-
EVLİLİĞİ VE AİLE HAYATI
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bir Kur’ân aşığı olarak tanınan Hacı Fahri Kiğılı’nın damadı olmuştur. Hacı Fahri Efendi, 1901 yılında Malatya’da doğmuş, 1925 senesinde de İstanbul’a yerleşip ticarete başlamış sâlih bir kimsedir. Bir ticaret adamı olarak başladığı hayat mücadelesini, Kur’ân-ı Kerîm hâdimi bir Hocaefendi olarak bitirmiştir. 40 yaşlarında hıfzını tamamlamış, imamlık, vaizlik ve Kur’ân kursu hocalığı yapmıştır. Dine ve dindara karşı aşırı baskıların yapıldığı o zor dönemlerde, büyük fedakarlıklara katlanarak çok sayıda hafız yetiştirmiş, diyânetperver, fedâkâr, infak ehli ve gayretli bir zattır[1]. Üç kızından ikisini Topbaş ailesinden iki kardeşe vermiştir. Büyük kızı Fatma Feride Hanımefendiyi Mûsâ Topbaş Efendiye (03.04.1941), ikinci kızını ise Muammer Topbaş Bey’e nikahlamıştır. Hayatı boyunca her iki damadını da hayırla yâdetmiş, kendileriyle hep iftihar etmiştir.
Hacı Fahri Efendinin terbiye ocağında yetişip büyüyen Mûsâ Efendinin muhtereme refikaları, bir çok üstün meziyetleri kendinde toplamış bir hanımefendidir. Nitekim vefatları sebebiyle hüzünlü bir yazı kaleme alan muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendinin şu ifadeleri, bu hakikati dile getirir mahiyettedir:
“Şefkat, merhamet, iffet, edeb, dürüstlük, cömertlik, tefekkür ve tehassüs şâhikası bir ana!
Hayata varlıklı bir ailede başladığı hâlde, tevazuu ve fukara gönüllülüğü ile zirveleşen bir ana!
Efendisinin hizmetini îfa ederken dahi küçük çocuklarını ihmal etmeden Kur’ân-ı Kerîm hıfzını ikmâl edebilen gayret ve feragat timsali hafıza bir ana!
Temizlik ve intizamdaki titizliğine rağmen, etrafındaki hatalara öfkesiz ve müsamaha ile muamele edebilen bir ana!
İçinde yaşadığı cemiyetin yüce İslâm nizamını istihfaf ve hatta istihkâr ettiği bir hengâmda, dini vecibelerini çocukluk yıllarından itibaren îfâda kusur etmeyen bir ana!
Ağırlık merkezini kucağındaki yavru teşkil etmek üzere, şefkat ve merhametini, gördüğü veya görmediği bütün âcizlere teşmil ederek, duaları, endişeleri ve fiilî alakalarıyla bütün mahlukâtı kucaklamak temayülü ile dolu bir ana!”[2]
Ahlâk, karakter ve şahsiyet bakımından iyi yetişmiş bu iki güzel insanın birlikteliğiyle, huzurlu ve bereketli bir aile yuvası tesis edilmiştir. Allahu zülcelâl bu aileye Osman Nuri ve Ebubekir adını verdikleri iki de oğul nasip etmiştir.
***
Muhterem Üstâz, âile hayatına büyük önem verirlerdi. Sohbetlerinde ve eserlerinde bu konu üzerinde hassasiyetle dururlar ve huzurlu bir aile yuvası oluşturmanın gerekleri neyse hemen hepsini hatırlatırlardı. Hatta “Huzurlu bir âile hayatı da bir ibâdettir” buyurarak, konunun ehemmiyetine dikkat çekerlerdi. Onu tanıyan herkes bilir ki, Mûsâ Efendi, söylediğini kendi hayatında bizzat tatbik eden bir insandı. Bu bakımdan onun bu konuyla ilgili söyledikleri, aynı zamanda kendi âile hayatında da dikkat ettiği hususlardı. Şimdi onun aile hayatına dair sözlerinden bazılarını burada nakledelim:
“Aile hayatında karı-koca birbirlerine karşı, nezâketli, samimî ve uysal olmalıdırlar. Her hususta birbirleriyle geçimli olmak, saadetin temelidir. Her ikisi de bu hususlara dikkatli olurlarsa, aralarındaki sevgi tezayüd eder. Erkek, sabah evden ayrıldığında karısı onu sabırsızlıkla bekler, erkek de evine bir an evvel kavuşmak için can atar. Karısı süslenmiş bir vaziyette efendisini bekler. Hazırlanmış olan sofraya beraberce otururlar. Birbirlerine mecburiyet yoksa sıkıcı, üzücü haberleri ulaştırmazlar. Her hareketleri saatlidir. Vaktinde yatarlar, vaktinde kalkarlar. Vakitsiz misafir gelirse, onu da hoş karşılarlar. Komşuları bilhassa akrabaları ile geçimlidirler, onları aralıklı olarak ziyarete giderler ve gönüllerini alırlar.
Bilhassa ana ve babalarını baş tâcı ederler, ister beraber, ister ayrı olsunlar, daima onlara karşı hürmet ederler ve büyük bir nezâketle hizmetlerini yürütürler.
Evliliğin insanoğluna yüklediği bir çok vazifeler vardır. Erkek, erkeğe düşeni, kadın da kadına düşen vazifeleri yerine getirmelidir. Bu hususta ihmalkârlık gösterenler, zâlimlerden olurlar.
Hanenin reisi olan bir insan, en ufak hususlara dahi dikkatli olursa, Allah Teâlâ’nın yolunda oldukları için, o ailede huzur ve neşe eksik olmaz. Güller, sünbüller, menekşeler, her türlü çiçekler, kokular ıtırlar biter. Cennet hayatına daha dünyada iken kavuşulur. Bir insan İslâmiyet’e, insaniyete ne kadar yararlı olursa olsun, aile nizâmını ihmâl ederse, bir noksanlık üzerindedir. Her fert, evvelâ kendisinden, sonra ailesinden ve çoluk çocuğunun terbiyesinden, daha sonra da diğer yakınlarından mes’uldür.
Arabın diğer ırklar üzerine, beyazın da siyah üzerine üstünlüğü olmadığı gibi, zenginin de, fakirin üzerinde üstünlüğü olmadığını bilip, işçilerimize ve evlerimizdeki hizmetçilerimize kardeş ve evlât muamelesi yapmamız icap eder. Hatta sırasına göre minnettar olmamız lâzımdır. Hak-hukuk bakımından herkes müsavidir. Hatta bilhassa ev hanımlarının, yardımcı hanımlara destek olmaları şarttır. Evin bütün işleri, evvelce hizmetçilere terk edilmez, hatta evin hanımı yemek ve sofra tanzimi gibi evin mühim işlerini kendi üzerine alırdı.
Kadının kocasına, kocanın da hanımına zulmetme hakkı olmadığı gibi, evlerimizdeki hizmetle vazifeli kişileri sık sık azarlamak, horlamak selâhiyeti de kimseye verilmemiştir.
Evin çoluğu çocuğu, aile fertleri hep beraber yemek yiyecek. Besmeleyle başlanacak, dua ile bitirilecek. Hakikaten ailenin nizamı, aile sevgisi önemli. Birliklerden sevgi doğar. Hatta mürşidler de sevdiklerini hiç yanlarından ayırmazlarmış. Yani bedenî yakınlığa da ihtiyaç var. Tabiî böyle olunca, her şey insana tatlı gelir. İki de bir evin eşyasını değiştirmek falan gibi şeyler mevzu bahis edilmez”[3].
Mûsâ Efendi, Sâmi Efendi Hazretleri ile tanışmadan evvel, aile hayatında biraz celâli cemâline gâlip bir zat imiş. Ancak Muhammediyyü’l-meşreb bu büyük mürşidle tanıştıktan sonra, ev halkına karşı da cemâl üslûbu gâlip gelmeye başlamış. Muhterem refikaları ile yarım asrı geçen beraberliklerinde sevgi, şefkat ve saygı, sürekli bir şekilde canlılığını ve tazeliğini korumuştur. İleri yaşlarda muhterem refikaları rahatsızlanıp konuşamaz hâle gelince, Üstâzın ilgi ve şefkati daha da artmıştır. Kendilerine böyle zamanlarda aile içi hukukun ne olması gerektiği sorulunca şu cevabı vermişlerdir:
“Zevc veya zevceden birisi rahatsızlandığı zaman, ona önceden gösterilen ilginin aynısını hatta daha fazlasını göstermek lâzımdır. Onu bir tarafa itivermek muvafık değil. Meselâ validenizi her zaman sabah kaldırırız, akşam haydi hanım yat, deriz. Böyle iltifat etmek lâzım. Gönlünü alacak şeyler söylenir, hediyevâri birşeyler verilir, meşru olmak kaydıyla istediği yere gönderilir. Daima şükür ve dua telkinâtı yapılır. Hasılı böyle davranılınca ailenin neşesi bozulmaz. Hane halkı da ona karşı daha mükrim olurlar.
Geçenlerde kandilde validenize bir hediye yaptırttım. Hakikaten Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin. Konuşan bir kimsenin konuşamaması kolay tahammül edilir bir durum değil. Çok fasih konuşurdu. Sohbetlerde benim diyen onun gibi konuşamazdı. Bir anda konuşamaz hâle geldi. Yürüse de pek canlı yürüyemiyor. «50 senedir evliyiz, bu müddet içinde benden hiçbir ziynet eşyası istemedin» dedim. (Hâlbuki kadınların birçoğu şimdi eşkıya gibi her sene bir şeyler istiyorlar.) «Geçen sene babanın zamanından kalan ziynetlerin de çalındı «Üzülme bu bir imtihan dedin. Şimdi bu hediye senin hakkın» dedim. Ama gençlere tembih ediyorum; bu davranışım numûne olmak bakımından değil, onun şevkini artırmak içindi diye.
Karşılıklı fedakârlık lazım. Bazıları vardır; birisi ak der, öteki de ille kara der. Halbuki zâhiren birbirlerini seviyorlar. Bu durum bilhassa gençlerde çok oluyor. Devamlı mücâdele ediyorlar. Allah muhafaza buyursun arsızlık, hırsızlık, iffetsizlik ve emsâli problemler müstesnâ”[4].
