Kur’ân-ı Kerim’de, ilâhî müjdeye nâil olacak müminlerin vasıfları peş peşe sayılırken, onlardan bir grubun da Allah rızâsı için “sefere çıkanlar” olduğu beyan edilir[1]. Müfessirlerin ifadesine göre, İslâm’ı anlatmak, cihâda çıkmak, daha huzurlu bir kulluk için hicret etmek, ilim ve irfan öğrenmek, insanları irşad etmek, helal kazanç sağlamak, ibret almak, mümin bir kardeşini ziyaret etmek, Hac ya da umreye gitmek gibi ulvî maksatlarla çıkılan yolculuklar, ilâhî tebşirâtı hak eden yolculuklardır.
Derin bir tefekkür ve ibret nazarıyla, kâinât meşherinde sergilenen ilâhî sanat harikalarını gezip görmek ve bu sayede, azamet-i ilâhiyi hissedebilecek bir gönle erişmek ne büyük bir kazançtır. Gönlü körelmemiş uyanık kullar için, şu kâinât kitabı esasen engin bir hikmet deryasıdır. Bu deryadan kana kana içmek için çıkılan yolculuklar da, elbette bereket ve feyiz dolu yolculuklardır.
İşte Mûsâ Efendi Hazretlerinin yolculukları da, ticâret, ziyâret, ibâdet, ibret ve daha çok da irşad merkezli yolculuklardır. Hayatı dikkatle incelendiğinde, seyahatlerin onun hayatında önemli bir yer tuttuğu görülür.
1939 yılında (22 yaşında), ticarî maksatla muhterem pederlerinin yanında, Avrupa seyahatlerine çıkmış ve 40 gün kadar Almanya başta olmak üzere, diğer Avrupa ülkelerini de gezip görmüşlerdir.
1944 yılında (27 yaşında) İtalya üzerinden Mekke ve Medine’ye giderek hac ibâdetini îfâ etmişlerdir ki, o yıllarda Türkiye’den Mukaddes beldelere giden hacı sayısı 5-10 kişiden fazla değildir.
1950’li yıllarda Mısır’a gitmişler ve 15 gün kadar orada kalmışlardır. Yine o yıllarda mirac’ın ikinci durağı Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya da özel bir ziyarette bulunmuşlardır.
Mûsâ Efendi Hazretlerinin hayatının önemli bir dönüm noktası sayılan Sâmi Efendi -kuddise sirruh- ile buluşması (1956) ise, onun seyahatlerindeki ruh ve mânânın daha da derinleşip ulvîleştiği dönemin başlangıcı sayılır. Bu buluşmadan sonraki seyahatleri, hizmet ve irşad maksadıyla gerçekleştirilen manevî eğitim yolculuklarıdır.
Üstâzı Sâmi Efendi Hazretlerinin hayatında iken yaptığı yolculuklar, çoğu zaman ya onunla birlikte ya da onun adına gerçekleştirdiği yolculuklardı. Yolculuk müddetince hem Üstâzına en güzel şekilde hizmet ederler, hem de hizmetin gerektirdiği planlama, organizasyon ve disiplini temin ederlerdi. Sâmi Efendi Hazretlerine karşı gösterilmesi gereken sevgi, saygı ve teslimiyetin nasıl olması gerektiğini, hem kendi şahsında bizzat gösterirler, hem de manevî kardeşlerini bu yönde eğitmeye çalışırlardı.
Allah dostlarının en büyük dertleri, çoğu zaman kendilerini doğru anlayacak bir muhatap bulamamalarıdır. İşte Mûsâ Efendi Hazretleri, Sâmi Efendi -kuddise sirruh- için “dil dudak deprenmeden” sözü anlayan, dirâyetli, basiretli ve fetânet sahibi bir mürid-i sâdık olmuştur. Bu yönüyle “O, Üstâzı için büyük bir ikrâm-ı ilâhî olmuştur”, denilebilir.
