Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un göze çarpan en mühim hususiyetlerinden birisi de onun tertip, düzen ve intizama verdiği ehemmiyetti. Dağınıklığı sevmezdi. Tüm kâinâtın nizam içinde yürüdüğünü ve bir kulun da bu nizama uygun hareket etmesi gerektiğini ifade ederlerdi.
Hayatında nizam ve intizam meleke hâline geldiğinden, kendisinde telaş ve acelecilik değil, teenni ve vakar sezilirdi. İlâhî iradeye tam teslim olmanın verdiği gönül huzuru içinde, merkez bir insan olduğunu, ilk defa gören kimse bile hissederdi. Bu intizamlı hayatta plan, disiplin ve organizasyon hakimdi. Durum böyle olunca mâlâyânî yani dünya ve âhirete faydası olmayan söz, iş ve meşgale, o hayatta kendine yer bulamamıştı. Şahsî hayatında nizam vardı, iş hayatında nizam vardı, aile hayatında nizam vardı, manevi hayatında nizam vardı, irşad hayatında nizam vardı.
O âdeta bir ölçü insanıydı. Yemesinde, içmesinde, giyinişinde, ibâdetinde, infakında, sohbetinde, sevgisinde, buğzunda, insanlarla ilişkilerinde, terbiye uslübunda hep bir ölçü hakimdi.
O tasavvufu tarif ederken bazen “Tasavvuf, vakti en değerli olan şeye sarfetmektir” buyururdu. Bu bakımdan saati, büyük bir nimet olarak görürdü ve “Müslümanın her işi saatli olmalı” diyerek nizamlı bir hayata teşvik ederdi. Zira vakit, değerlendirilmesi gereken ömrümüzün en önemli sermayesiydi. Buyururlardı ki:
“Saat, ne büyük, ne kıymetli bir şeydir. Onun sayesinde, Cenâb-ı Hakk’ın izni ile vakitlerimizi değerlendirip, hayatımızı, mesâimizi, nizama koyuyoruz. Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri her şeyi nizamında, ölçüsünde yaratmıştır. Kâinatta canlı-cansız, kürelerden zerrelere kadar, bütün mahlûkatı tefekkür ettiğimizde, her şeyin muntazam bir şekilde yaşadığını ve seyrettiğini müşahede ederiz. Bu saltanat-ı ilâhiye karşısında eşref-i mahlûkat olan insanoğlu, dağınık, saatsiz nizamsız olmayıp, her işini vaktinde, saatinde icrâ etmelidir.
Müslüman 24 saati değerlendirmesini bilecek. Herşey saatiyle olacak. Kalkma saati, yatma saati, misafiri kabul saati, misafirliğe gitme saati… O zaman tabiî herşey yerli yerinde olmuş olur. O zaman 24 saate neler sığmaz, neler… Namaz da kılar, diğer ibâdetlerini de yapar, evrâdını da çeker, Kur’ân-ı Kerim de okur, bir ahbabını ziyarete de gider, muayyen saatlerinde ahbap da kabul eder… Olmayacak şey yoktur 24 saat içinde. Hakikaten 24 saati insan değerlendirir, onu taksim edebilirse, herşeye vakit bulabilir Allâh’ın izniyle. Yeter ki değerlendirmesini bilelim. Ama insan dağınık oldu mu, hiçbir şey elde edemez.
İnsan, kendi nefsinde saat hususunu tatbik edemezse, her işi yarım kalır. Maalesef genelde biz Türkler saate pek dikkatli olamıyoruz. Evvelce ona üzülürdüm. Bir Ermeni ya da Rum geleceği zaman randevu verirdi, kapıdan bakardık aynı saatte çıkar gelirdi. Gerçi o menfaat için geliyor, ama sözünde duruyor. Biz Türkler ve müslümanlar ise genelde sözlerimize sâdık olamıyoruz. Hicaz’daki müslümanlar hele hiç. Orada büsbütün hiç. Bir saat derler, beş saat sonra gelirler veya gelmezler, kendilerini de mes’ul tutmazlar. Hâlbuki söz vermek, emanettir. İnsan sözünde durması lâzım ki, randıman alınsın”[1].