Mûsâ Efendi ve refikalarının dünya hayatındaki bu huzurlu birlikteliği, 04 Mart 1997 tarihinde vâlide hanımefendinin vefatıyla nihayet bulur. Rabbimizden niyazımız, onları cennetinde yeniden buluşturmasıdır. Rahmetullahi aleyhimâ.
-
ÇOCUKLARI VE ÇOCUK TERBİYESİNE VERDİĞİ ÖNEM
Hak Teâlâ Hazretleri, Muhterem Üstâza kıymetli iki evlat ihsan etti. İlk çocukları 1942 yılında dünyaya geldi. Ona Hulefâ-i Raşidinin üçüncüsünün ismi olan “Osman Nûri” adını verdiler. İkinci yavruları da 1947 senesinde hayata gözlerini açtı. Bu çocuklarına da Mûsâ Efendinin çok sevdiği ilk halife Hz. Ebubekir’in ismini verdiler.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, çok iyi bir âile terbiyesi içinde yetiştiğinden, kendisi de evlatlarına karşı aynı şekilde büyük bir itina göstererek, bu terbiye vazifesini hakkıyla îfa etti. Çünkü o biliyordu ki, anne babanın çocuğuna bırakacağı en hayırlı miras, güzel terbiyedir. Yine biliyordu ki, ailede bir çocuk gerekli terbiyeyi kazanamazsa, onu bir başka yerde elde etmesi çok zordur.
Bir milletin istikbâli olan gençliğin iyi yetişmesi, Mûsâ Efendinin en büyük hedeflerinden biriydi. O bu konuda geç kalınmamasını, küçük yaşlardan itibaren anne-babanın çocuklarını ciddiye almasını arzu ederler ve bu konuda uyarılarda bulunurlardı. Günümüz anne-babalarının şefkat adına bazen zulüm işlediklerini ifade ederlerdi. Onun bu konuyla ilgili şu sözleri, hem çocuk eğitiminin inceliklerini, hem de kendi çocuklarına karşı nasıl bir terbiye üslûbu takip ettiklerini göstermektedir:
“Bir babanın evlâdını cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak ise evlatlarımıza, imânı, yani Allah Teâlâ’nın ve Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sevgisini telkin etmekle, farzları, haramları öğretmekle, ibâdetin zevkini aşılamak ve ibâdete alıştırmakla ve dinsiz ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur.
Evlâdına, Allahü Teâlâ’yı ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve selem- Efendimizi öğretmeyen, sevdirmeyen ana ve babalar, onun hem dünya hem de âhiret kâtili sayılırlar.
Evlâdına dinini öğretmeyen ana-babalar, dünyanın en merhametsiz insanlarıdır.
Çocuk üşümesin, uykusuz kalmasın diye onu namaza kaldırmamak, cinâyetlerin en büyüğü sayılır. Bu iyilik değil; ona karşı en büyük kötülükdür. Bundan daha büyük bir budalalık tahayyül edilemez.
Ana-baba merhametli iseler, evlatlarını seviyorlarsa, evvelâ dinlerini öğretirler, sonra da dünya ile alâkalı ilimleri. Dinlerini öğretmeyi ihmal edip, dünyada yalnız para kazanılacak bilgileri öğretirlerse, merhametsizlerin en merhametsizi oldukları meydana çıkar.
Dinî terbiye vermeden evlât yetiştirmek, sobada yakmak için ağaç yetiştirmek gibidir. Allahü Teâlâ’nın verdiği her ni’metin şükrünün yapılması lâzımdır. Şükrü yapılmazsa elden gider. Evlat nimeti, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği güzel nimetlerdendir. Eğer çocuk İslâm itikadı ve İslâm terbiyesi ile yetiştirilmezse, nimetin şükrü yapılmamış olur. Ayrıca emânete hıyânet edilmiş olur. Allahü Teâlâ, hepimizi küfrân-ı nimetten ve emânete hıyânet etmekden muhafaza buyursun. Âmin.
Yavrularımıza karşı yapılacak ilk vazife, niçin yaratıldığımızı, bundan gayenin ne olduğunu anlayacakları bir şekilde zihinlerine yerleştirmek.
İkinci vazife; Allah Teâlâ’nın ulûhiyetini, rahmetini, dolayısıyla sevilecek yegâne varlık olduğunu hatırlatmak.
Üçüncü vazife; Fahr-i Kâinat Efendimizin menâkıb, ahlâk ve sözlerini daimî olarak anlatmak ve sevdirmek.
Dördüncü vazife; ilmihallerini yani lüzumlu olan namaz ve diğer ibâdetlerin farzları, vacipleri, sünnet ve müstehaplarını öğretmek.
Beşinci vazife; ehliyetli bir hafız efendiden tecvid üzere Kur’ân-ı Kerîm okumalarını ve namaz surelerini öğrenmelerini temin etmek olmalıdır.
Küçük yaştaki çocuklara yapılan samimî telkinat, onların zihinlerinde mermere hakkedilen yazı gibi kalır. İman ve sevgi de lâyıkı veçhile kalbe girerse, hayatı boyunca devam eder.
Çocuk terbiyesine üç yaşında başlanmalı, «daha ufaktır, anlamaz» gibi düşünce ve sözleri bırakmalıdır. Nebatı, filiz hâlinde iken eğip bükmek ve şekil vermek kolay olur. Büyüdüğünde sertleşir, eğilmez, bükülmez olur. Yani küçük yaşta İslâmî terbiye ihmâl edildiği için, iş zorlaşmış olur. Anne-baba anlayışlı olursa çocuklarının ruhî gelişmeleri hususunda gayretleri boşa gitmez.
Bilhassa o ciğerpâreleri yanında, ister yemekte, ister herhangi bir yerde, daima Allahü Teâlâ’nın büyüklüğünden, kâinâtın yaratıcısı olduğundan, teneffüs ettiğimiz havadan, güneşten hülâsa bütün istifâde ettiğimiz yemekler, içecekler, elbiseler gibi daha nice nice nimetlerinden bahsetmeli. Bir çocuğun gönlüne, Allah Teâlâ’nın ve Peygamber-i zîşan Efendimizin ehemmiyeti ve sevgisi iyice zerk edilmezse o çocuk sûret şeklinde yani âdet yerini bulsun diye isteksiz, sönük bir hâlde dinî vazifelerini yapar. Hatta devamlı yapması lâzım gelen namazını bile ara sıra kılar, devamlı yapamaz. Fakat bizleri yaratan, besleyen, büyüten, yediren, içiren ve her isteklerimizi veren ve sayısız nimetlerine gark eden Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri ve Habîb-i Edîbi hakkında lüzumlu malûmat verirsek, yavrularımız, Allah Teâlâ Hazretlerini ve rasülünü ziyadesiyle severler. Bu sevgi hâli teessüs edince, ibâdetlerinde şevk ve huşû hâli görülür. İmanları kuvvetlendiği için Kur’ân-ı Kerîm’i hem okurlar, hem de emir ve yasaklarına dikkatli olurlar.
Zekî, akıllı kimseler, çocuklarının terbiyesi hususunda itidalli hareket ederler. Ne fazla şımartırlar, ne de ürkütürler. Lüzûmundan fazla korkutmazlar. Çünkü fazla korku, çocuğun, ana-babaya karşı sevgisini azaltır. Halbuki çocuğa ölçüsünde olmak şartıyla sevgi ve şefkat gösterilmelidir.
Bazı kimseler de çocuklarına karşı aşırı düşkündürler; âdeta başlarına taç ederler. Bu yüzden çocuklarının yerli yersiz her istek ve arzularını hoş karşılarlar. Böyle hareket etmekle, onların terbiyelerini ihmal etmiş olurlar. Böyle yetiştirilen çocuklarda her isteklerinin yapılacağı kanaati hâsıl olur. Büyüdüklerinde de anaya-babaya karşı itaatkâr olamazlar. Âsi olurlar.
Bazıları da aşırı baskı yaparlar; azıcık olsun hürriyet vermezler. Zarûret halinde dahi konuşmasına müsamaha etmezler. Böyle olunca da, zahiren çocuk itaatkâr görünse bile, bazen bu hâl onu isyan ve karşı gelmeye kadar sevkeder.
Her şeyde olduğu gibi çocuk terbiyesinde de orta hâli tercih etmek gerekir.
Cenâb-ı Hak, bazı ebeveyne üç-beş çocuk nasip eder. Dikkat edilirse, şekilleri ve renkleri dahi birbirine benzemez. Dış görünüşleri ayrı ayrı olduğu gibi, akıl, zekâ ve anlayışları da farklıdır.
- Bazı çocuklar yaratılış itibariyle çok ince ruhlu, hassas ve anlayışlı olurlar. Onlara güler yüz ve nezâketle muamele etmeli. Çünkü onlar duygulu olduğu için ufak bir îmâ ve işâretle hallerini hatalarını düzeltirler, nezâket ve yumuşak muameleden haz alırlar. Sert ve haşin muamele bunları üzer, huysuz ve hasta eder. Bu zümre azında azıdır.
- Bazı çocuklar ise bu terbiye şeklinden anlamazlar. Onlara açıkdan açığa «Şunu yap, bu faydalıdır. Şunu da yapma bu zararlıdır» demelidir. Nasıl olsa ileride kendi hatasını anlar deyip de söylenilmesi icap eden sözü söylemekten çekinmemelidir.
- Bazıları ise hissiz, anlayışsız olur. Söz kâr etmez. Bunlar da sırasına göre menfaatlerini kısma veya tenhada tehdid ve tekdir sûretiyle terbiye edilir.
Tahsil hususuna gelince, çocuklarımızı yüksek tahsil hususunda zorlamamamız gerekir.
Çok kimseler, evlâtlarının okuma kabiliyetleri olmadığı hâlde, acaip duyguya kapılarak emsâlinin nazarında küçük görülmek vesvesesi ile ısrarla çocuklarını fakülte mezunu yapmak peşindedirler. Böyle olunca, çocuk bin bir türlü iltimas temini ile diploma alıyor; ama bilgisiz olarak.
Hâlbuki bazı çocukların sanatkâr olmaya istidatları vardır. Bunları sanat okullarına vermeli ve sanatkâr olarak yetişmesine yardımcı olmalıdır. Çünkü memleketimizde meselâ makine mühendisi gibi pek çok ahbaplarımız yıllarca iş bulamadıkları için ya bir sanatkârın maaşından daha aşağı bir aylıkla iş buluyorlar, veyahut da ticarete atılıyorlar.