Sâmi Efendi Hazretlerinin Medine-i Münevvere’ye hicretinden sonra ise tüm Anadolu hizmetleri, artık Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- tarafından yerine getirilmiştir. Seyr u sülûke girmiş olan manevî kardeşlerinin maddî-manevî tüm problemleri, Mûsâ Efendinin gündemini daha yakından ilgilendirmiş ve o da büyük bir gayretle onların hizmetine kendini adamıştır. Üstâzının “Mûsâ Beyi gören bizi görmüştür” sözünden sonra ise manevî mes’uliyet tümüyle onun omuzlarına yüklenmiştir.
Bu dönemden sonra Anadolu seyahatleri daha da artmış ve yılın en az iki ya da üç ayı, bu seyahatlerde geçmişti. Seyahatlerin sonunda ise, yaptığı görüşme ve sohbetlerin raporunu Üstâzına düzenli olarak sunarlardı.
1984 yılında Muhterem Üstâzları Sâmi Efendi Hazretleri ebedî yolculuğuna uğurlanınca, seyahatler, bir kademe daha ilerleyip tamamen irşad ve manevî eğitim merkezli bir mahiyete bürünmüştür. Onun bu yolculuklarını, o dönemde kendilerine refakat eden hâdimlerinden dinleyelim:
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- genelde hiçbir seyahatine tek başına çıkmazlar, yanında sürekli iki ya da üç kişilik yol refikleri olurdu. Bu yolculuklar, öncelikle yol refikleri için ciddi bir eğitim faaliyetine dönüşürdü.
Muhterem Üstâz, yol refiklerini titizlikle seçerler ve yol boyunca da değişik vesilelerle onları hem zâhirî, hem de manevî yönden yetiştirmeye çalışırlardı. Seyahatleri uzun sürerdi. En az bir hafta olmak üzere on onbeş gün ve hatta bazen bir aya yaklaşan yolculuklar olurdu. O dönemde, yollar da pek muntazam değildi. Benzin istasyonlarında nezih abdesthaneler de pek bulunmazdı. Gidilen her yerde iki üç gün kalınır, sonra diğer bir bölgeye geçilirdi. Yol boyunca, üç-dört gün arayla, yol refikleri sürekli değişirdi. Böylece bir çok kimse yolculuk süresince özel bir eğitimden geçmiş olurdu. Yolculukta onunla beraber olma bahtiyarlığına erenler, seyahatin sonunda farklılaşmış olarak dönerlerdi.
Seyahatlere özel otomobille gidilirdi. Çoğunlukla Pazartesi veya Perşembe günü yola çıkılır ve yine bu günlerden birinde dönülmesi planlanırdı. Gece yolculuğu hiç tercih edilmezdi. Yolculuk boyunca acele edilmez, hız sınırı 90’ı geçmezdi. Hem güvenlik dolayısıyla, hem de kâinât kitabını tefekkürle okumak için bu hususa özenle dikkat edilirdi.
Hayatına tertip, düzen ve intizam hâkim olan bu büyük Allah dostunun yolculukları da son derece planlı ve intizamlı bir şekilde cereyan ederdi. Nereye gidilecek, ne zaman hareket edilecek, gidilecek yerde kimde misafir olunacak, ne kadar kalınacak ve orada sohbet ve görüşme olarak neler yapılacak ve ne zaman dönülecek, hepsi önceden planlanırdı.
Yola çıkmadan önce çeşit çeşit hediyeler hazırlanır ve en güzel şekilde paketlenirdi. Kime ne verilecek, önceden belli olurdu. Herkesin seviyesine, zevkine ve meşrebine uygun hediyeler seçilirdi. Özellikle misafir kalınacak evdeki her bir fert için ayrı ayrı hediyeler hazırlanırdı. Evin çocuğu, gelini, kızı ve hatta damadı bile ihmal edilmezdi. Çocuklar için kalem, saat, küpe, takı; yetişkinler için de kitap, kumaş, seccade, tespih, başörtüsü, havlu, güzel koku vb. hediyeler yetecek kadar bulundurulurdu. Hediyesiz, bir yere gidildiği vaki olmamıştır. Kardeşleri Abidin Topbaş Bey, Üstazın hediye konusundaki hassasiyetini şöyle anlatır:
“Mûsâ ağabeyim, seyahatlere çıkmadan önce fabrikadan para isteyecekse, onun en düzgün, en yeni paralardan olmasını isterdi. Çocuklara verdiği harçlıkları, hiç kullanılmamış bu yeni paralardan seçerdi.
