerini noksan yapmaktan dolayı hakkıyla korkan ve her an Azîmü’şşan’ ın emirlerini nefsinde, fîilinde hakkıyla tatbîk eden yani feraiz-i ilahiyyeyi ifa eden, yasaklardan tam sakınıp sünnet-i seniyyeye layıkı vechile ittiba edenlerin olduklarını beyan ederlerdi.
“Sizi abes olarak mı yarattık?”
“İnsan başıboş bırakılacağını mı zannediyor?”
Halık teala ve tekaddes hazretleri kulunun kendisini bilmesini, azamet-i ilahiyyesi önünde mütevaziane, kırık kalble, ubudiyet vazifesinin gereğinin yerine getirilmesini ister. İnsan yaratanını bildikten sonra O’nun Kur’an-ı Kerimdeki emirlerini yerine getirmekle vazifelidir. Kulluk vazîfesinin ifasında yalnız dıştan yani bedeni ibadetin kafi gelmeyeceğine göre, iç yani gönül alemine yönelmek yani masivadan alakayı kesip ma’rifet-i ilahiyye ilmine yönelmek.
Nitekim Hace-i kainat, eşref-i mahlükat olan Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretleri Tebük seferinden yorgun, argın, bîtab bir vaziyette döndüklerinde at üzerinde ashab-ı kiram hazeratına hitaben:
-“Küçük, cihaddan büyük cihada geldik” buyurmuşlardır.
Nefisle cihad ibadetlerin en şereflisi ve ehemmiyetlisidir.
Gavsu’l-a’zam Abdülkadir Geylanî hazretleri buyurmuştur ki:
– “Batınî cihad, zahirî cihaddan daha zordur. Zira o, kişinin bizzat kendisindedir,devamlıdır. Batınî cihad, zahirî cihaddan nasıl zor olmasın ki,O nefsin işlemeğe alıştığı haramları bırakmak, Şeriatın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Her kim de Allah teala ve tekaddes hazretlerinin her iki cihad hakkındaki emirlerine uyarsa onun için hem dünya hem de ahiret mükafatı hasıl olur.(1)
Ebûbekr Saydalanî kuddise sırruh:
– Ancak nefsin ölümünde hayat vardır, kalbin yaşaması nefsin ölümüne bağlıdır.
– En büyük nimet nefsinden sıyrılıp çıkmandır. Zira seninle Allah arasında en kalın perde nefistir.
– Nefis ile nefisten çıkmak mümkün değildir. Nefisten ancak Allah ile çıkmak mümkündür. Bu ise iradeyi Allah için sıhhatli hale getirmekle olur.(2) buyurmuşlardır.
Dipnotlar :1. el-Fethu’r-rabbanî, Sohbet: 8 2. Tezkiretü’l-evliyâ: 752