Tarihçi, edîb, mütefekkir İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl İnal, asabiyyü’l-mizaç bir şahıstı. Öfke ile şu cümleleri sık sık tekrarlardı:
«–Allah Allah! Hep okumak, hep okumak, herkes okuyacak da diğer zümre ne yapacak? Memlekette aradığımızda işimizi gördüreceğimiz bir san’atkâr bulamıyoruz».
Bilhassa anne ve babalar, çocuklarının terbiyesi hususunda nefislerinden fedakarlık yapmaları lâzımdır.
Çocuklarının temiz yürekli, dürüst, imanlı olmalarını istiyorlarsa, onların yanında konuşmalarında, hal ve hareketlerinde dikkatli olmalıdırlar.
Yavrularına vadettikleri oyuncak, gezintiye götürmek vesair şeyleri yerine getirmeyen anne ve babalar, çocuklarının yalancı olmalarına sebep olmuş olurlar.
Her gün daimî olarak yalanla beslenen ve yetişen çocuklar, muhakkak ki istikbalin yalancıları olacaklardır.
Onların yanında kötü, yakışıksız sözler söylendikçe, ileride onlar da nezâket ve terbiyeden mahrum oldukları için her akıllarına geleni fütursuzca söyleyebileceklerdir.
Yine onların yanında, diğer insanların gıybetini yaptıkları için onlar da sakız çiğner gibi haset ettiklerinin gıybetini yapacaklardır. Çünkü kulakları onunla dolmuştur.
Çocuklara bir şey anlamazlar gözüyle bakmamalıdır. Onların duydukları ve gördükleri hafızalarında yer eder, hayatlarının sonuna kadar unutmazlar.
Anne ve babalar, çocuklarının yanında ciddi olmalıdırlar. Yılışık, hafif hareketlerde bulunmak, her dakika sevmek, her dakika azarlamak, sık sık yerli yersiz dövmek, uygun olmaz. Çocukla sanki akranmış gibi hareket etmelidir. Güler yüzle, merhamet, şefkat çerçevesinde faydalı hikayeler, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin, Peygamberimiz -sallallahu aleyhi ve sellem- Hazretlerinin, Ashab-ı kiramın, evliyaullahın ve İslâm kahramanlarının menakıblarından onların anlayabileceği bir lisanla anlatılmalıdır”[5].
***
Muhterem Üstâzın buraya aldığımız tavsiyeleri, kendi evlatları üzerinde uyguladığı terbiye usûllerinden bazılarıdır. Bir kul bu şekilde kendi üzerine düşen vazifeyi ifâ için ciddi gayret gösterirse, elbette Ulu Mevlâmız da lütuf ve rahmetiyle tecelli ederek, o evlatlar üzerinde bu gayretin tesirini halkedecektir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri de himmetinin neticesini müşâhede etme bahtiyarlığına erişmiştir. Nitekim muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi, babalarının kendileri üzerinde uyguladığı eğitimi, tahdîs-i nimet kabilinden şöyle anlatırlar:
“Muhterem pederimizin feyz ve rûhâniyeti, bizim toprağımız için bir gülden dökülen şebnemler gibi ilâhî râyihalar menbaı olmuştur. Dolayısıyla bizimle beraber onun mâneviyat bahçesinde yeşeren gönüllerde ne kadar güzellik, fazîlet, haslet ve fârika varsa, hepsi O’nun himmetine râcîdir. Bütün güzîde çiçekler, O’nun dallarında açmış, beslenmiş ve olgunlaşmıştır. Deryâ hâline gelen îmânlar, O’nun saçtığı irfân damlalarının berekâtıdır. Reyhân sıfatlı ahlâk-ı hamîdeler, O’ndan mûtenâ bir râyihadır. İnsanlığa meltem estiren sîneler, O’nun nefhasındandır.
O, çocukluk yıllarımızda Cumartesi günleri değerli amcam Âbidin Bey ile bu fakiri, Osmanlı devrinin son çınarları olan zamanın âlim ve sâlihlerini ziyâret ettirirdi. Onlarla bizim aramızda bir muhabbet bağı kurarak, sohbetlerinden bizim dünyâmıza Osmanlı îmân ve ihtişam iklimine bir pencere açılmasını sağlamak isterdi. Böylece rûhumuzun, ilim, ahlâk ve edep şâheseri o iklimin mânevî gıdâlarıyla beslenip gelişmesini temin etmek gâyesini güderdi. Câmîleri, sebilleri ve Osmanlı külliyelerini gezdirir, onların asâlet ve fazîletinden, Allâh için infâk etmenin dünyâ ve âhirette sağladığı nimetlerden bahsederdi. O, usta bir nakkaş gibi bunları ve daha nice fazîletleri çocuk gönlümüzün dokusuna nakşederdi” [6].
Ebûbekir Topbaş Bey de babalarının kendileri üzerinde uyguladığı terbiyeyi, şükrân duyguları içinde şöyle dile getirirler:
“Babam bizlere çok düşkündü. Terbiyemize büyük önem verirdi. Her hareketimize dikkat ederdi. Nezâket ve zarâfet içinde tertipli ve düzenli bir hayatımız olsun isterdi. Samimiydi; fakat hiçbir zaman aradaki mesafeyi kaldırmazdı. Odasına kapı çalmadan asla giremezdik. Kendileri de bizim odalarımıza kapı çalmadan girmezlerdi.
Her konuşmasında bir mesaj vardı. Haram helal hususlarında sürekli uyarırdı. Büyüklere saygı, küçüklere sevgi gösterilmesi gerektiğini telkin eder, akraba ilişkilerine önem vermemizi isterdi. Aile hayatının gerektirdiği nizam ve intizamı, kendi hayatıyla yaşayarak bize gösterirdi. Herkesi kucaklar, kimseyi itmezdi. Sevgi ve şefkat dolu bir insandı.
Böyle bir babaya sahip olduğum için Rabbime ne kadar şükretsem azdır. Yaşım altmışa geldiği halde, yokluğunda hâlâ kendimi yetim hissediyorum”.
Muhterem Üstaz -kuddise sirruh-, her seviyedeki çocuğa değer verir ve âdetâ onun seviyesine inerdi. Nitekim gelinleri Melek Hanımefendi, Mûsâ Efendinin torunlarına olan bakışını, ilgisini ve sevgisini şöyle anlatırlar:
“Babam, torunlarına çocuk muamelesi değil, büyük muamelesi yapardı. Bizlere de «Çocuklarınızı küçük görmeyin, onlara büyük adam muamelesinde bulunun; sakın ha, çocuktur, henüz bir şey anlamaz deyip geçmeyin» tavsiyesinde bulunurlardı. Çocuklarımıza oyuncak alırken dikkatli olmamızı, “canlı sûreti/heykeli” olmayan oyuncaklar almamızı tenbih ederlerdi. Kendileri de zaman zaman çocukların seveceği oyuncakları onlara hediye ederlerdi. Hatta bir defasında Medîne-i Münevvere’de kalacağımız otel odasına kızım için bir oyuncak almış ve kendi elleriyle yap-boz oyuncağı monte etmişlerdi. Kız çocuklarına ilgisi daha fazlaydı. Son rahatsızlıkları sırasında bile torunum Zeynep’e gösterdiği ilgi, hâlâ gözlerimin önündedir ”.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, maddî imkânlar bakımından hiçbir sıkıntısı olmamasına rağmen, çocuklarını ve yakınlarını, genelde zengin aile çocuklarının okuduğu okullara değil, o zamanlar yeni yeni açılan İmam Hatip Liselerine göndermişlerdir. İman, ahlâk, vatan ve millet sevgisinin daha iyi verileceğini umduğu bu okulları, her şeye rağmen diğerlerine tercih etmiştir. Üstelik o dönemde bu okullar, fizikî imkânlar bakımından da çok acınacak hâldeydi. İstikbal bakımından ise zahiren bir gelecek vâdetmiyordu. Hatta bu okula gidenler alay konusu bile ediliyordu. Bütün bunlara rağmen, karakter ve şahsiyeti her şeyin önünde tutan Üstâz, kararını böyle vermişti. Kardeşleri Abidin Bey anlatıyor:
“Bizler ilkokulda başarılı sayılırdık. İlkokul bittikten sonra hangi okula gideceğimiz meselesi ortaya çıktı. Galatasaray’a mı, Saint Josef’e mi gitsinler diye konuşuluyordu. O dönemde İmam Hatip Lisesi’nin adı var, fakat kendisi yoktu. Yıl 1952. İmam Hatip gündeme gelince, Afif Bey, Osman Bey ve benim İmam Hatip’e gitmeme karar verdiler. Her şeyden evvel dinlerini, diyanetlerini öğrensinler diye düşünüyorlardı. Bizi Mûsâ abim İmam Hatip’e götürdü ve İmam Hatip hayatımız böylece başlamış oldu”[7].
Muhterem Üstâz, evlatlarının terbiyesinde, zaman zaman kendilerine yol gösterici nasihatler etmekle birlikte, sadece nasihatle yetinmez, özellikle onlara bizzat örnek olurlar ve kendilerine de bizzat tatbikatını yaptırırlardı. İbâdet hayatında, aile içi ilişkilerde, iş disiplininde, iktisatlı bir hayat sürmede, haram ve helâl titizliğinde, kul Hakk’ına riâyette, akraba hukukunu gözetmede ve daha bir çok konuda çocuklarına bizzat örnek olmuşlar ve bu alanlarda onları sürekli görüp gözetmişlerdir. Meselâ infaka alıştırmak için zaman zaman ihtiyaç sahiplerine yapacağı hayır ve infâkı, çocuklarının elleriyle ulaştırmışlardır.
Bu büyük Allah dostu, terbiyenin gereği olan zahiri tedbirleri almakla birlikte, hiç şüphesiz onlar için özel dualar da etmiştir. Nitekim vasiyyetinde de böyle bir duaya yer vermişler ve Âlemlerin Rabbine şöyle niyazda bulunmuşlardır:
“Ey kâinâtı yaratan, yerlerin, göklerin, kürelerin, zerrelerin, insanların, cinlerin hülâsa bütün mahlûkâtın sâhibi, yüceler yücesi, ulular ulusu Allahım!