Avrupa gezileri de enteresan olurdu. Türkiye’den oraya gidenler, İslâm merkezlerine uğrayıp, «Bize verin, hizmet edelim» demişler. Yani Allah için gidip de oraya bir hizmet bırakılmamış hemen hemen. Gittiğimizde bizi tanıyan da var tanımayan da. Tanımayanlar her gelene olduğu gibi, bize karşı başlangıçta çok ürkek olurdu. İki bavul hediye alıyoruz, gidiyoruz. Mûsâ abim gittiği yerlere kitap götürür, tespih, koku, takke götürür, bunlar da böyle cömertçe dağıtılır. Fakat bir çoklarını da çok tedirgin görürdük. Yani bunun faturası ne olacak diye düşünürlerdi herhalde. Sonra ayrılırken, el sallarken, hâlâ şaşkınlıklarını da üzerlerinden atamazlardı. Bir ekip geldi ve bir şeyler istemeden gitti diye”[2].
Hayatını ihsân şuurunda yaşamaya çalışan bu büyük Allah dostunun yolculukları âdetâ bir ibâdet şuuru içinde geçerdi. Yolculuk esnasında daima uyanık bulunurlardı. Yol refiklerini biraz uyku ya da uyuklama tutacak olsa, ya bir şeker ikram ederler, ya da muayyen bir mevzu açıp kendilerini konuştururlardı. Yol boyunca zaman zaman abdest tazelerler, nafile namazları da yine hiç aceleye getirmeden aynı huzur hâli ve âdâb ile îfa ederlerdi. Bazen bir ağaç altında, bazen de bir yeşillikte oturup çay içerler ve teenni ile yollarına devam ederlerdi.
Gidilecek mahalle yaklaşılınca münasip bir yerde durulur, abdestler tazelenir, hediyeler hazırlanır ve tam vaktinde yetişilmeye çalışılırdı. Hatta verilen saatten önce varılmış ise şehre hemen girilmez, bir müddet nezih bir mekanda çay ya da meyve molası verilirdi.
Bir şehre girilince, önce ikamet edilecek eve varılırdı. Hiçbir zaman otel tercih edilmezdi. Kardeşlerin mütevazi evleri ona daha sevimli ve huzurlu gelirdi. Misafir kalınan evler için de bu misafirlik, muhabbetle özlenen bir ikramdı. O evde bir bayram havası eserdi. Ev halkı sevinç ve mutluluktan âdeta uçardı. Üstâz Hazretleri ev halkını tek tek tanır ve her birine özel ilgi gösterirdi. Hâdimlerinden İbrahim Çelik Bey anlatıyor:
“Biz Üstazımızla Anadolu’ya çıktığımız zaman bazen yirmi- yirmi beş gün dönmeyiz; bir çok eve girer, çıkardık. Meselâ bir ay içinde, otuz eve gitmişsek, her evin babası, dedesi, torunu, çocuğu, tümünün ismi aynen hafızasındaydı. Üç sene- beş sene geçmiş, tekrar o eve gelmişiz, meselâ “Ahmet Efendi, sizin Şûle nasıl?” diye sorardı”[3].
Misafir olunan ya da yemeğe gidilen evin imkânından ziyade, ev halkının muhabbet ve samimiyetine bakarlardı. Hizmet bakımından ev sahiplerini zorlamamak gerektiğini refiklerine hatırlatırlardı. Zaman zaman Mûsâ Efendi Hazretlerinin seyahatlerine iştirak eden Mehmet Topçu Bey anlatıyor:
“Anadolu seyahatlerinden birisinde yolumuz Çanakkale’ye düşmüştü. Kilitbahir’de bir yazlıkta kahvaltı yaptıktan sonra bir kardeşin evine doğru yola çıkıldı. Mûsâ Efendi yol boyunca tefekkür, sükut ve murâkabe hâlindeydi. Onun bu hâli, hepimize huzur ve sekinet veriyordu. Eve yaklaştığımızda bize buyurdular ki:
“Kardeşler! Gideceğimiz yerdeki kardeş, garip ve fakir olabilir. O kardeşimiz, belki bizlere havlu tutmak, takunya vermek ister; ama bunlar eski olabilir, sakın geri çevirmeyin!”
