Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, tanıyanlarının şehâdetiyle, sayısız güzel vasıfları üzerinde taşıyan Muhammediyyü’l-meşreb büyük bir Allah dostu idi. Böyle olmasına rağmen, onun Altın Silsile içerisinde “Sâhibü’l-Vefâ” diye anılması, herhalde günümüz toplumunda vefakârlığın, ahde vefânın çok nadir bulunan hasletlerden biri olması sebebiyledir.
Mûsâ Efendinin vefâsını, kendilerine uzun yıllar hizmet etme şerefine nail olmuş Abdullah Sert Bey’in kaleminden nakletmeyi uygun görüyoruz. Zira kendileri, Üstâzın vefatının ardından, bir vefâ mahiyetinde olması için, Altınoluk dergisine “Sâhibü’l-Vefâ” başlıklı bir yazı kaleme almışlardı[1]. Şimdi bazı tasarruflarla o makaleyi buraya alıyoruz:
Allah Teâlâ, sonsuz rahmetinin tecellisiyle en sevgili kulunu son peygamber olarak bütün insanlığa bir Nûr-i hüdâ; hidâyet nûru olarak gönderdi. Sonraki çağlara o kudsî nûrun ışığını taşıyıp, gönülleri onunla yoğuran Altın Halkanın yıldızları ise kimi rehnümâ (yol gösterici), kimi pişûvâ (rehber), kimi Nûr-i i’tilâ (yükselme nuru), kimi pür-ziya, kimi Kutb-i evliya olarak irşâd tarihinin ebedî simaları oldular.
Muhammediyyü’l-meşreb ve bî-sıfât olarak, her mümtaz vasfı şahsında toplayan Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ise sonsuzluk kervanının ışığı, asrımızı aydınlatan Sahibü’l vefâsı idi.
Sadece hayatımızdan değil, neredeyse lügatlarımızdan kaybolan ve İstanbul’da bir semt ismi olarak kalan Vefâ, onunla yeniden hayat buldu.
Kul olarak vefâlıydı.
İnsan “elest bezmi”nde, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Belâ=Evet Rabbimizsin” sözüyle cevap vermiştir[2]. Dünyaya geliş bu sözün bedelini ödemek içindir. Ne var ki, kimi insan bir ömrü, nasıl yaratıldığını idrâk etmeden Rabbine hasım olarak geçirir, kendine yazık eder. Kimi orta yoldan gider, kimi ise elest bezmindeki o söze vefâ gösterip hayatı ubudiyyet yarışında tamamlar. İşte bu, kulluğun kemâli demektir. Merhûm Üstâz her şeyden önce bu kemâl hâlindeki kulluk üzerinde dururlardı. Bütün hareketlerinde kendilerini görenlerin hayranı oldukları tam bir huzur ve edep hâli görülürdü. “Nerede bulunursanız bulunun, Allah sizinle beraberdir.” (Hadîd Sûresi, 4) âyetini sık sık tekrarladıkları için, başta ibâdetleri olmak üzere tüm hayatı tam bir ihsan duygusu yani ilâhî müşahede altında olduğunun idrâk, edep ve huzuru içinde idiler.
Kulluğun Rabbe ait, cemiyete ait, hayvanâta, hatta nebâtâta ait bütün icaplarını, nefsinde kemal hâlinde tatbik ederlerdi. Devamlı abdestli olmaya itina ederlerdi. Öyle ki son zamanlarında bazı geceler zor şartlara rağmen, çok kısa aralıklarla gerektiği her defasında, tekrar tekrar abdest tazelediklerine şahidiz. Ulaştıkları mârifet-i ilâhinin tecellisi olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı son derece tâzimli ve huşû içinde idiler.
***
Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimize vefâsı bir başka idi.
Uzun yıllar devam eden Medine günlerinde çoğunlukla teheccüd namazı ile birlikte Mescid-i Nebevi’de bulunurlar, yine büyük bir huzur ve edeple gül rayihaları içinde türbey-i saadeti ziyaret ederlerdi. Türbe-i saadet bekçileri, ziyaretçilerin birçoğuna müdahale ettikleri, hatta zaman zaman sert davrandıkları halde, Üstâzın huzur-ı Rasûlullah’taki o derin, müeddeb ve sükûti hâlinin tesiri altında kalırlardı. Ziyaretlerinin akabinde teheccüd namazı kılarlar, sonra sabah namazına kadar zikir ve murakabe hâlinde beklerlerdi. Sıhhatli zamanlarında sabah namazından sonra da kuşluk vaktine kadar tam bir huzur içerisinde Harem-i şerif’te kalırlardı. Nasiyesindeki ruhâniyet, gelip geçen cemaatin dikkatini celbederdi.