…Gerek varislerime, gerek onarı takip eden ve edecek olan zürriyetime de inâyet eyle! Hepsine kavî iman ver, atâlete uğrayanlardan eyleme! Ki bir taraftan kulluklarına devam ederken, diğer taraftan da senin kullarına hizmet etsinler ve her an seni tevhid edenlerden olsunlar”[8].
-
TİCARÎ HAYATI
Muhterem Üstâzın pederleri ve yakınları, küçüklükten itibaren ticarî hayatın içinde bulunmuş kimselerdir. Babaları 1917 yılında Kadınhanı’ndan İstanbul’a göç ettiklerinde, Sultanhamamı mevkiinde manifaturacılık üzerine bir işyeri açıp kumaş ticaretine başladılar. O zaman tekstil fabrikalarının çoğu Sümerbank’ın elinde olduğundan, genellikle oradan alıp satmaktadırlar. Bununla birlikte yine de Türkiye’de çok az şey imal edildiğinden yurt dışından ithalat da yaparlar.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, babasının ısrarları neticesinde lise ikinci sınıftan ayrılınca, babası ve ağabeyleri ile birlikte ticarî hayatın içine girdiler. Ailenin ticarî geleneğinde, ticaretin gereği olan en alt seviye ne ise oradan işe başlanmaktadır. Mûsâ Efendi de öyle yaptı. İşin içinde, ticaretin kurallarını ve işleyişini yaparak öğrendi. 1944 yılında muhterem pederlerinin vefatının ardından, ticarî hayatına ağabeyleri Nûri ve Hulûsi Beyler ve kardeşi Muammer Bey’le birlikte devam ettiler.
Kardeşler kendi aralarında yeniden bir değerlendirme yaptılar ve tekstil sahasında imalata girmeye karar verdiler. Bu kararın bir neticesi olarak da, 1950 yılında Bahariye Mensucat’a Sâdıkoğulları’nın ortağı olarak girdiler. Bahariye, o zamanlar Eyüp Sultan mevkiinde, Haliç’in kıyısında küçük bir fabrikaydı. Fabrikayı kısa zamanda geliştirip büyüttüler. Sonra da Sadıkoğulları’ndan diğer yarım hisseyi de satın aldılar.
1960 yılında, kardeşler arasında gönül rızası ile bir ayrılma gerçekleşti. Nûri ve Hulûsi ağabeyleri Bahariye’de kaldılar. Mûsâ Efendi ise kardeşleri Muammer ve Abidin Beylerle birlikte “Kader Mensucât”ı kurdular.
On yıl kadar “Kader Mensucât”ta birlikte devam ettiler. Ancak aile fertleri arasından ticarete yeni katılan gençlere de iş alanı açmak maksadıyla yeni bir arayışa girdiler. 1970’li yıllarda “Kader Mensucât”ı kardeşi Muammer Bey’e bırakırken kendileri de bir müddet ayrı çalıştılar. 1975 yılına gelindiğinde ise oğulları ve kardeşi Abidin Topbaş Bey’le birlikte “Hisar Mensucât”ı kurdular. Sonraları “Hisar Mensucât” pazarlama şirketi olarak devam ederken, imâlat şirketi olarak yine aynı ekiple “Marmara Mensucât”ı kurmuşlardır.
Ailenin ticârî geleneğinde bu ayrılmalar, hiçbir zaman küsme ya da kırılma ile sonuçlanmamıştır. Hatta böyle bir ayrılığı büyümenin tabiî bir gereği saymışlardır. Muhterem Üstâzımızın yeğenleri Ahmed Topbaş Bey’le yaptığımız bir mülakatta bu hususu kendilerine sorduğumuzda şu cevabı vermişlerdir:
“Efendim, aile zaten büyüyor, büyüdükçe ayrılmak lâzım, doğurmak lâzım. Babamlar 1950’lerde 5 – 6 kardeş bir işte çalışıyorlarmış. Her birinin üçer dörder çocuğu olsa, yirmi çocuk. Yirmi çocuğa da ufuk açmak lazım, ufuk vermek lâzım. Hakikaten bazı aile şirketleri var; körelip gidiyor, kazanamaz oluyor. Âdetâ “KİT”leşiyorlar. Her biri diğerinden iş bekliyor. Biri çalışsın, ben de yiyeyim havasına girildiği de oluyor. Bu bakımdan zamanı gelince ayrılmakta fayda var. Kavga etmeden ayrıldığın zaman, ailevî münasebetler devam ediyor; ama işin ayrılmış oluyor. Herkes yeni bir heyecanla işe sarılıyor. Böylece yeni nesil, işi idame ettirme gayretine giriyor”.
1970’li yıllara kadar ticarî hayatla yoğun bir şekilde ilgilenen Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bu tarihten sonra, kendisini daha çok Sâmi Efendi Hazretleri ile birlikte manevî hizmetlere vermiştir. Ancak ticaretten hiçbir zaman bütünüyle kopmamıştır. Çocukları ve kardeşi vasıtası ile yakın ilgisini devam ettirmiştir. Kardeşi Abidin Topbaş Bey bu dönemde onun işle ilgisini şöyle anlatır:
“Mûsâ abim, zaman zaman bizlerin kavrayamadığı bir çok meseleyi bizlerden evvel, işlerin dışında olmasına rağmen kavrardı ve bizlere yön gösterirdi. Tabiî bunun yanında, işin prensipleri, işin ahlakıyla, işin disipliniyle ilgili ne öğrendiysek de ondan öğrendik. İş hayatı boyunca böyle devam etti. Sonra yapılan üretimi çok severdi. Üretilen şeyin güzelliğini çok severdi. Üretilen ürün güzel değilse, o satılıyor bile olsa, yüzünü ekşitirdi. Güzel olup satılana karşı daha güzel bakardı. Bakarken keyif alırdı”.
***
Mûsâ Efendi işi tümüyle bırakmayı da hiçbir zaman doğru bulmamıştır. Hatta buyururlardı ki:
“İşimi terkettim, diyenler var. Niye terkediyorsunuz? Oğlunuza da bırakmayın. Oğlunuza işi yükleyin, ama ara sıra kendiniz kontrol edin. Ne geldi, ne gitti, sorun. Bu noksanlık değildir. Çokları var, «Ben işi çoluğuma çocuğuma bırakayım», diyor. Kaç yaşındasın, kırk yaşındayım. Kırk yaşındaki insan, işini çocuğuna niye bırakıyor? Gitsin kontrol etsin. Çocuğu iyi muamele yapabiliyor mu, yapamıyor mu? Helâline haramına dikkat ediyor mu? Onlara nezaret etsin. Çünkü onda da mes’uliyet var. Bu gün ille herkes kazanmaya gayret edecek. Elinden geldiği kadar kimse kimseye yük olmayacak. Mukadderse olur, o başka. Bütün gaye, müslümanların üç beş kuruş sahibi olmaları”[9].
Muhterem Üstâzın seyr u sülûk anlayışında, dünyayı bir kenara bırakmak yoktur. “El kârda, gönül yârda” olmak, Kur’ân ve sünnetin ruhuna daha uygun bir hayat tarzıdır. Çalışmak, helâlinden bol bol kazanmak ve Ümmet-i Muhammed’e faydalı olmak, onun ticarî hedeflerinden biri olmuştur. Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin buyurduğu gibi “Alan değil; veren el olmak”[10] daha önemlidir. Başkalarına yük olmaktansa, başkalarının yükünü taşımak, daha faziletli bir davranıştır. Nitekim o, şu sözleriyle, kendisinin hayata, ticarete, zenginliğe, fakirliğe ve dünyaya bakışını açıkça ortaya koyar:
“İslâmiyet, makul niyete mebni ticaret yapmayı daima teşvik etmiş, hatta ubudiyet dallarından bir cüz olduğunu açıklamıştır. Helâl kazançla yuvasını besleyen kimseleri senâ etmiştir. Nitekim -sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz-, dürüst bir tâcirin, kıyamette şehidler ve sıddiklar ile birlikte haşrolunacağını beyan etmişlerdir.
Serveti verenin de alanın da Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğunu bilenler, çalışırlar. Çünkü çalışmak, Cenâb-ı Hakk’ın emridir. Hem de kazançları ile hırsa kapılmayıp âhiret hazırlığı yapmış olurlar. Yani infak ederler. Bu hareketleriyle de ileride kavuşacakları daimî hayattaki makamlarını, derecelerini yüceltmiş olurlar.
Artık bugün, «bir lokma bir hırka devri» geçti. İnsan kendi nefsinde yaşasa bile, aile hayatı var, cemiyet hayatı var, bunu tatbik edemez. Herkes çalışacak. Dünyaya çalışmak, zâhiren dünya gibi olsa da mânevîyata mâni değildir. Yani para, kasada olursa mâni değil; gönle girerse o zaman mâni olmuş oluyor. Mutlak sûrette hizmet etmek ve faydalı olabilmek kaydıyla, hem dünyaya çalışacağız, hem de mânevî dersimizi inkişâf ettireceğiz. Onunla bunun hiçbir tenâkuzu yok. Bazı insan, ne onu yapabilir, ne de bunu. Muhakkak iş yapmak, zarureti var.
25-30 sene önce Anadolu’dan İstanbul’a bir hayli gelenler oldu. Üstazımızın yanında yaşayacağız, diye geldiler, Erenköy’e yerleştiler. İş yok, güç yok. Bu sefer de dedikodu başladı. Hepsi mânevî hayatta geri kaldılar. Hülâsa muhakkak çalışılacak, kendisinden faydalanılacak. Kalp âlemine çalışmak, zâhiri çalışmaya hiç mâni değildir. Kalp âlemi ayrı bir âlem. Bazısı vardır, mâneviyata çalışacağım diye işi gücü bırakır; ama bu defa da başkasının malındadır gözü. Bu daha zararlıdır. Öteki çalışır, gayret eder, Cenâb-ı Hakk’ın verdiğinden istifâde eder, cemiyet de ondan istifâde eder. Yani çalışmak, katiyen mâneviyata mâni değildir. Hatta ihtiyaçtır. Âvârelik, başı boş olmak, hiç iyi değil. Bilhassa tekâmül etmeyen insanlar için. Fitne hemen hazır. Erenköy’de bunu, birçok örneği ile gördük. Üstazımızın huzuruna gelen zümre aslında istifâde etmek için geldiler. Ama işleri, güçleri yoktu. Başı boş kaldılar. İbadet de edemediler. Elhasıl, herkes işini yapacak.