Kendileri Muhterem Üstâzları Sâmi Efendi Hazretlerinden bu yönde titiz bir eğitim almışlardı. Hatta bir hatıralarını şöyle anlatırlar:
“Muhterem Üstâzımızın huzur-i âlilerinde 25 sene bulundum, bir defa vakitlerinden fevt etmediler. Yaşlı olmalarına, türlü türlü mazeretleri bulunabilmesine rağmen, yapılacak işi dakikasında yaparlardı. Fakir dikkat ettim, bir defasında, başka bir kardeşin arabasıyla bir yere gidilecek, ben de biraz yavaştan aldım yetişirim diye. 20-30 metre gerideyken Üstâzımız geldi, arabaya bindi, hemen koştum ama başlarını öbür tarafa çeviriverdiler. Yani “Bu ne biçim sözünde durmak?” şeklinde”[2].
Mûsâ Efendinin saate riâyet hususundaki bu titizliği, her şeyine yansırdı. Hâdimlerinden İbrahim Çelik Bey anlatıyor:
“Medine-i Münevvere’de uzunca bir müddet bizim fakirhanede yemek yendi. Hep saat 2’de yemeğe oturulurdu. Birgün ikiyi çeyrek geçe gibi oturduk Allâhu a’lem. Çıkarken buyurdular ki: “Kardeş, peynir ekmek olsun, ama yemek saatinde olsun”[3].
Gelinleri Süreyya Hanımefendi anlatıyor:
“Babamız Mûsâ Efendi, saatli ve sıhhatli olmaya çok önem verirler ve «Saatli olmak, sıhhatli olmayı sağlar. Saat ve sıhhat, hayatın düstûrudur» buyururlardı. Bir yere gidecekleri zaman, başkalarını bekletme endişeleri ile önceden hazır olurlar ve tam vaktinde kapıya çıkarlardı. Başkalarını bekletmeyi, kul Hakk’ına tecavüz olarak telakki ederler ve sünnet-i seniyyeye aykırı bulurlardı. Bir mümini zahmet ve eziyete düşürmekten kaçınırlardı. Hatta hastalık zamanlarında, tedâvi için eve gelecek olan doktorlar gelmeden evvel, hazırlanırlar ve vakitlerin kıymetli olduğunu ifade ederek onları bekletmek istemezlerdi”[4].
Yine akraba çevresinden Zâhide Hanımefendi anlatıyor:
“Bir seferinde misafir bekliyorlardı. Misafirler on dakikalık bir gecikmeyle gelebildiler. Bunun üzerine:
“Kırk dakika ayırmıştık, otuz dakikaları kaldı. Demek ki, kendilerinin bu kadarına ihtiyaçları varmış!” dediler”[5].
Üzerimizdeki vazifelerin yerine getirilmesinde, ehem-mühim sıralamasının lüzumundan bahsederler ve planlama yapılırsa, insanın bir çok işe vakit ayırabileceğine işâret ederlerdi. Hayatın dağınıklığını, insanın kendisini lüzumlu ya da lüzumsuz işlere kaptırmasına bağlarlardı. Faydalı da olsa, kişinin gönlünü Allah’tan gayri bir şeye (mâsivâya) kaptırmasının dağınıklığa sebep olacağını şöyle beyan ederlerdi:
“Dünyanın âlâyişinden kurtulmak için muhakkak hayatı nizama koymak gerekiyor. Çok kimseler vardır ki, sıhhatli olmalarına rağmen, boş vakit nimetini değerlendirmekten mahrumdurlar. Sebebi ise kendilerini dünyanın bir kısım, faydalı veya faydasız işlerine kaptırmalarıdır. Böyle insanların hayatları düzensizdir. Çalışırlar, didinirler, yorulurlar, buna rağmen hayatın, âhiretin gayesini, sebebini kavrayamazlar, anlayamazlar. Bazen bu hâllerinden kendileri de şikayetçi olurlar. Buna rağmen bir türlü kendilerini çekip, selâmet sahiline atamazlar. Hâlbuki sıhhatli kimsenin bu hâlinin kıymetini bilip değerlendirmesi gerekmez mi? Hayatını nizama koymasını bilen, onu güzel işlerde kullanmasını da bilir. Bütün gayretini Allâh’ın emirlerini yerine getirmeye hasreder. Çünkü vakitlerinin kıymetini idrak etmiştir. Dünyayı da ihmal etmez, lâkin ağırlığı ukbaya hasreder. Bütün gayesi, temiz, günahlara bulaşmayan bir kimse olmak, her hususta gerek kendisine ve islâmiyete, gerek cemiyete faydalı olmaktır”[6].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un hayata bakıştaki bu nizam ve intizamı, yaptığı her işe bir tertip, düzen ve estetik olarak yansırdı. Giyimindeki tenâsüp ve güzellik, oturuş, kalkış ve yürüyüşündeki teennî ve vakar, manevî vazifeleri îfâdaki huşû ve tazim, ev ve bahçe düzenindeki zevk-i selîm, sofralarındaki hassasiyet ve edep, yemek yiyişlerindeki sukûnet ve huzur, hep bu nizam arayışının dışa yansıyan görüntüleriydi. Öyle ki, Üstâzlarındaki bu hassasiyeti bilen sevenleri, hem ona hizmet etmek için can atarlar, hem de onun istediği gibi yapamamanın endişe ve korkusunu sürekli hissederlerdi.