Günlük programlarının ilk üç saatlik bölümü, seher vaktinde başlayan Harem-i şerif hayatı idi. Harem-i şerifte, Onun civarında oturanlar, Hazret-i Peygamberin manevi ikliminden o Allah dostunun gönül in’ikasıyla kendilerine akıp gelen feyiz şebnemleri ile mütelezziz olurlardı. O mübarek mescidde bulundukları müddetçe, o makamın gerektirdiği bütün edep inceliklerine uyarlar, etrafının da bu inceliklere riayet etmelerini arzu ederlerdi.
Efendimize gerçek vefânın O’nun sünnetine tam sarılmak olduğunu, bu sünnetin de şeklî hususlarla birlikte kalbî hayat ve tefekkürümüze aksetmesinin mecburiyetini ifâde ederlerdi. Her mü’minde, özellikle maneviyat yolcularında, Allah Rasûlünün yüce ahlakıyla ahlaklanmak suretiyle bütün davranışlarında mümtaz bir edebin, zarafetin, nezâketin, hürmetin, îsârın, affetmenin ve derin bir gönül hassasiyetinin bulunması lüzumunu beyan ederlerdi.
***
Üstâzın bir başka vefâsı da ehlullah hazarâtına gösterdiği sonsuz sevgi, bağlılık ve muhabbette ifadesini bulurdu.
O gerçekten Allâh’a ve O’nun dostlarına karşı uçsuz bucaksız bir sevgiyle doluydu. Ve Rabbine karşı bu sevgiyle tevessül ederdi. Tarihin belli bir kesitinde irşad merkezi olmuş ve kendi çağını aydınlatmış fakat zamanla tarihi bir hatıra olarak kitap sayfalarına gizlenmiş nice büyük veli, merhum Üstâzın rahlesinden ve onun dilinden çağımıza ayrı bir ruhâniyet ve ışık oldular. Hususiyle Ahmed-er-Rufaî, İbrahim Dussûki, Muhammed Parisa temsil ettikleri şer’i hassasiyet, sünnete bağlılık, Allah yolunda mal ve candan geçme, manevi yolun sırlarına vukuf ve daha nice yetiştirici, erdirici öğütleri ve heyecanlarıyla, Üstâzın dilinden gönüllerde mekan tuttular. Dirilip yeniden çağımızın irşad ehli oldular. Bu ehlullah içinde Üstâzın en çok okuduğu ve okuttuğu Abdulkadir Geylani Hazretleri idi. O büyük velinin, inceliklerini ancak kibar-ı ehlullahtan az bir kısmının kavrayabildiği kader, tevekkül, teslimiyet, ihlas, istikâmet, Hak yolunda ciddi çalışmak ve hassâten kulun Rabbine karşı samimi olması mevzûlarındaki sarsıcı, korkutucu uyarı ve tembihleri, mümkün ki Üstâzın ruh hâliyle tam bir tevâfuk hâlindeydi. Bu sebeple o zata karşı farklı bir muhabbet izhar ederlerdi.
***
Merhum Üstâzın 83 yıllık hayatında şüphesiz en önemli insan, Üstâz-ı Ekmelleri M. Sâmi -kuddise sirruh- idi.
Mûsâ Efendi için hayatının en önemli anları, Üstazı Mahmud Sâmi Hazretleri ile buluştuğu, tanıştığı, onunla beraber yaşadığı günlerdi. Otuz yıla yaklaşan yakın beraberliklerinde o büyük veliye hep bir Sıddîk teslimiyeti ile bağlı kalmış, hayata ve hâdiselere hep onun ölçüleri ve gözüyle bakmaya itina göstermişti. Onun “Üstâzımız” derken yanında bulunanlar, o derin muhabbet ve bağlılığın dışa yansıyan akislerini hissederlerdi. Yoksa o iki Allah dostu arasındaki sonsuz muhabbet okyanusuna dalmaya kim cesaret edebilirdi!