Gideceğimiz yere ulaştık. Herkes huşû ve huzur içinde oturmuş bizi bekliyordu. Yaklaşık 45 dakika, Üstazımız buradaki kardeşlerle hasbihâl ettiler. Daha sonra:
“Bir abdest tazeleyelim!” buyurdular ve kalktılar. Peşinden fakir de hemen yardımcı olmak için kalkmıştım. Abdest alma esnasında arabada söylediği hâllerin hepsini müşâhede ettim, diyebilirim. Evden ayrılırken üstazımız ev sahibine bir zarf takdim ederek:
“−Kardeş, bunu alın, ihtiyaçlarınız için kullanırsınız.” buyurdular. Ev sahibi de:
“−Efendim benim hiç kimseye borcum yok, kazandığım parayla da geçinebiliyorum!” dediyse de, Üstazımız bu iffetli evlâdının eline nezâketli bir şekilde zarfı tutuşturdular. Biz oradan ayrılırken ev sahibi gencin gözleri nemlenmiş ve yaşlı gözlerle bizi uğurlamıştı”[4].
Gidilen şehirlerde, yerine göre küçük-büyük ev ortamlarında, feyizli sohbetler gerçekleşir, bazı kardeşlerle özel görüşmeler yapılır ve ihtiyaç hissedilen alanlarda hizmetler planlanırdı. Maddi-manevî problemi olanların dertleri dinlenir, gönüllerine âdetâ bir huzur aşısı yapılarak herkese bir bayram sevinci yaşatılırdı. Üstaz Hazretleri zaman zaman hal sahibi olduğuna kanaat getirdiği kardeşlerle özel görüşmeler de yaparlardı.
Yine o bölgede bulunan Kur’an Kursu, İmam Hatip, cami vb. hayır müesseselerinden yarım kalmış olanlar varsa oralara da ciddi yardımlar yapılırdı. Vakit müsaitse tarihi eserler ve türbeler de ziyaret edilirdi. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- neresi olursa olsun gittiği bölgenin hemen her şeyi ile, hatta çarşısına varıncaya kadar ilgilenirdi. Abidin Topbaş Bey, onun bu yönünü şöyle anlatırlar:
“Mûsâ ağabeyimin hâdiselere bakışı hakikaten bir sosyal bilimci gibiydi. Gittiği yerde orayı oluşturan halkı, nüfusun içindeki yüzdeleri, bunların davranışlarını, oradaki etnik yapıyı, din ve mezhepleri, halkın hayat seviyesini, gelirini ve daha bir çok konuyu araştırıp öğrenmek isterdi. Sonra o coğrafyadaki tarihi de öğrenmek isterdi. Gittiği yerdeki eski eserleri, eski yerleri mutlaka görmek isterdi. Bunları kim yapmış, nasıl yapmış, ne zaman yapmış gibi sorular sorar, öğrenmeye çalışırdı. Onunla bir yere gidip gelince, sanki orayla ilgili bir seminer düzenlenmiş, brifing verilmiş gibi bizler de bir çok şey öğrenirdik.
Bir de gittiği yerin coğrafyasındaki güzellikleri de görmek isterdi. Bir deniz kenarı, bir dağ, bir yeşillik manzarası varsa görmek isterdi. Meselâ Kenya’da Safari’ye gitmiştik. Orada bir vadiye sular akıyor, onların “İmpala” dedikleri, ceylana benzer hayvanlar su içmeye geliyordu. Onlardan büyük zevk almıştı. Onlara “Ah benim ceylanlarım!” dedi ve onlara seslendi. Diğer yabani hayvanları seyretti, hoşuna gitmişti, zevk almıştı. Zevk alıyordu ve aldığı zevki de etrafına dağıtıyordu. Hakikaten hepimiz o tür seyahatlerde büyük bir zevkle dolaşırdık. Sanki oralarda ayağımızın yere değmeden dolaştığını hissederdik. Tek başına gittiğimizde alamadığımız zevki, onunla birlikte yaşardık. Gittiği yerlerin etraflıca incelenmesine büyük önem verir ve âdetâ bir bilim adamı titizliğiyle değerlendirmelerde bulunurdu. Gidilen yerde eğer böyle şeyler yapılmazsa, kendisi zorlardı. “Bir bilgi falan alamadık” diye üzülürdü”[5].