Hâdimleri, huzurlarında bir hediye paketini onun arzu ettiği gibi yapmanın kendileri için ne büyük bir gönül ürpertisi oluşturduğunu, bir hatıra olarak yâdederler.
Hazırlanan bir yemeğin ikrâmının da göze en hoş gelen şekliyle yapılmasını isterler ve hatta yemeğin konulduğu tabağa dahî dikkat ederlerdi. Bahçesinde yapılan düğünlerde, sofra düzenini oluşturmak için ip çekerek tertip ve nizam oluşturmaya çalışan nice dostları, o anlarını tatlı birer hatıra olarak zaman zaman anlatırlar. Ankara’lı dostlarından Hacı Gedikli Efendinin ifadesiyle: “Onun sofralara gösterdiği bu titizlik, nimete olan tazim duygusunun güzel bir tezâhürüydü. Zira onun nazarında nimete hürmet, hem onu gönderene bir tazim, hem de şükür demekti”.
Namaz için serilen seccâdelerin, ayak ve baş ucundaki saçaklarının dahi düzeltilmesini istemeleri, onun ruhundaki tertip ve düzen hassasiyetinin nerelere kadar uzandığını göstermesi bakımından önemlidir.
Onun zevki, tam bir zevk-i selimdi. Dostarının da zevk-i selim üzere hareket etmelerini arzu ederlerdi. Meselâ, en basitinden, duvardaki bir levhanın eğri durmasına bile gönlleri razı olmazdı. Ya onu birisine düzelttirir veya bizzat kendi elleriyle düzeltirlerdi. Bir mecliste veya sohbette, odanın intizamsız olması, gelenlerin gelişigüzel oturması veya kapı eşiğinde birikmeleri, onun dikkatinden uzak kalmaz ve kendilerini rahatsız ederdi.
Etrafında hizmet edenlere tertip, düzen ve intizama dikkat etmelerini zaman zaman hatırlatırlardı. Hatta bir keresinde hizmetinde bulunan bir kişiye, pejmürde kıyafeti sebebiyle:
“Kızım, dervişlik gönülde olur, kıyafette olmaz” diyerek düzenli ve temiz olması gerektiğine işâret etmişlerdi.
Mûsâ Efendinin bu hassasiyeti, zamanla sevenlerine de kabiliyet ve istidatları ölçüsünde sirâyet etmişti. Onun terbiyesine girenler, hemen bu vasıflarıyla artık tanınır olmuşlardı. Üstâz Hazretleri dostlarında böyle güzel hâlleri gördükçe yüzlerinde tebessümler belirir ve memnuniyetini izhar ederlerdi. Hatta “Kardeşlerimi kolayca tanırım” buyururlardı.
[1]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 125; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 104-105.
[2]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 105.
[3]. İbrahim Çelik Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 11, Temmuz 2000.
[4]. Bkz. Altınoluk Dergisi YUVAMIZ Eki, sayı: 173, sh. 2, Temmuz 2000.
[5]. Zâhide Topçu, “Ahlâkı, Nebevî Ahlaktandı”, Şebnem Dergisi, Sayı: 15, sh. 13, 2006.
[6]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 73-74; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 80-81.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-