Zenginlik, hüsn-i istimal edilecek olursa, huzur kaynağı hâline gelir. Bilhassa devrimizde buna pek çok ihtiyaç görülmekdedir. Devletimizin, milletimizin, ferdlerin buna ihtiyacı vardır. Amma yerinde kazanıp, yerinde sarfetmesini bilmek şartıyla. Yalnız kazanmakla, mal, mülk yığmakla iktifa etmeyip, Allahü Teâlâ’nın rızasına uygun hayırlar yapılırsa, o servet ne bereketli bir maldır. Harcadıkça Rabbimiz Teâlâ Hazretleri onun bereketini ziyadesiyle çoğaltır.
İnsan başlangıçta parayı çok sever. Ancak manevî yolda ilerledikçe, zaman gelir para sevgisi dahil her şey silinir. Yine zaman gelir para sevgisi, dünyalık sevgisi tekrar başlar. Ama bu sefer mânâ değişir; Allah için kazanmak ve Allah yoluna vermek düşüncesi hâkim olur. İşte burada mal ile ilişki ibâdet hâline geliyor. Kendi nefsin için olmayınca her faaliyet faydalıdır. Sâlik mânevî hayatında vasat hâlindeyken, Cenâb-ı Hak muhabbeti alıyor. Ama tekâmül ettikçe aksine para muhabbeti mânâsı değişerek tekrar geliyor. İlkteki mânâ gibi değil.
Hak Teâlâ kime ne vermiş ise ondan mes’ûl tutacaktır. Kimin hakkında neyi ihtiyar etmiş ise nimet odur. Bazı insan fakir olur, bazısı zengin. Eğer fakir, gönlünde hırs ve hased yoksa ve nefis Allah ile beraber ise, sabrını yapıyor demektir. Ganî (zengin) de dünyaya mağrur olmayıp her nefesinde Allah ile beraberse, nimetten yüz çevirmeyip, malını Allah yolunda yerli yerince sarfediyorsa ve kendini bu mal ile değil, Allah ile ganî sayıyorsa nimet budur. Burada asıl olan, dünya sevgisinin, gönle girmemesidir. Fakire de zengine de bu sorulacaktır. Bu sebeple bazen fakirlik hayırlı olur, bazen zenginlik. Bazen fakr, dünyalık azlığı değil, gınâ (zenginlik) da dünyalık çokluğu değildir. Fakir kimse, yokluğu kendisine fitne etmeyecek, ganî kimse de varlığını kendine fitne etmeyecektir.
İnsan zaman gelecek inzivaya çekilecek, hakkıyla ibâdet edecek, zaman gelecek iş görecek”[11].
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-, diğer konularda olduğu gibi, ticarî hayatta da hem iyi bir model, hem de yetiştirici bir insandı. Onun bu yönünü yine yeğenleri Ahmed Topbaş Bey’den dinleyelim:
“Amcam Mûsâ Efendi, dünyevî hayatımıza ilişkin olarak da bizlere önemli prensipler kazandırmıştır. İş hayatında disipline çok önem verirdi. Bizi de bu disipline alıştırdı. Vaktinde işe gelmeyi ve vaktinde gitmeyi öğütler, geç vakitlere kadar işte kalmamızı, gece yorgun düşüp yatıp kalmamızı istemezdi. Bize daima, dürüst ve düzgün olmayı, telkin ederdi. Ticarette muamelenin çok mühim olduğunu, verilen sözlerde dikkatlice durulması gerektiğini sürekli hatırlatırdı”.
Dünyadan nasibini unutmadan ve ona gönlünü kaptırmadan, âhiret merkezli bir hayat sürerek bir Allah adamı olmak, ne büyük bir irade, ne büyük bir saâdettir. İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, böyle bir ilâhî ikrama nail olmuş bahtiyarlardan biridir.
-
TİCARÎ HAYATTA DİKKAT ETTİĞİ ÖLÇÜLER
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, bir ölçü insanıydı. Hemen her şeye dair muayyen ölçüleri daima hazırdı. Dünyevî işlerde olsun, manevî hususlarda olsun, sanki asırların tecrübelerinden süzülmüş bir hulâsa, onun lisanından ölçüler hâlinde dökülürdü. Onu dinlerken, içinizde hiçbir konuda şüpheye ya da kararsızlığa düşmezdiniz. Zira karşınızda, ağırbaşlı, heybetli, vakûr, sanki firasetiyle perdelerin arkasındaki gerçekleri ayan beyan gören, kendinden emin bir ulu zat görür ve hissederdiniz. Bu bakımdan onun ticarete dair yazı ve sohbetlerinde ifade ettiği prensipler, hemen her dönem için ışık tutacak mahiyettedir. Onun bu yöndeki tespit ve tavsiyelerinden ticâret ehlinin istifâde edeceğinde şüphe yoktur. Şimdi bu prensiplerden tespit edebildiklerimizi, kısa kısa arzetmeye çalışacağız.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ticarete yeni başlayan bir yakınına şu beş esasa riayet edilmesini tavsiye etmişlerdir:
- Tefvîz: Allâh’a güvenip yola çıkılmalıdır. Yani üzerimize düşen sorumlulukları yapmakla birlikte, hiçbir zaman nefsimizi ön plânda görmemeli, daimâ hayır ve şerrin yaratıcısı olarak Mevlâ’yı hatırlamalı ve işlerin sonucunu O’na havale etmelidir.
- Sermaye: Sermayesiz yola çıkılmamalıdır. Maceraya atılmamalı, sermayeye göre bir iş hacmi belirlenmelidir.
- Kalite: Yapılan işi baştan savma değil, en güzel şekilde yapmanın yollarını aramalıdır. Yaptığını güzel yapanı Allah da sever. Uzun vadede kazananlar, kaliteye önem verenler olacaktır.
- Randıman: Maliyet hesapları doğru yapılmalıdır. Aksi hâlde bilmeden zarara düşülebilir.
- Pazarlama: Ne kadar kaliteli olursa olsun, mal iyi pazarlanmazsa güzel bir neticeye ulaşılamaz. Hem iyi teşhir etmeli, hem de güzelce takdim etmeli.
Muhterem Üstâz, her konuda olduğu gibi ticari hayatta da dinin emir ve yasaklarına azami ihtimam gösterirlerdi. Etrafındaki yakınlarına ve sevenlerine bir öğüt ve uyarı olmak üzere “Ticaret âdâbını iyice öğrenmeden ticarete başlamamalıdır. Çok iyi insanlar vardır ki, ticâret âdâbını tam mânâsıyla bilmedikleri için, ihtilâfa düşerler, eski samimiyet ve sevgilerinin yerini düşmanlık alır”[12], buyururlardı. Kardeşi Abidin Bey, ağabeyinin bu yöndeki hassasiyetini şöyle ifade eder:
“Mûsâ abim, şartlar ne olursa olsun, inanan insanın taviz vermemesi gerektiğini söylerdi. Ticarî sahadaki hassas konulara ilişkin olarak fıkıhçılara danışılmasını, onların fetvasının alınmasını isterdi. Ama kesinlikle «Bugün şartlar böyle, zaman bunu gerektiriyor» şeklindeki yaklaşımları tasvip etmezlerdi”.
***
Lokmanın helâl olmasını, her şeyin önünde görürlerdi. Lokmayı zedeleyecek ticari faaliyetleri kâr değil, zarar olarak mütâlaâ ederlerdi. Hatta Abdülkadir Geylânî Hazretlerinin helâl lokma ile ilgili şu sözlerini tekrar tekrar hatırlatırlardı:
“Ey oğul! Haram yemek kalbini öldürür. Helâl yemek ise onu ihya eder. Lokma vardır kalbi nurlandırır. Lokma vardır onu karartır. Lokma vardır seni dünya ile meşgul olur hâle getirir. Lokma vardır, âhiretle meşgul eder. Lokma vardır, sana dünyayı da âhireti de terk ettirir; seni dünya ile âhiretin Yaratanına rağbet ettirir. Haram yemek, seni sırf dünya ile iştigale sürükler ve sana günahları hoş gösterir. Mübah yiyecekler, seni âhiret ile meşguliyete sevkeder ve sana taatleri sevdirir. Helâl yiyecekler ise senin kalbini Allâh’a yaklaştırır”[13].
Buyururlardı ki:
“Helâl kazananlar, ancak üzerlerine aldıkları vazifeyi tam îfâ edenlerdir. İster âmme hizmetinde, isterse hususî müesseselerde olsun, hizmet görenler, muhakkak aldıkları maaşlarının ve ücretlerinin karşılığını yerine getirmeye çalışmalıdırlar. Gaye, zaman geçirmek değil, aldığı vazifeyi noksansız olarak îfâ etmek olmalıdır. Bu hususu ihmal edenlerin kazançları nasıl helâl olabilir?”[14]
Ticârette fâiz illetine bulaşanların, hem lokmalarına haram karıştırdıklarını, hem de kazançlarının bereketini yok ettiklerini şöyle ifâde ederlerdi:
“Faiz alanların, faiz verenlerin âkıbetlerini görmekteyiz. Bu yüzden yüzlerce sivrilmiş müesseselerin, kısa bir zamanda eridiklerine şahid olmaktayız. Fâiz, bereketi giderir. Fâiz kalktı mı, bereket başlar. Fâiz, hem manen, hem maddeten en zararlı bir şey,. Kim fâize elini atmışsa çürüyüp gitmiştir. Bazı müesseseler var, zâhiren büyük müesseseler. Kazandığının onda dokuzunu fâize veriyor. Maddî bakımdan fuzûlî yere hamallık yapıyor. Mânevî bakımdan ise ayrıca felâket”[15].
Fakirlerin hakkı olan zekâtı vermeyenlerin de, helâl lokmalarını ifsad edeceklerini beyan ederlerdi. Hatta böylelerini, fakirin malını gasbeden âdî hırsızlara benzetirlerdi.