Üstazlarının 1984’de Medine-i Münevvere’de vefatlarından sonra, aynı muhabbet ve alaka daha da artarak devam etmiş ve onun devlethanesinde, ehl-i beytinde merkezileşmişti. Kendilerinin hizmete muhtaç oldukları son hastalığındaki yıllarda bile, hasta yataklarından bizzat kendileri tarafından hazırlatılıp Medine’ye, Üstazının yakınlarına ulaştırılan vefâ tezahürü hediyeleri, her halde gelecek nesillerin kalplerini dokuyacak birer ehlullah menkıbesi olacaktır. Belki de o büyük Allah dostunu gerçekten sahibü’l vefâ yapan, hayatının sonuna kadar devam eden bu büyük hassasiyetti.
Yine Sâmi Efendi Hazretlerinin vefatlarından sonra bir vefâ borcu olarak, her sene 12 Şubat’ta Medine-i Münevvere’de bir hatim merasimi tertip edilir, bu merasime muhtelif ülkelerden başta salih ricâl olmak üzere binlerce insan, Anadolu’dan ve sevenlerinin bulunduğu diğer beldelerden okunan onbinlerce hatm-i şeriflerle katılırdı.
Bu vefânın bir başka ifadesi onun notları arasında çıkmıştı:
“Her verdiğim sadakayı Üstâzımın, babamın, annemin ruhlarına hediye ettim. Babamın, annemin ruhlarına her gün sabah namazından sonra bir Fatihây-ı şerife, üç ihlas-ı şerif okudum. Son günlerimi yaşadığımı tahmin ediyorum. Koca uzun bir ömür, boş emellerle geçti. Allâh’ın kullarını, hepsini ittikalarına göre sevdim. Günahkarlara da buğzetmek hatırıma gelmedi. Onlara acıdım, felahları için dua ettim. Aleni din düşmanlarına adavet ettim”.
Üstâz son nefesine kadar hep o büyük Allah dostuyla beraber yaşamış ve son nefesinde tıpkı O olmuştu. Evet tıpkı O.. Sâmi Efendi… Hayata gözlerini yumduğu andan birkaç dakika sonra başta muhterem mahdumları olmak üzere yüzündeki örtüyü kaldırıp, onun simasına bakan birkaç yakını, hayret ki, onu Sâmi Efendinin tecessüm etmiş hâli olarak müşahede ettiler. Tam bir akisleşme, insibağ (boyanma), aynileşme ve fiziki tahavvüle şahid olmuşlardı. Belki de gerçek tasavvuf bu. Nur-i Muhammedî’den ışık taşıyan örnek şahsiyetle aynileşmek. Gönül olarak aynileşmek, heyecan olarak, ideal olarak aynileşmek, hizmet, îsâr, fedakarlık, vefâ, edep, tazim olarak kısaca bir hayat tarzı olarak aynileşmek. Tıpkı O’nun gibi olmak ve bu saf oluşun hiç bozulmadan nesiller boyu devamı.
Kendilerinden sadece üç-beş yaş büyük olan, pederlerinin son hanımına yani cici annelerine bir peder hatırası olarak “Vâlidem” diye gösterdikleri ilgi, ancak çok az öz evlâdın gösterebileceği yakın ilgi ve hürmetten bile daha öte idi.
Elli sene evvel, muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendiye iki yaşlarında iken candan hizmet eden ve sonra adresini kaybettikleri hemşire hanımın gazete ilanıyla bulunmasını istemişlerdi. Araştırmalar sonunda hemşire hanımın bir huzurevinde yaşadığı öğrenildi. Gidip ziyaret edilerek kendisine teşekkür edildi. Bu da yılların eskitemediği bir vefâ idi.
Kendisine küçük hizmetler sunan torunlarına, gelinlerine ve diğer yakınlarına bu hizmetlere minnettarlığının ifadesi olarak sergiledikleri âlîcenaplıklar, kendisinden evvel âhirete göçen dostlarına, yol arkadaşlarına, ülkeye hizmet eden güzel insanlara, hizmet erlerine ayrı ayrı, isim isim gönderdikleri Fatihalar, gönüllerde hep unutulmaz vefâ örnekleri olacaktır.