Mûsâ Efendi Hazretlerinin Anadolu’da gitmediği yer çok azdır. Özellikle manevî kardeşlerinin bulunduğu bölgelere hemen her yıl seyahatler düzenlerdi. O, bu yolculukları büyük bir aşk ve vecd ile yapar ve âdetâ hiç yorgunluk hissetmezlerdi. Nitekim vefatından bir kaç gün önce dillerinden dökülen “Rabbim sıhhat verse de köy köy Anadolu’yu dolaşsam ve kardeşlerime hizmet etsem” sözleri, onun yüreğindeki bu coşku ve heyecanın bir ifadesidir. Yeğenleri Ahmed Topbaş Bey anlatıyor:
“Amcam, Anadolu’yu, Anadolu insanını çok severdi. Oralara gittiği zaman, çok ferahlardı. O gezileri de çok düzenli olurdu. Gittiği yerin yeşilliğiyle, hayvanatıyla ve hepsinin üstünde oranın insanıyla bütünleşirdi. Gündeminde hepsi olurdu. Yani onun derdi sadece, “şurada bir odada, otuz kişiyle, üçyüz kişiyle bir sohbet yaptık”tan ibaret değildi. Anadolu’yu İçine almıştı adetâ. Yani Anadolu, Mûsâ Efendinin gündeminin tam ortasındaydı. “Anadolu’dan insanlar gelirlerse gelirler, gelmezlerse haber göndeririz” diye bir şey söylemezlerdi. Sürekli onlarla hemhâl olurdu.
Anadolu’daki insanların derdini, meselesini en ince detaylarına kadar biliyordu. Sık sık çıktığı Anadolu seyahatlerine bizleri de götürürdü. İmalatçı olduğumuz için işimiz genellikle yoğun olurdu. En yoğun olduğumuz zamanlarda Abdullah Sert Bey’den bir telefon gelir; “Mûsâ Topbaş Hocamız çağırıyor, Anadolu’ya gidilecek” diye. Böyle 10-15 gün süren Anadolu seyahatlerimiz olurdu. Trakya’dan başlayıp Anadolu’nun pek çok şehrine bir ay bir buçuk ay süren seyahatlere çıkarlardı. Biz de bu seyahatlerin 10-15 gününde kendilerine eşlik ederdik. Bazen “Haydi gel şuraya gideceğiz” denildiği zaman, insanın nefsi “Bu kadar iş var, bu yoğunlukta nasıl iş bırakılıp gidilir” derdi. Ama o yoğunluktaki iş bırakılıp gidildikten sonra döndüğümüzde görürdük ki, biz başında olsak, o kadar işimiz rast gitmeyeceği şekilde işlerimiz yolunda gitmiş olurdu. Sanki bir el, bizden daha iyi yapmış işlerimizi. Ayrıca sanki bu hizmetin karşılığı olarak daha bir bereketlenirdi işimiz. Elhamdülillah Mûsâ Efendinin söylediklerinin aksine pek bir şey yapmamaya gayret ettik; onun da dünyevi karşılığını gördük. İnşallah uhrevi karşılığını da görürüz”[6].