***
Mûsâ Efendi bir denge insanı olması hasebiyle, ticarete kendini tamamen kaptırıp aşırı hırsa kapılanları hoş görmez, böylelerinin huzur bulamayacaklarını dile getirirlerdi. Zaman zaman Şeyh Sâdi Şirâzi -kuddise sirruh-un “Mal, ömrü huzur içinde geçirmek içindir. Yoksa ömür, mal ve servet toplamak için değildir” sözünü naklederek, gaflete düşülmemesi gerektiğini ikaz eder ve buyururlardı ki:
“Zenginlik ve refah, günümüzde, ekseriya varlıklı ailelerde bir perişanlık haline gelmektedir. Bakıyoruz, herkes holding şirketleri kurmak sevdasında. Görüş böyle olunca, para kazanmanın yerini, para toplama, mal yığma sevdası almış oluyor. Sonra bu şirketler büyüdükçe, sermaye bakımından güçlendikçe, sahiplerinin ihtirasını artırıyor. Gece-gündüz bu, zihinlerini meşgul ediyor. Hülâsa tek gaye bu olunca, evleri, aileleri, çoluk-çocuklarıyla meşgul olamıyorlar. O zenginlik ve varlık içinde, «Keşke daha zengin olsam» fikri onları yiyip bitiriyor. Zaman geliyor, «Haydi vaktin geldi» emri gelince, o muazzam servet olduğu gibi kalıyor. Zekâtı verilmeyip hayır işlerinde kullanılmayan malın hesabı da muhakkak ki, çok üzücü olacaktır.
Akla gelebilir ki çok süper zengin olmayı istemeyip de vasatta kalmaya razı olmak, muvafık mıdır? Hâlbuki iş hacmi geniş olanların, daha büyük çapta hizmet etmeleri fırsatı olmaz mı? Biz de deriz ki:
Ömür kısadır, vaktinde yapılan hayır makbuldür. Çünkü servet arttıkça, ihtiras da, yani parayı çoğaltma hırsı da onu takib eder. Bu böyle olunca, menfaatini gerektiren her şeyi hizmet telâkki eder. Meselâ ben müessesemde yahut fabrikamda şu kadar bin işçi çalıştırıyorum. Bu şekilde onların nafakalarını temin ediyorum, der. Hâlbuki bu görüş nâkısdır. Menfaata müstenid olan şey hizmet olamaz. Çünkü o memur ve işçi, başka kişinin eliyle bunu temin eder. Bu, hizmet değil hak karşılığıdır.
Sonra büyük servet sahiplerinin hırsları arttıkça ölümü göz önüne getirmek istemezler, hayır yapamazlar. Yahut istekli olsalar bile, sanki yaşayacaklarına teminat almış gibi diğer senelere atarlar. Tek tük yapabilseler bile Allâh’ın rızasını kastetmeyip halkın övmesini beklerler.
Dikkat edilirse memleketimize faydalı ve yararlı olanlar, zenginlik peşinde koşanlar değil, zenginliğin kendilerini takip ettiği kimselerdir.
Hırslı olanlar, hak-hukuk mevzuuna riayet edemezler. Nefisleri daima onlara kendilerini haklı gösterir.
Çünkü büyük servetleri hüsn-i isti’mâl etmek (güzel kullanmak), herkesin başarabileceği bir husus değildir.
Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hak -Celle ve Âlâ- Hazretleri’nden daima kifâyet mikdarı dünyalık istemişler ve Ashâb-ı kiram hazarâtına da aynı şekilde tavsiyede bulunmuşlardır.
Çünkü sırasına göre azda bereket vardır. Bazen azla, büyük bereketli hizmetler yapılır.
Bazen de çok, yerinde kullanılamaz ise o çokluk, bereket yerine bir çok zararlar ortaya çıkarır. Hâlbuki fazla hırsa kapılıp huzûru kaybetmek suretiyle haram helâl demeyip çok büyük yükler altına girmek, uygun değildir. Bu altından kalkılamayacak borçlar dolayısıyla, çok büyük şirketlerin eriyip gittiğine şahid oluyoruz.
Zengin olan kimse, ölçüsünü kaçırıp da sırf para kazanmak kastı ile evine, ailesinin yanına muntazam bir sûrette güler bir yüzle gelemiyor ve terbiyesi ile meşgul olması icap eden yavruları ile yakından meşgul olamıyor ise,
Bu ne biçim zenginliktir?
Bu zengin kimsenin, mal yığmak gayesiyle bütün ömrü yabancı memleketlerde geçiyor ve evini, barkını, ailesini ve çocuklarını ihmal ediyorsa,
Bu ne biçim zenginliktir?
Bu zenginlik hırsı, insanı sıhhatinden, neşesinden, huzurundan, hulâsa her türlü rahatından ediyorsa,
Bu ne biçim zenginliktir?
Bu zenginlik, kişiye can sıkıntısı veriyor, dolayısıyla kumar, kadın, içki gibi sefâhat yollarına sevkediyorsa,
Bu ne biçim zenginliktir?
Bu kısma girenler en zavallı bedbahtlardır.
Fazla zenginlik, iftihar, övünme vesilesi değildir. Asıl zenginlik Allahü Teâlâ’nın bahşetmiş olduğu o dünyevî varlığı, hüsn-i isti’mal etmek, verenin Hak celle ve âlâ Hazretleri olduğunu bilmek ve yerli yerinde kullanmaktır. Nice işgüzar, çalışkan, ticarî bilgiye sahip, muhtelif lisanlar bilen kimseler vardır ki, murâd-ı ilâhî mûcibince dünyalıkları zayıftır.
Akl-ı selim sahibi zengin, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ettiği geniş evinde, ailesiyle huzûrlu bir hayat yaşamayı şiar edinmelidir. Dünyevî ve ticârî işlerini vüs’atı nispetinde itidâl üzere yürütmelidir. İtidâlden gâye, fazla korkak olmamak, borçlanmada da, ölçüsüz derecede ileri gitmemektir. “Cesur tüccarın rızkı bol olur” buyrulmuştur. Bu mühim sözden gaye, insanın elindeki servetin muattal kalmaması için bir ikazdır”[16].
***
Muhterem Üstâz, ölçüsüz şekilde borç altına girmeyi de hiçbir zaman hoş karşılamazlardı. Bu konuda titiz davranılmasını hatırlatırlar, aksi halde huzur ve itibarın kaybolacağına şöyle işâret ederlerdi:
“Fakr u zarûret içinde olan kimse, ihtiyacı nispetinde borçlanmalıdır. Hulûs-i kalple, temiz bir niyetle ödemeye kararlı olmalıdır. Böyle darda kalan kimse, sıdk ile borcunu bilirse, icabında borcunu ödemek için kuru ekmek yemeye razı olur. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, ödemesi hususunda ona kolaylık verir ve akla hayale gelmeyen sebepler halk eder, o kimse de aldığını kolaylıkla öder.
İhtiyacı olmadığı hâlde, yani meşrû kazancından daha üstün ve gösterişli bir hayat seviyesinde yaşamak isteyen kimseler de zaman zaman borçlanmaya girerler. Böylelerinin israfı çok olur, hesap-kitap bilmez hâle gelir. Borcunu ödemek için gayret sarfetmez ve borcunu ödeyemez. Böyle olunca elinde-avucunda ne varsa hepsine haciz koyarlar, evinden barkından olur. Yahut fırsat geçerse hile ile mal kaçırır. Her ne halde olursa olsun, hali perişandır. Cemiyetin yüz karasıdır. Hem dünyası mahvolmuştur, hem de âhireti. Borçlu olarak âhirete kul hakkı ile göçmek ne kadar büyük bir hüsrandır. Fahr-i Kâinât -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her mü’minin, günahkârın namazını kıldırdıkları hâlde, cenazenin borçlu olarak öldüğünü öğrendiklerinde, o namaza icâbet etmezlerdi. Kul Hakk’ının ne kadar mühim olduğunu düşünelim.
Borçlu insan, borcunu ödemediği veya ödeyemediği müddetçe, cemiyet hayatında itibarını kaybeder. Kaybedince de âdeta cemiyete yani topluma karşı küser, hırçınlaşır, kimseyi sevemez hale gelir. Sadrı daralır, kalbi sıkışır. Mes’ut, muvazeneli insanları görmek dahi istemez, âdeta düşman kesilir ve «Bu ne biçim müslümanlık, kardeşlik olsa idi onlar benim borcumu öderlerdi», mülâhazasında bulunur.
Hâlbuki böyle şeyler düşünmeyip, «Borcumu ödemekte kararlıyım. Allahü Teâlâ’nın yardımı ile bunu tesviye etmekte azimliyim. Her ne pahasına olursa olsun, her hususta fedâkârlık eder, icabında ekmeğimi tuza katık eder, borçlarımı öderim. Ben de ihlâs ve istikâmet üzere oldukça Allahü zü’l-celâl Hazretleri kefilim olur», diye sıdk ile niyetini hâlisleştirir ise, Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin nusreti erişir, kendisi de bu bâdireden kurtulur.
Böyle bir fikir ve görüşte olan bir kimsenin bütün işi doğruluk çerçevesinde yürür. Gerek iş hayatında, gerek aile yuvasında, dünyanın her türlü kederlerinden mahfuz olarak, mes’ut huzurlu bir hayat sürer. Nizamlı bir işi olduğu için lüzûmundan fazla borçlanmaz, hayra sarfetmek için daima yanında ihtiyat parası bulunur”[17].
Kardeşleri Abidin Bey’in anlattığı şu hâdise, Üstâz Hazretlerinin borçlanmaya karşı irade ve azmini göstermesi bakımından dikkat çekicidir:
“Mûsâ abim, büyümeden ziyade istikâmetle yürümeye bakardı. “Kader Mensucat”taki işlerin bozuk olduğu dönemde, «Durumumuzu bir tespit edelim» dedi. «Ne olur, işimizi küçültürüz. Evimiz vardır, sağlığımız vardır, hayatımızı sürdürürüz. Olmadı daha borçluyuz, fabrikamızı satarız, yine evimiz kalır, bir yere girer çalışırız. O da olmadı evimizi satarız, her şeyimizi satarız, borcumuz kalmaz, yine besmeleyi çeker başlarız, «er-Rızku alellah» deriz. Ama bütün bunları sattıktan sonra da borçlu kalırsak, biz bunun altından kalkamayız» demişti. Yani uçurumu ortaya koyardı. Büyümekten ziyade, işlerin düzgünce yürümesi taraftarıydı”[18].
