Akıllı ve zeki olmak yani fetânet sıfatı, peygamberlerin sıfatlarındandır. Gerçek peygamber vârisi olan Hak dostlarına da bu vasıftan büyük bir nasip lutfedilmiştir. Ahmed er-Rifâî Hazretleri, ahmak, cimri ve kibirli kimselerin asla velî olamayacaklarını bildirerek, bütün Allah dostlarının akıllı, cömert ve mütevazi kimseler olduklarını beyan ederler. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- da bu hakikati şöyle ifade etmişlerdi:
“Akıl ve zekâ, enbiyaullah ve kibâr-ı ehlullahın mühim sıfatlarındandır. Ahmaklara katiyyen manevî vazife tevdi edilemez. Her ne kadar zahiri bilgileri, ibâdet ve tâatları olsa bile… Bu zümrenin, layıkıyla dünya ve âhiret işlerinin derinliğine vukufları olamaz. Hareketleri ve görüşleri sathidir. Aklı az olan kimse, irşad vazifesini yapmaya, Allâh’a davet etmeye elverişli değildir. Zira böylesinin ifsâdı, ıslâhından yeni tabirle zararı, faidesinden daha çok olur”[1].
Kul, Hakk’ın sevgisine mazhar olunca, hadis-i kudside ifadesini bulan “Ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve akleden kalbi olurum”[2] sırrı kendisinde tecelli eder. Artık böyle bir kimsenin firâseti, basireti ve fetâneti sıradan insanlar gibi değildir. Onlardaki bu derinlik, kendilerine farklı bir dirâyet yükler. Kur’ân-ı Kerimde de bu hususa şöyle işâret edilmiştir:
“Ey iman edenler! Siz takvâ dairesinde bir kulluk yaparsanız, Allah size hakkı bâtıldan ayırt edecek bir anlayış kuvveti (furkân) verir…” (Enfâl Sûresi, 29)
İşte her an Allâh’ın huzurunda olduğu şuurunu kendisine şiar edinmiş Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- da, Rabbimizin bu ihsânına mazhar olmuş bir Hak dostu idi. Onun din ve dünya işlerine dâir akıl ve zekâsı, herkesi hayran bırakırdı. Kardeşi Abidin Bey onun bu yönüne “Mûsâ abim, zaman zaman bizlerin kavrayamadığı bir çok meseleyi bizlerden evvel, işlerin dışında olmasına rağmen kavrardı ve bizlere yön gösterirdi” sözleriyle işâret eder”[3].
Muhterem Üstâz, ehlullâhın sadece âhiret işlerini değil, aynı zamanda dünya işlerini de iyi bildiklerini zaman zaman şöyle hatırlatırlardı:
“Bazı kimseler zannederler ki, Hak dostları gönüllerini Mevlâ’ya verdikleri için, dünya işlerine akılları ermez. Hâlbuki onlar, Cenâb-ı Hakk’ın nuruyla beslendikleri için, dünya gözlerinin önüne serilidir. Unutmak, dalgınlık gibi noksanlıklar onlarda görülmez. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri Hay’dır, Kayyûm’dur. Bu güzel sıfatları ile mukarrebîn kullarını tezyin etmiştir. Nitekim rehberlerimiz olan Ashâb-ı kiram hazarâtında ve mürşid-i kâmillerde âtıllık, dalgınlık diye bir şey yokdur. Zâhiren bugünkü harp okulları, mülkiye ve iktisat okulları yoktu. Ona rağmen Cenâb-ı Hakk’a bağlılıkları sayesinde, sahasına göre adaletli devlet reisliği, sırasına göre ordu kumandanlığı, hulâsa üzerlerine aldıkları her vazifeyi kolaylıkla ifâ etmişler, hem de bariz, gözle görünür hatalar işlemeden. Bu, sâlikler için üzerinde durulacak mühim bir husustur”[4].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- her hususta akıllı olmayı tavsiye ederdi. Müminin basiret ve ferâset ehli olmasını, işin sadece zâhirine değil, perde arkasına bile nüfuz edecek bir hissiyata sahip olması gerektiğini hatırlatırlardı. Ahmaktan ve ahmaklıktan zerrece hoşlanmaz ve böylelerinden uzak olunması gerektiğini ifade ederlerdi. Buyururlardı ki:
“Allâh’ını seven her konuda bilgili olacak, gözünü açacak. Saflık başka, temizlik başka, ahmaklık başka. Safla ahmağı da ayırdetmek lâzım… Fahr-i kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları akıllarına göre değerlendirirlerdi.