Muhterem Üstâz Hazretlerinin bu seyahatleri, bir taraftan Anadolu’daki sevenlerinin manevî yönden terakki etmelerine vesile olurken, diğer taraftan da onların kendi içlerinde derlenip toparlanmalarına ve hizmetlerin daha da gelişmesine yüksek bir motivasyon kaynağı olurdu. Bu heyecana Mûsâ Efendi Hazretlerinin tertip, düzen, dirâyet ve organizasyon becerisi de yön verince, manevî kardeşler arasında gıbta edilecek bir insicam doğardı.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- sadece Anadolu’da değil, dünyanın neresinde olursa olsun, din kardeşlerinin meseleleriyle ilgilenir ve onların derdine -imkânları nispetinde- çare olmak isterdi. Fırsat buldukça müslümanların yaşadıkları bölgeleri ziyaret etmek de isterdi. Nitekim Pakistan, Güney Afrika, Orta Asya gibi bölgelere bu maksatla ziyaretleri olmuştur. Medine-i Münevvere’de mücavir bulunan Fadlullah Nemengani Efendi, Pakistan ziyaretini şöyle anlatırlar:
“Pakistan Karaçi’de 50 yıllık bir dostum vardı. Her sene Harameyne ziyarete gelirdi. Üstâzlarımıza da büyük sevgileri vardı. Israrla davet eder, biletleri hangi tarih için göndereceklerini sorarlardı. Mûsâ Efendimize davetlerini ilettim, birkaç sene geçtikten sonra bir umre ziyareti sonrası gidebileceğimizi söylediler.
Nihayet Üstazımızla birlikte, Abidin Bey, Mustafa Topbaş Bey ve fakir dört kişilik bir ekip olarak bu davete icabet ettik. Dostumuz bizi Karaçide 4 oğlu ile birlikte karşıladı. Oranın âdeti imiş; gelen misafir kıymetli ise gülden bir gerdanlık takarlarmış. Üstâzımıza onu taktılar. Kimse yatak odasını kolay kolay bir başkasına vermez. O zat yatak odasını Üstâzımıza hazırlamış. Sonra Lahor’a gittik, bir haftalık bir seyahatimiz oldu. Pakistan’da üstazımızı çok sevdiler, hayli manevî kardeş edindik. Bu kardeşlerimizin hâla bizlerle ve Abidin Beylerle irtibatları devam eder”[7].
1980’li yıllarda da Güney Afrika’ya gidilmişti. Bu seyahatin sebebi de orada bulunan ve Sâmi Efendi Hazretlerini çok seven Yusuf Mia ve Abdülhamid Efendi gibi bir kaç kardeşin davetine icabet etmekti. Bu seyahatte de Fadlullah Efendi, Abidin Bey ve Mustafa Bey’ler Muhterem Üstâzın refikleri olmuşlardı. Hatta bu seyahatten dönüldükten sonra Sâmi Efendi Hazretlerinin bazı eserlerini İngilizce’ye çevirme fikri doğmuş ve Yusuf -aleyhisselam- kitabı İngilizce olarak yayınlanmıştır.
Mûsâ Efendi Hazretlerinin son yurt dışı seyahatlerinden birisi de sâdât-ı kirâmın bir çoğunun doğup büyüdüğü mahâlleri içinde barındıran Özbekistan seyahatiydi. On kişilik bir dost halkasıyla 1992 yılının Eylül ayında yaptıkları bu seyahatte, 12 gün süreyle, feyz ve huzur dolu günler yaşamışlardı. Bu ziyarette Ehl-i sünnet âlimlerinden İmam Maturidi, Ebu’l-Leys Semerkandî, büyük hadis âlimi İmam Buhârî ve “Altın Silsile”nin yıldız isimlerinden Hâce Abdulhâlik Gucdüvanî, Hâce Arif Rîvgerî, Hâce Mahmud İncir Fağnevî, Hâce Ali Ramitenî, Hâce Muhammed Baba Semâsî, Hâce Emir Külâl ve Hâce Muhammed Bahâuddin Nakşibend -kaddesellahu esrarahum- Hazarâtıyla mânen buluşmuşlardır. Bu ziyaret, onun ve dostlarının asırlar öncesine doğru yaptıkları hem bir sıla-i rahim, hem de bir vefâ tezâhürüydü. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, “Altın silsile”deki selefleri olan bu büyüklerle buluşunca, bambaşka bir hâlet-i rûhiyeye bürünmüşler ve uzun müddet sükûtun derinliklerinde kalarak, bu vuslatın vecdini yudum yudum içmişlerdir.