Mûsâ Efendi Hazretleri, kefâlet meselesinin de ciddiye alınmasını isterlerdi. İnsanın yerine getiremeyeceği vaadlerde bulunmasının son derece yanlış olduğunu, birisine “kefil oldum” dedikten sonra bu sözün gereğini yerine getirmek gerektiğini sık sık hatırlatırlardı.
***
Ticarî ortaklıklar konusunda da çok hassastı. Hatta “İki kardeş, «ticari ortaklık kuruyoruz» dedikleri zaman dostlukları bozulur endişesiyle yüreğim titrer” buyururlardı. Kurulacak ortaklığın esaslarının en ince detaylarına kadar belirlenmesi tavsiyesinde bulunurlardı. Yeğenleri Ahmed Topbaş Bey anlatıyor:
“Amcam Mûsâ Efendinin ticari konulardaki bir başka hassasiyeti, ortaklık üzerineydi. Ticareti, ortaklığı basit bir şey görmezdi. «Ticârî ortaklıklarda, mutabık kalınan hususlara harfiyyen riayet edilmelidir. Mukavele yapılıp imza edildikten sonra varılan anlaşmayı tatbik etmelidir. Ne sermaye konulacak? Ortakların koyacakları nispetler ne olacak? Kimler şirkette fiilen çalışacak, kimler çalışmayacak? Ayda ne miktar para çekilecek? Kâr taksimi nasıl olacak? Çalışanlar ayrıca bir ücret alacaklar mı? Çalışmayıp da sermaye nispeti çok olanların alacakları ne olacak? Zarar edildiğinde şirket ne şekilde feshedilecek? Her ortak üzerine düşen zararı ne şekil ve nispette ödeyecek? belirleyin» buyururdu. «Aksi takdirde kısa zamanda kavga edip ayrılmalara sebep olunur» diye sürekli bizleri uyarırdı. En ince teferruatına kadar görüşülmesini tavsiye ederdi. «Ticaret ortaklığı, evlilik gibidir» derdi. Evlilikte rastgele birisiyle nasıl evlenilmezse ticarî ortaklığı da böyle görürdü. «Bilhassa dostlarımız arasında çok ortaklıklar oluyor; kısa süre sonra birbirlerine söverek ayrılıyorlar, çok kötü manzaralar ortaya çıkıyor» diye uyarırdı.
«Herkes çektiğini yazsın», derdi. Hesabın, kul hakkı olduğunu öğretmişti. Hatta bir şey almamız için bir para verse, üstünü kuruşu kuruşuna geri getirmemiz gerektiğini bizlere öğretmişti. Biz de aldıklarımızı yazılı döküm olarak kendilerine verirdik. Gerçekten de bu tür aile şirketlerinde kasadan kimin ne aldığı belli olmaz. Bu anlayışla çalıştırılan iş yerlerine muttali olduklarında celallenirler ve «Bunlar kul Hakk’ının ne demek olduğunu bilmiyorlar mı?» derlerdi.
Bizim kendileriyle 70’li yıllara kadar ticarî ortaklığımız sürmüştü. O zamanlar fabrikaya tenekelerle yağ gelirdi. Tenekeler boşalınca çöp kutusu olarak kullanmak için evlere götürürdük. 2-3 ay sonra çürüyünce bir daha götürürdük. Bu götürülen tenekeler bile kayda geçirilirdi. Kimin kaç teneke aldığı bilinirdi. O zamanlar, boş hurda teneke dört lira idi. Kim aldıysa onun hesabından dört lira düşülürdü. Veya fabrikadan hurda niyetine çıkan bir metre kumaşı kimin aldığı bilinirdi. Biz Mûsâ Efendiden bu hassasiyeti öğrendik. Bu tür uygulamalar, şimdi bazı gençlerin tuhafına gidiyor. Bunun ne kıymeti var diye düşünüyorlar; ama kul Hakk’ının küçüğü büyüğü olmaz. Bu da Mûsâ Efendi amcamın bizlere öğrettiği, çok önem verdiğim bir hassasiyet”[19].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- çalışanların hakkına riayet konusunda da çok titizdi. Çalıştırılan elemanlara güzel muamele etmek gerektiğini, haklarını tastamam olarak ödemenin lüzumunu sık sık hatırlatırdı. Etraflarındaki işveren konumunda bulunanlara buyururlardı ki:
“İşçilere ve evlerimizdeki hizmetkârlarımıza güzel muamele etmemiz gerekir. Ufak bir ihmal ve hataları dolayısı ile onları azarlayıp, bağırıp çağırmak yerine, tatlı bir lisan ile kabahatlarını (mümkünse tenhada) söylemek lâzımdır.
Şayet müessesedeki memurlar veya işçiler (kötü telkinatlar neticesinde kasten zararlı oluyorlarsa), hakları verilip işten uzaklaştırılabilir. Çünkü onların zararlı hareketleri diğerlerine sirayet edebilir. Hainlerin hiyanetlerine göz yummak büyük gaflettir.
Hataları, bilgi ve görgü noksanlıkları dolayısı ile olursa o başka, o zaman bilmediklerini öğretmek lâzımdır”[20].
İş ortağı ve kardeşi Abidin Topbaş Bey de onun bu konudaki titizliğini şöyle ifade eder:
“Abim, hak-hukuk noktasında çok titizdi. Çalışan işçilerin hukuku üzerinde çok dururdu. Meselâ «Onlar ne yiyorsa mutlaka siz de onu yiyeceksiniz» derdi. Mûsâ abimin fabrikaya teşrifinde farklı bir yemek yapılıyor olsa, onu yemezdi. Biz «İşçiye de bundan veriliyor efendim» dersek ancak o zaman rahatlar ve yerdi. Yoksa karavana neyse onu tercih ederdi”[21].
***
Bu büyük Hak Dostunun en çok önem verdiği hususlardan biri de, infak ehli olmaktı. Ona göre varlıklı insanlar, kendilerini bir veznedar gibi görebilmelidirler. Nasıl ki bir veznedar, kendisinin bir emanetçi olduğunun farkında ise zengin de, kendisine lutfedilen mal ve mülkün esas sahibinin Mevlâ olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Mûsâ Efendide infak, tabiat-ı asliye hâlinde olduğundan, etraflarını da sürekli infaka yönlendirirlerdi. Hatta kendisi, zenginliğin zevkine varmanın ancak vermekle mümkün olacağını söylerlerdi. Sadaka ve infakın malı eksiltmeyeceğini, aksine onu koruyup bereketlendireceğini ifade ederlerdi. Buyururlardı ki:
“Büyük servet sahipleri, fî sebîlillah, yani Allah rızası için vakit ve servetlerinin bir kısmını hayrat yoluna sarf ederse, hem kalplerindeki dünya hırsı, keder ve sevgisi Cenâb-ı Hakk’ın izni ile zâil olur, hem de bu yaptıkları hayır işleri dolayısıyla Rabbimiz Teâlâ Hazretleri kendilerine iç ferahlığı ve rûh temizliği verir.
Bu sûretle kalplerindeki kasvet ve kötü temayüller, iyi huya, iyi görüşlere ve iyi düşünüşlere tebeddül eder. Dünya hırsı, düşüncesi ve kederi olmayanlar, gecelerini ve gündüzlerini neşe ve sükûn içinde geçirirler”[22].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- her şeyde akıllı hareket etmeye ehemmiyet verdiğinden, «Mümin zeki olacak» buyururlardı. Ahmaklıktan ve ahmakça davranışlardan hoşlanmazlardı. Ticarette akıllı olmanın gereği hakkında da şöyle buyururlardı:
“Akıllı bir tüccar, yapacağı işini ayarlar, zamanını ona göre tanzim eder ve alacağı-satacağı malı bilir. Çünkü ihtisası (ticaret bilgisi) ölçüsünde hareket eder. Ne satılır, ne satılmaz, hangisinde dünya menfaati fazladır, onu da bilir. Alıcının iyisini, kötüsünü, bilgi ve tecrübesi sayesinde tefrik eder. Ödeme ve tahsilat vakitlerini ayarlar. Borçlarını gününde öder ve alacaklarını da takip eder, ihmal etmez. Her hareketi, ölçüsünde, teenni ile olur. Böyle hareket etmekle hem darda kalmaz, hem de menfaat temin eder. Her hareketi dürüstlük içinde olur. Sözünde durur. Harama helâle dikkatli olur. Kendisinin bir vasıta olduğunu, hakikatte ise, kârı ve zararı verenin Hak Teâlâ Hazretleri olduğunu bilir.
Bu bilgi ve tedbire rağmen, kader sahifesinde yazılı ise, bazen de zarar eder, hatta borçlu kalır. Doğruluğunun neticesi olarak Allah -azze ve celle- Hazretleri, borcunun ödenmesinde, kolaylık gösterir ve yardımcı olur.
Diğer meslek erbâbı da ister memur, ister işçi, ister san’atkâr, ister yazar olsun, kendi sahalarında akıllıca, bilgili ve şuurlu olarak hareket ederlerse onlar da muvaffak olurlar”[23].
Hulâsa Mûsâ Efendi, ticarî alanda da iyi bir rehber, büyük bir mürşitti. Bir kul Hakk’a vâsıl olunca, onun sözü, firâseti ve davranışı başkalaşır, diğer bir ifadeyle Rabbânîleşir. Bu itibarla Hak dostlarının söz ve davranışlarını sıradan görmemek gerekir.