***
Mûsâ Efendinin bir çok yakınında ve seveninde nice vefâ hatıraları vardır. Kardeşleri Abidin Bey’in anlattığı şu vefâ örneği de, onun vefâsının nerelere kadar uzandığını gösterir:
“Mûsâ abim çok vefâlı bir insandı. Meselâ eski hocasının hanımı Fatma Hanımteyzelere gider, gönüllerini alırdı. Ailenin her bir ferdini veyahut bir şekilde kendisiyle münasebeti olan herhangi bir kimseyi kesinlikle unutmazdı”[3].
Yine Abdullah Sert Bey anlatıyor:
“Muhterem Üstâz bir ara Aksaray Vatan Hastanesinde bir rahatsızlığı sebebiyle ameliyat olmuştu. Ameliyatında Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Prof. Dr. Asaf Atasaven ve Asım Taşer Bey’ler bulunmuşlardı.
Birgün Medine’den bir telefon geldi. Ses Üstâzın sesiydi. Hal hatır sorduktan sonra fakirden bir ricada bulundular. Buyurdular ki: “Abdullah Efendi, bizi ameliyat eden o üç doktor kardeşimize güzel bir çikolata yaptırıp takdim ederseniz memnun oluruz. Kendilerine teşekkürlerimizi arzediniz. Ameliyatımızın üzerinden bir yıl geçti, elhamdülillah bir sıkıntımız da yok”.
Üstâzın arzusu yerine getirildiğinde, doktorlar bu nezâket ve vefâya hayran kaldılar. Hatta Süleyman Bey hayretini gizleyemeyerek dediler ki: “Kardeşim, bu nasıl bir insan! Biz şimdiye kadar ameliyat sonrası teşekkür eden hasta gördük; fakat üzerinden bir yıl geçtikten sonra ameliyatın sene-i devriyesinde bizi hatırlayan bir başka hastamı hatırlamıyorum. Büyüklüğe bakın ki, tâ Medine’den bu iş için sizi arıyorlar ve bize kadar gönderiyorlar. Herhalde doktorluk hatıralarım arasında bu vefâ örneğini, müstesnâ bir hatıra olarak saklayacağım”.
Daha önce seyahatlerini anlatırken de ifade ettiğimiz gibi, ilerlemiş yaşına rağmen, Üstazın, Orta Asya’daki sâdât-ı kirâmın beldelerini ve kabirlerini ziyaretini de bir vefâ tezâhürü olarak burada hatırlamak gerekir.
***
Hulâsa Mûsâ Efendi, elest bezmindeki “Belâ=Evet Rabbimiz Sen’sin” sözünde durdu. Ahdine vefâ gösterdi, Sahibü’l-Vefâ oldu. Vefâkârlığın mücessem bir timsâli olarak, sevenleri tarafından bugüne kadar hep “Sâhibü’l-Vefâ” diye anıldı. İnanıyoruz ki kıyâmete kadar da “Altın Silsile”nin içinde bu vasfıyla anılmaya devam edecektir. O, bu güzellikleriyle Rabbine kavuştu. Şimdi vefâ sırası O’nu sevenlerde. Evlatlık, sevgi ve kulluk imtihanı devam ediyor..
“Emânet”i ışığımız olarak; “İhlaslı, müstakim, zeki, nazik, nezih, edepli, mahviyetli, fedakar, dirayetli, sehavetli, merhametli, herkesle geçimli, hulasa tam manasıyla ahlak-ı hamide sahibi” kâmil insan olmak ve bu örnek insanı bir toplum projesi olarak sunmak için hizmet, gayret, samimiyet ve vefâ sırası bizde. Rûhû muazzezleri şâd olsun… Makamları, âlâ-yı illiyyîn… Amin…”[4]
[1]. Bkz. Abdullah Sert, “Sâhibü’l-Vefâ”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 162, sh. 13-16, Ağustos 1999.
[2]. Bkz. A´râf Sûresi, 172.
[3]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 24, Temmuz 2001.
[4]. Bkz. Abdullah Sert, “Sâhibü’l-Vefâ”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 162, sh. 13-16, Ağustos 1999.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-