Abidin Topbaş Bey anlatıyor:
“Asya gezisinde Mûsâ abimle beraber olmuştuk. Orada unutamadığım bir hâdise, Altın Silsile’den Ali Ramitenî Hazretlerini ziyaret edişimizdi. Akşama kadar iyice yorulmuşuz. Bizlerde kıpırdayacak hal kalmamış. Akşamdan sonra ziyaret için tepeye çıkılıyor. «Efendim, buradan dua etsek» dedik. «Yok yok! Buraya kadar geldikten sonra çıkmazsak olmaz» buyurdular. O akşamın karanlığında kör bir el feneriyle tepeye çıktık. Tepeye çıkarken de eşikler biraz normalin üzerinde yüksekti. Mûsâ abim o zaman 75 yaşındaydı. Büyük bir şevkle o tepeye tırmandı. Oradaki hâli, sanki sevgiliye ilk defa kavuşacak birinin hâline benziyordu”[8].
“Bu seyahat esnasında oradaki Müslümanlar tarafından büyük izzet ve ikram görmüşlerdi. “Bizim mihmanlarımız gelmiş, yakınlarımız gelmiş” diye halk arasında bir haber yayılınca, bir Cuma gününde küçük bir camide 4-5 bin kişi hemen toplanıvermişti. Özellikle Nemengan’da ak sakallı, ilim ehli kimselerin edep, tevazu ve hürmetleri, seyahate katılan herkesin dikkatini çekmişti. Bir asra yakın bir zamandır komünizm belası altında inleyen bu kardeşlerimizdeki dinî duygunun kaybolmayışı, Üstâzı da son derece memnun etmişti”.
Muhterem Üstaz Hazretleri, Rabbimizin kendisine lutfettiği güzelliği, nûranîliği, heybet ve vakarı ile gittiği her yerde, bir çok kimsenin dikkatini hemen çekerdi. Özellikle kendilerinde mânevî istidat bulunan kimseler, âdetâ onun güzelliğine meftûn olur ve uzun uzun seyretmekten kendilerini alamazlardı. Yol refikleri, bu çeşit muhabbet manzaralarına sık sık şâhid olmuşlardır. Dostlarından Adanalı Faruk Efendi böyle bir hatırasını şöyle anlatırlar:
“Bir defasında Mûsâ Efendi Üstazımızla Adana’dan Kahraman Maraş’a doğru yola çıktık. Bir müddet gittikten sonra hem abdest almak, hem de kuşluk namazını edâ etmek üzere bir istasyonda mola verdik. Orada 55 plakalı siyah bir Mercedes araba vardı. Biz abdestlerimizi aldık ve mescide doğru yürüdük. O esnâda bu arabanın yanında pehlivan yapılı birisi, sürekli bizi izliyor ve Üstaz Hazretlerini dikkatli nazarlarla seyrediyordu. Namazlarımızı edâ ettikten sonra otomobilimize doğru yöneldiğimizde, aynı şahsın yine bizi takip ettiğini farkettik. Fakir, Üstaz Hazretlerinin kapısını açtım ve kendim de diğer tarafa geçmek üzereyken bu şahıs geldi ve benim kolumdan tutarak:
«−Bu zât kimdir?» dedi. Fakir de:
«−İstanbul’dan misafirimiz, Kahraman Maraş’a hayırlı bir iş için gidiyoruz», dedim. Adam ısrarla daha geniş mâlumat almak istedi ise de ben daha fazla iltifat etmeyerek hemen diğer taraftan arabaya geçtim. Üstaz Hazretleri:
«−Fâruk Efendi, kardeş ne söylüyor?» buyurdular. Fakir de durumu arzettim. Biraz ilgilenilmesi işâretini hissedince, bu zâtın yanına varıp:
«−Kardeş, sen Mahmud Sâmi Hazretlerini tanır mısın?» dedim.
«−Elbette tanırım» dedi.