-
TASARRUF VE İKTİSADA RİAYETİ
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-, varlıklı bir kimse olmasına rağmen, tasarruflu olmaya son derece itina gösterirlerdi. Onun cömertliğini yakinen bilmeyen kimseler, kendisini aşırı tutumlu biri gibi görebilirlerdi. Bu büyük zat, hayır yollarına infak sözkonusu olduğunda çoşkun ırmaklar gibi akarken, yerinde olmayan harcamalara karşı da âdetâ su sızdırmazdı. “İnsan iktisatlı davranmaz ise Dolmabahçe Sarayı kadar hazinelere sahip olsa da, yine bir şey artırıp infak yollarına yönelemez” buyururlardı. Yine “İsrafın azı çoğu olmaz; her ikisi de haramdır” tespitinde bulunur ve özellikle israf konusunda sık sık uyarıları olurdu. Onun bu tavsiyeleri, tüketim, lüks ve israf düşkünü bir toplum için, ne büyük uyarılardı. Bu hastalığa düçâr olmuş, fakat hastalığının farkında olmayan günümüz insanına, bu Allah dostunun şifâ veren sözlerinden bir kısmını aşağıya alıyoruz:
“İnsanoğlu hakiki iktisat yollarını benimser, nefsinde tatbik ederse, hem maddî darlığa düşmez, hem de sadaka verme durumunu kazanır. İsraf nice zengin ve fakir evlerini istîlâ etmiştir. Hâlbuki Kur’ân-ı Mübîn’in müteaddit âyetlerinde “Allah müsrifleri sevmez”[24] buna mükabil “Muhsinleri sever”[25] buyrulmaktadır. Bir kulu Hâlik -zü’l celâl- Hazretleri’nin sevmesi en büyük beşâret, sevmemesi ise ne büyük bir hüsrandır.
Evvelce en dar gelirliler bile, paralarını ölçülü sarf ettikleri için sadaka verirler, bunu İslâmî ve insânî bir vazife bilirlerdi. Yaptıkları bu yardımların gölgesinde huzurlu bir hayat sürerlerdi. İsraf birçok aile yuvalarını yıkmıştır ve yıkmaktadır. Elhamdülillah memleketimiz refah hâlinde, açlık sıkıntısı yok. Buna mukabil aşırı bir israf var. İsraf olan yerde nasıl bereket olur? Bu yüzden zengin ve fakirin iki yakası bir araya gelmemektedir.
Evlerimizde sarfedilen suların, kullanılan elektriklerin haddi hesabı yok. Merhum pederim hayatta iken, evimizde sadece oturduğumuz odanın elektiriği kullanılırdı. Eski hayır sahipleri bu hususlarda çok dikkatli idiler.
Sonra lüzumlu lüzumsuz devamlı telefon konuşmaları yapılmaktadır. Hatta şimdi cep telefonları çıktı. Kolayca konuşulduğu için çok rağbet görüyormuş. Beş misli ücretli olmasına rağmen, zengin-fakir herkes onunla görüşüyor. Yani kimsenin umurunda değil. Çocukluğumuzda, en zarurî hususlarda gayet kısa konuşmak şartıyla telefon açılırdı.
İsrafın miktarı ne olursa olsun, zararı büyüktür. İsraf yine israftır. Küçük zannedilen şeyler yan yana geldiği zaman, büyük rakamlar, değerler meydana gelir. «Damlaya damlaya göl olur» atasözü meşhurdur. Dakikada on damla kaçıran musluk, ayda 170 litre su akıtmış olur. Büyük bir nimet olan malı israf etmek, kötü yollarda kullanmak, Allah Teâlâ’nın nimetini hakir görmek, nimete kıymet vermemek, ni’meti elden kaçırmak, küfran-ı nimet etmek, şükretmemek olur. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın gadabına sebep olur. Böyle olunca da malın bereketi kalkar. Böyle kimselerin iki yakaları bir araya gelmez.
Günümüzde zengin görünme hastalığı kol gezmektedir. Dar gelirliler dahi hanımlarına karşı aynı tavrı taşımaktadırlar. Ne istenirse borç harç temin ederek hemen yerine getirirler. Hâlbuki ailesine karşı samimî bir hava içerisinde; «Hanım! Bu istediğini alamam, bizim bütçemiz buna müsait değildir. Fırsat olursa belki ileride alabilirim» demelidirler. Bu sözleri işiten ailesi intibaha gelir yani uyanır, her şeyi cesaretle isteyemez. Böylece aile arasında muvazene ve istikrarlı bir hayat yaşanır.
Sık sık elbise ve ayakkabı almaya, mobilya değiştirmeye ne lüzum var? Ancak eskiyip solduğu veya fersûdeleştiği zaman yenisini almalıdır. Sebepsiz yere sık sık değiştirmek doğru değildir. İnsanın kenarda üç beş kuruşu bulunmalıdır. Her davet için ayrı ayrı yeni elbise yaptırıp giymeye lüzum yoktur. Her giyişte: «Ya Rab! Bu senin fazl u ihsanındır» diyerek Allah Teâlâ’ya hamd etmelidir. Müsrif olan, üç beş kuruş artırıp bir kenara koyamaz. Maddî sıkıntısı eksik olmaz. Zekatını veremez, hayır yapamaz. Daima hayat pahalılığından şikayet eder”[26].
Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi anlatıyor:
“Biz Erenköy’den karşı tarafa, yani Çarşamba semtine mektebe giderken, varlıklı bir aile çocuğu olmamıza rağmen sefer tasıyla yemek götürürdük. Rahmetli annemiz akşamdan yemek koyardı. Sefer tasıyla götürür, onu açar, soğuk olarak yerdik. Onun kazandırdığı çok şey oldu. İnsan nasıl alışıyorsa öyle gidiyor. Sadece ekmeği dışarıdan alırdık. Çocukluğumda hatırlıyorum, daha hesaplı diye babam Sirkeci’den portakal, elma aldırır ve bize Erenköy’e kadar taşıttırırdı ki, arada üç beş kuruş fark olurdu”[27].
Medine-i Münevvere’de zaman zaman hizmetlerinde bulunanlardan biri olan Halit Ağırkan Bey anlatıyor:
“Yıl 1991-1992. O yıllar ailece Medine-i Münevvere’de ikamet ediyorduk. Bu dönemde merhum Mûsâ Topbaş Efendiye karınca kararınca hizmet etmeye çalışıyordum.
Hizmette bulunduğum günlerden birinde, Ürdün’den getirilen yaklaşık 3 greyfurt büyüklüğünde narenciye türünden ve adına “bomali” denilen meyveden iki karton alarak, bir kartonunu akşam devlet haneye götürdüm. Ertesi gün sabah namazına kendilerini almak için geldiğimde, arabaya biner binmez, selâmdan sonra mutâdı dışında «Halit Efendi, akşam fakirhaneye getirdiğin ne idi?» diye sordular. Ben de «Efedim bu meyve Ürdün’de yetişen “bomali” isminde bir meyvedir» deyince «Kaça aldınız?» diye sordu. 2 kartonu 35 riyale aldığımı söyledim. «Demek çok ucuz ve çok da leziz bir meyve imiş” dedi ve devam etti: “Bugün Türkiye’de herkes lüks diye 100 bin lira vererek levrek balığı alıyor; oysa aynı ayarda kilosu 40 bin liraya satılan balıklar da vardır. 100 bin liraya 2,5 kilo alırsın, ailenin de karnı doyar. Bir kilo balığa 100 bin lira verirse Allah insana sorar.” buyurdu. Ve ilâve etti: “Bugün Türkiye’de muzun kilosu 70 bin lira (sene 1992). Fakir, evime 70 bin lira vererek bir kilo muz almam. 70 bin liraya 5 kilo elma alırım, böylece bir haftalık meyve ihtiyacı karşılanmış olur. Bir kilo muza 70 bin lira verilirse Allah insana sorar».
Bunu söyleyen bu tür hesapları yapmayacak zenginlikte bir insandı. Hele cömertlikte bu hesapların kat kat ötesine geçen bir Osmanlı Efendisiydi. Ama israfa karşı da o kadar hassas, tevâzuda da kâbına varılmaz güzellikteydi” [28].
Muhterem Üstâz kanaatkâr olmayı ve nimeti israf etmeden gereği kadar kullanmayı şükrün bir gereği sayarlardı. “Şükredilmediğinde malın bereketi kalmaz. Sel götürür, yel götürür, elde bir şey kalmayıverir.”[29] buyururlardı.
Nimetin kadrini bilmeyen, ona saygı göstermeyen ve âdetâ doymak nedir bilmeyen gözü ve gönlü aç kimseler için, bu ölçüler, birer can kurtaran simidi olmasına rağmen, gönül gözü ve kulağı kapalı olanlara pek bir şey ifade etmeyecektir. Gönül huzuru ve zenginliğin yolu, iktisat, kanaat, şükür ve infaktan geçtiği hâlde, onu başka yerlerde bulmaya çalışanlar, maksatlarına nasıl ulaşabileceklerdir ki? Ehlullah hazaratı bakış ve tespitlerinde üstün firâset sahibi olduklarından, söz ve davranışlarıyla âdetâ kâinâtın değişmez nizamına (sünnetullaha) dikkat çekmişlerdir. Bu nizâma uyanlar elbette huzur bulacak; karşı gelenler ise sıkıntılı bir hayata mahkum olacaklardır.
[1]. Bkz. “Bir Kur’an Aşığı ve Hâdimi Hacı Fahri Kiğılı”, İlim Yayma Cemiyeti Bülteni, Sayı 10, Yıl 2005, sh. 40.
[2]. Osman Nuri Topbaş, Mesnevî Bahçesinden Bir Testi Su, sh. 357-358.
[3]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 27-28, 147; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 23; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 45; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 31-32.
[4]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 84-85.
[5]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 124; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 90-92, 95-96, 100-101; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 100-101, 218-219.
[6]. Bkz. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 9-11, Ağustos 1999.
[7]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 21-22, Temmuz 2001.
[8]. Mûsâ Efendi–kuddise sirruh-’un Vasiyeti’nden, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, Ön kapak arkası, Ağustos 1999.
[9]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 96.
[10]. Bkz. Buhârî, Zekat, 18; Müslim Zekât, 94.
[11]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 188-189; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 141-143, 145; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 95-97.
[12]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 99.
[13]. Bkz. Abdulkadir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, sh. 185.
[14]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 134.
[15]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 143; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 136.
[16]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 188.
[17]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 143, 186-187, 200.
[18]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 25, Temmuz 2001.
[19]. Ahmed Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 209, sh. 8-9, Temmuz 2003.
[20]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 146.
[21] Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 25, Temmuz 2001.
[22]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 189.
[23]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 21-22.
[24]. En’am Sûresi, 141.
[25]. Âl-i İmrân Sûresi, 134.
[26]. Bkz. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 30; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 217 Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 174-178.
[27]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 134-135.
[28]. Halit Ağırkan, “Bir Hatıra-Allah İnsana Sorar”, Altınoluk Dergisi, sayı: 209, sh. 10, Temmuz 2003.
[29]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 176.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-