Akıllı olalım. Akıllıca yapılan işlerden iyi netice alınır. Çünkü akıllı, gayeyi bilir. Sonra ne yapılması lazım gelirse ona başvurur. Hâlbuki akılsız, ne yapılması lâzım geldiğini bilemez, bilmeyince de, yalnız şuursuz bir halde hareket eder. Verimli bir netice alamaz. Hayrı-şerri, iyiyi-kötüyü tefrik edemez. Gerek dünya işlerinde, gerek âhiret işlerinde vaziyet değişmez.
Eğer akıllı insana seyr u sülûk yolu nasip olmuşsa, o, bahtiyarların en bahtiyarı, yani daha dünyada iken cennet hayatına nail olmuş olur. İsterse o fakir olsun, isterse türlü türlü ibtilâlara maruz kalsın. Çünkü Allâh’ın kendisine bahşettiği aklı selim sayesinde, Allâh’a bağlılığı artmış ve huzuru bulmuştur”[5].
Muhterem Üstâz, işlerini akıl ve dirâyeti ön plana alarak çözerdi. Onun bu özelliğini Abidin Topbaş Bey şöyle ifade eder:
“Bu manevî yolun kurallarını rüyayla falan zorlamaktan ziyade, -rüya bu işlerin içinde önemli bir mesele olmakla beraber- rüya üzerine hiçbir şeyi bina etmezdi. Daha ziyade akıl, mantık ve istişare ile güzellikle her işi çözerdi. Yani kendisinin şablonu ayrıydı”[6].
Mûsâ Efendinin akıllı olmaktan kastettiği, matematik zekâdan ziyade, hayatı doğru kavramak ve her şeye layık olduğu değeri vermek şeklinde insanı yönlendiren iç şuurdu. Nitekim onun şu tavsiyelerinde bu gerçeği açıkça görmek mümkündür:
“Akıllı insan, yalnız kendisini düşünmez; müslümanların, cemiyetin dertleri ile dertlenir.
Akıllı insan, hem kendini (gönlünü) Hakk’a verir hem de ailesi, çocukları ve yakınları ile de alâkadar olur. Onları, maddî-manevî bakımdan tenvir eder. Yani bilmediklerini bildirir.
Akıllı İnsan, aile efradının, çocuklarının terbiye ve eğitimi ile meşgul olur. Onları başıboş bırakmaz, hepsine ayrı ayrı meşguliyet bulur. Katiyyen âtıl, bâtıl durmalarına göz yummaz. Çünkü her kötü hal ve ahlâksızlıklar işsizlikten gelir.
Akıllı İnsan, ailesinin ve çocuklarının dünyada huzurlu bir hayat sürmelerine itinâ eder. Diğer taraftan da kalplerine Allah ve Peygamber sevgisini telkin eder. İhlâsla yapılan bu gayretler semere verir, onlar da ubudiyet vazifelerini seve seve yapmaya koyulurlar. Hülâsa ne ekilirse o biçilir.
Akıllı insanın endişesi istikbâldir. Onun için dünya istikbâli mühim ise de, bâkî hayat olan daimî hayat daha mühimdir. Yani âhirete Allâh’ın rızası kazanılarak göçülebilirse, işte o zaman hakiki saadet başlar.
Akıllı insan, düşük ahlâklı, diyâneti zayıf insanlardan hem kendisini, hem de yakınlarını korur, mümkün olduğu kadar onlarla temas ettirmez. Çünkü o, kimle ülfet edilirse, onun hâlinin, ahlâkının kolaylıkla kendisine geçeceğini bilir.