«−İşte bu gördüğün zât, onun emânetini üstlenen Mûsâ Topbaş Efendi’dir», dedim. Böyle der demez, adam heyecanlandı, kapıyı açıp Üstaz Hazretlerinin ellerine kapandı ve:
«−Ya Rabbi! Ben hayatımda böyle güzel bir yüz görmedim. Sen ne güzel bir insan yaratmışsın! Bu nasıl insan ya Rabbi!» dedi. Mûsâ Efendi Hazretleri bu delikanlıya yönelerek:
«−Kardeş, siz nerelisiniz?» buyurdular. O da Samsun’lu olduğunu söyleyince;
«−Orada Hüseyin Sevinç Efendi’yi tanır mısınız?» diye sordular. O delikanlı da:
«−İyi tanırım Efendim» dedi. Üstaz Hazretleri:
«−Kendilerine çok selamımızı söyleyiniz» buyurdular ve yola devam ettik.
Mûsâ Efendi Hazretlerinin en çok zevk aldığı yolculuklar, hiç şüphesiz Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara’yı bağrında barındıran mukaddes topraklara olan yolculuklarıydı. Özellikle 1975 yılından itibaren bu beldeler âdetâ onun ikinci bir vatan-ı aslîsi olmuştu. Öyle ki bazı yıllar, senenin yarıdan fazlasını bu beldelerde geçirmişlerdi. Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve selem-’in hatıralarını barındıran bu beldelere sevgi ve tazimini daha önce ifade ettiğimizden aynı konuya burada tekrar girmeyeceğiz. Ancak şu kadarını ifade edelim ki, o, bedeniyle farklı bölgelerde dolaşsa bile, gönlü hep Mescid-i Nebevi’ye bağlı olarak yaşadı ve öyle de ebediyet âlemine göçtü.
Bu beldelere karayolu ile gidiş ve gelişlerinde Suriye ve Irak’tan geçilirken, oradaki salihleri ve Hak dostlarının türbelerini ziyareti de ihmal etmezlerdi. Özellikle Şâm-ı Şerif’teki Sâmi Efendi Hazretlerinin dostlarını mutlaka ziyaret ederler ve hediyeler takdim ederlerdi.
Yolculuk meşakkattir; ancak Hak yolunda olursa, her meşakkat, ilâhî mükafatları kazanmaya da bir vesiledir. Bunca uzun ve yorucu yolculuklar olmasına rağmen, Muhterem Üstâzın ibâdet hayatında ihmal ya da gevşeme emareleri hiç görülmemiştir. Bir çok seyahatlerine yol refiki olarak katılan Abdullah Sert Bey’in şu tespitleri, onun kulluktaki temkin hâlini ne güzel ifade eder:
“Yolculuklarda bir tam günün neredeyse yirmi saatini beraber geçirdiğimiz günler olurdu da, bu uzun müddet içinde çok farklı hâller karşısında bile, bir an olsun edep ve huzur hâlinin değiştiğini göremezdik. Karşınızda hep diri bir insan görürdünüz. Hiçbir şeyi aceleye getirmeyen, farzlarla beraber nafileleri de ihmal etmeyen, evrâdlarını büyük bir itinâ ile vaktinde edâ eden bir insan. Hatta onun gece hayatına bile muttali oluyorsunuz, orada da gece ibâdetinin aksadığına şahid olamıyorsunuz”.
İşte Mûsâ Efendi Hazretleri, yaptığı seyahatleri ve seyahatlerindeki bu ve benzeri hâlleriyle, konunun başında zikrettiğimiz âyet-i kerimede müjdelenen “seyahat edenler” içerisine giren en güzel örneklerden biridir.
[1]. Bkz. Tevbe Sûresi, 112.
[2]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 27, Temmuz 2001.
[3]. İbrahim Çelik Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 12, Temmuz 2000.
[4]. Mehmet Topçu, “Mûsâ Topbaş Efendiyle Seyahatlerden”, Altınoluk Dergisi, sayı: 233, sh. 11, Temmuz 2005.
[5]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 27, Temmuz 2001.
[6]. Ahmed Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 209, sh. 10, Temmuz 2003.
[7]. Fadlullah Nemanganî Efendi ile yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 165, sh. 37, Kasım 1999..
[8]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 24, Temmuz 2001.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-