Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-, ferdî kemâlâta büyük ehemmiyet verirdi. Zira o biliyordu ki, Allâh’a karşı ilk sorumluluğumuz, öncelikle kendi kulluğumuzun O’nun rızası istikâmetinde gerçekleşip gerçekleşmediğidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de “Allâh’ı unuttukları için Allâh’ın da kendilerine, kendilerini unutturduğu kimselerden” olunmaması tavsiye edilmiştir[1]. Yine kendilerini unuttukları halde, başkalarına iyiliği emreden kimselerin örnek alınmaması uyarısında bulunulmuştur[2].
Manevî terakkinin insana kazandıracağı en büyük sermaye, içteki niyetin Allah için olmasını sağlamaktır. Kul, ihsan makamına yaklaştıkça, riyâ ve ucub gibi manevî hastalıklardan kurtularak, her işini Allah için yapmaya başlar. Bir amelde Hakk’ın rızası yoksa, o amel, “sâlih amel” kıvamına yükselemez. Durum böyle olunca yapılması gereken en ehemmiyetli iş, niyetlerin tashihidir. Niyetin mahalli kalp olduğuna göre de, kalp selîm olmadan sahih niyete ulaşmak zordur. İşte sırf bu sebepten dolayıdır ki, bütün ehlullah hazarâtı, nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesini her şeyin önüne koymuşlardır.
Bu temel gerçekten yola çıkan Mûsâ Efendi Hazretleri de, gerek ikili görüşmelerinde, gerek sohbetlerinde, gerekse bazı sevdiklerine yazdığı mektuplarında, manevî terakkinin her şeyin önüne alınması gerektiği üzerinde önemle dururlardı. Hâdimlerinden Abdullah Sert Bey anlatıyor:
“Fakir, yeni evlenmiştim. O zamanlar, hem vaizlik yapıyordum, hem de Hukuk Fakültesi’nde öğrenciliğim devam ediyordu. Bir gün Muhterem Üstâzımız fakire buyurdular ki:
“Abdullah Efendi! İşleri nizama koymak lazım. Birinci vazifeniz, manevî dersleriniz ve terakkiniz olmalıdır. Bu bakımdan evrâd ve ezkârınızı her şeyin önüne alırsınız. İkincisi helal lokma önemlidir. Mademki maişetinizi vaizlikten kazanıyorsunuz, bu vazifenizi titizlikle yerine getirirsiniz. Üçüncü olarak da fakültenizi başarıyla devam ettirirsiniz, inşaallah”.
Vakıf ve dernek gibi hayır müesseselerinde çalışanlara ve İslâmî neşriyat alanında hizmet edenlere bile zaman zaman “Nasıl olsa hayır işlerinde çalışıyoruz diye manevî terakkimizi ihmal etmeyelim” uyarısında bulunurlardı. Zira ona göre manevî terakki olmazsa hizmet de sıhhatli yürütülemezdi. Buyururlardı ki:
“Hizmet eden kişi, hizmetine devam ettiği müddetçe mânen de terakki etmelidir. Gönlünü Rabbine layıkı veçhile verib, ihlâs, edep ve tevazu üzere kulluk vazifesini kemaliyle yapmaya gayretli olmalıdır. Yoksa, maneviyata ve usûle uymayan hizmet ehli, rûhen inkişaf ve terakki edemezse, yaptığı hizmetler, hep tersine tahakkuk eder. Böyle olunca yapılması icap edeni yapmaz, yapılmaması icap edeni yapar, çünkü firâset sahibi olamamıştır. İş böyle cereyan edince de, böyle bir hizmetten semere alınmaz ve huyu da güzelleşemez, her yaptığı iş tersine olur. Çünkü niyeti zayıf olduğu için (her ne kadar kendisini kusursuz görse de) Cenâb-ı Hak -celle ve alâ- Hazretlerinin nusretinden mahrum kalır”[3].
Mûsâ Efendi Hazretleri, Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretlerini çok severler ve zaman zaman onun sözleriyle sohbetlerini tezyin ederlerdi. Ferdî kemâlatla ilgili de bu büyük zâtın şu sözünü naklederlerdi:
“Önce kendi nefsinle meşgul ol. Önce kendi nefsine faydalı ol. Kendi nefsini düzelt. Sonra başkaları ile meşgul ol! Başkalarını aydınlattığı halde, kendini eriyip bitiren mum gibi olma. Hiç bir şeye, enâniyetinle, hevâî duygularınla ve nefsinin arzuları ile girişme! Allah seni bir husus için murâd etdiği zaman seni ona hazırlar. Eğer halkı senden faydalandırmayı murâd ederse, seni onlara gönderir. Bu hususta sana sebâtkârlık verir. İnsanları idare etme kabiliyeti verir. Onlardan gelecek meşakkatlere katlanma gücü verir. Halkın faydası için senin kalbine genişlik verir. Göğsünü açar, oraya hikmetler doldurur. Bâtınını murakabe eder, özüne sürûr doldurur. İşte o zaman sen, senlikden çıkarsın”[4].
Muhterem Üstâzı en çok sevindiren şey, yetişmiş insan görmekti. Manevîyata kendini vermiş edep ehli kardeşlerle beraber olmak, ona büyük bir haz verirdi. Hatta zaman zaman “Bize hizmet adına bol bol binalar gösteriyorlar. Bunlar da belki güzel şeyler; ama biz esas yetişmiş insan görmek istiyoruz” diyerek yakındıkları olurdu. Zira ona göre, kâmil bir insanın yerini hiçbir şey tutamazdı.
Etrafındaki hizmet ekibine “istidatlı kardeşlerin manevî terakkisiyle yakından ilgilenmeleri” tavsiyesinde bulunur ve Allah dostlarının çoğalması adına ne yapılması lazım geliyorsa, her türlü fedakârlığa katlanmak gerektiğini kendilerine ifade ederlerdi.
Onun manevî terakkiyi öne alması, elbette “bu iş tamam olmadan başka hizmetler yapılmamalı” şeklinde anlaşılmamalıdır. Onun bu uyarıları, seyr u sülûkü hiçbir zaman ikinci plana atmamakla ilgilidir. Zira onun hayatına ve tavsiyelerine bir bütün olarak baktığımız zaman, verdiği temel mesajın şu olduğunu görürüz: Bir taraftan manevî terakkiye vesile olacak vazifeler en güzel şekilde îfâ edilirken, diğer taraftan da hem cemiyete yük olmamak ve helalinden rızık temin etmek için çalışılacak, hem de içtimai hizmetlerde yer almaya gayret edilecektir.
[1]. Haşr Sûresi, 19.
[2]. Bakara Sûresi, 44.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 237.
[4]. Bkz. Abdulkadir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, sh. 224-225.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-