Akıllı İnsan, daima seciyeli, güzel ahlâklı, içi-dışı doğru, müslümanlığın özünü kavramış, dürüst, insanlarla, sâdıklarla beraber bulunmayı sever, icâb ederse onlara hizmet eder ve onların yanlarından ayrılmaz”[7].
Bu sözlerinden de anlıyoruz ki, Muhterem Üstâzın akıl anlayışı, Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin “Akıllı, kendi nefsini hesaba çeken ve öldükten sonrası için hazırlık yapan kimsedir”[8] hadisinde ifade buyurduğu akıl tarifiyle aynıdır.
Mûsâ Efendi, yarım adamı da yarım işi de sevmezdi. “Yüz tane yarım adamı toplasanız bir tam adam etmez” buyururlardı[9]. Bu bakımdan dirâyetli ve hüsn-i ahlâk sahibi kimseleri sever, takdir eder ve bir vazife verilecekse, böylelerinin aranıp bulunmasını arzu ederlerdi. Bu kemâl arayışı, hayatın her alanında kendini gösterirdi..
O, akıl ve dirâyetiyle, gerek ticarî hayatında, gerek aile hayatında ve gerekse irşad hayatında tam bir idareciydi. Kararlarını aceleye getirmezdi. Gerekli istişareleri yapar ve teenni ile kararını verirdi. Sessiz ve fakat her şeyden haberdar bir duruşu vardı. Ondaki bu hakimiyet, vakar ve heybet olarak etrafına yansırdı. Yanında bulunanlar, kendilerini hem çok severler, hem de çok korkarlardı. Temkin makamında[10] istikrar bulmuş bir Hak dostuydu. Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Bey, onun bu yönünü şöyle ifade eder:
“Hacı Mûsâ Topbaş Efendi, ehl-i temkin bir insandı. Temkin ehli olmanın ve istikâmetle temkini buluşturmanın güzel yüzüne yansıyan, nûrâni sözlerine akseden lâhûtî bir cemâli vardı. Yüzündeki melâhat, gözlerindeki keskinlik ve ciddiyet, insanı vakarla kuşatır, derûnî bir saygı uyandırırdı. Onun kalbindeki temkinin gönül dünyasında oluşturduğu sekînet ve huzur hâli, gönüllere huzur duygusu verirdi. Konuşsa da, sussa da yanında bulunmak ve onunla aynı meclisi paylaşmak ayrı bir pozitif enerji verirdi insana. Temkin ve istikâmetinin amel ve aksiyon olarak meydana getirdiği enerji, yüreklere ayrı bir motivasyon sağlardı.
Onun dar ve zor zamanlarda asla ümidsizliğe düşmeyen ruh hâlinin temelinde engin temkin duygusunun önemli bir yeri vardı. İnsânî münasebetlerinde de aynı temkin ve dengeyi müşahede etmek mümkündü. Gündelik hayatındaki düzen, tertip ve disiplin de âdeta gönlündeki temkinin, zihnindeki dengenin ve ruhundaki itidalin bir tezahürüydü. Onu bir temkin önderi olarak her zaman hasretle arayacak ve rahmetle anacağız”[11].
[1]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 21, 30.
[2]. Bkz. Buhârî, Rikâk, 38.
[3]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 25, Temmuz 2001.
[4]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 42-43.
[5]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 167; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 220; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 20, 33.
[6]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 26, Temmuz 2001.
[7]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 32-33.
[8]. Tirmizî, Kıyâmet, 25.
[9]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 46.
[10]. Temkin Makamı: Taat ve ibâdetlerde istikâmet üzere karar kılmak, kulun bulunduğu manevî makama iyice yerleşmesi demektir. Tutulan yolda kulun yalpa yapmadan yürümesi, taşkınlık ve şakınlığa sebep olacak davranış ve tutumlardan uzak durmasıdır (Bkz. H. Kâmil Yılmaz, “Temkin Ehli”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 233, sh. 6, Temmzu 2005).
[11]. H. Kâmil Yılmaz, “Temkin Ehli”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 233, sh. 7, Temmzu 2005
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-