Muhterem Üstâz Mûsâ Efendinin bütün bu hizmet, gayret ve samimiyeti, elbette karşılıksız kalmayacaktı. Evet o, yaptıklarını bir karşılık beklentisi içinde yapmamıştı; fakat Hak Teâlâ Hazretleri de hiçbir ameli zayi edecek değildi. Yapılan her şeyin dünyevî ve uhrevî mutlaka bir karşılığı olacaktı. Zira “sünnetullah” böyleydi. Hayattan gaye “kesb-i kemâl edip seyr-i cemâle ermek”[1] ise, hiç şüphesiz onun bu gayretleri, kendilerine kemâlât olarak geri dönüyordu. Kendileri farkında olmasa bile, onun Üstâzı ve Üstâzı’nın sevenleri, bu hali yakinen müşâhede ediyorlardı. Artık o, kardeşlerin etrafına yaklaşmak istediği “Mûsâ Abi” olmuştu. Herkes derdini kendisine açıyor ve onda çözüm buluyordu. Kendisine karşı bakışlar, sevgi ve hürmet doluydu. İbadetinde, muamelâtında ve ahlakında gözle görülür bir olgunluk hissedilir olmuştu.
Maddi olsun, manevî bütün kula ihsan edilen bütün rızıklar, ilâhî ikramlardır. Âyet-i kerimede “Üzerinizde nimet olarak ne varsa hepsi Allah’tandır” buyurulur (Nahl Sûresi, 53). Elbette şu nimet, şu amelin karşılığıdır demek, mümkün değildir. Fakat, her bir amelin vesile olduğu nimetlerin varlığı da şüphesizdir. Bu itibarla, amelleri, ilâhî rahmeti ve fazl-ı ilâhiyi üzerimize çeken fiilî dualar olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Nitekim Alâaddin Attar -kuddise sirruh- Muhammed Pârisâ Hazretlerinden naklen şöyle buyurur:
“Bu yolun yüksek şahsiyetleri, tevfik[2] çalışmak iledir ve muvaffak olan da ancak çalışandır, dediler. Sâlikin de mürşidinden feyz isteği, mürşidin emri yolunda çalışması miktarınca elde edilir. Çalışmadan elde edilen manâların bekâsı olmaz. Mürşidin müride yönelişindeki tesir, mürid tarafından çalışıp derinleştirilmeyecek olursa, sadece bir kaç gün sürer. Mürşid alâkasız sâlike ne verebilir? Bu yüzden Mevlâna Dâvud bize çalışmayı emretti ve tevfik refik oldu. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin sohbetlerinde de bütün vaktimiz çalışmakla geçti. Gününü çalışmakla akşama eriştirmeyen pek az mürid tanırım”[3].
Seyr u sülûkte de manevî kemâlata vesile olması bakımından bazı esaslar belirlenmiştir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:
- Kur’ân-ı Kerim ahkâmına ve Allah Rasûlünün sünnetine en güzel şekilde tâbi olmak,
- Bir mürşid-i kâmilin rehberliğine girerek, onu can u gönülden sevmek, sohbetinde bulunmak ve irşad ettiği konularda kendisine tam teslim olmak. Bu vesileyle bir Allah adamının gönlüne girmek.
- Kendisine verilen manevî evrad u ezkâra ve nâfile ibâdetlere büyük bir itina ile devam etmek.
- Samimiyetle Allâh’ın mahlukatına hizmet etmek.
- Hiçliğe bürünerek sürekli muhasebe duygusu içinde hal sahibi olmaya gayret etmek.
İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, yukarıda sayılan esasları, seyr u sülûk süresince hakkıyle îfa etmeye çalışmış ve sonunda “insân-ı kâmil” vasfına bürünmüştür. Onun en çok üzerinde durduğu konu, ilâhî ahkâma tam tabi olmaktı. Hatta buyururlardı ki:
“Emrin büyüğü küçüğü olmaz; emredenin büyüğü küçüğü olur. Madem ki Rabbimizin ve O’nun sevgili Habibinin emridir, o zaman hiçbir emri küçük görmeyip, hepsini büyük kabul etmelidir”.
Hayatının her safhasında yani ibâdet hayatında, ticari faaliyetlerinde, aile içi ilişkilerde, ilâhî ahkâma büyük bir hassasiyetle dikkat ederdi. Zira Üstaza göre bu âlî yolda seyr u sülûkün temelini bu husus teşkil etmekteydi. Temeli sağlam olmayan bina nasıl sağlam bir bina değilse, Kur’an ve sünnet temeline dayanmayan maneviyatın da içi boş demekti.
***
Mâneviyat yolunda Mûsâ Efendinin en büyük nasiplerinden biri, hiç şüphesiz son devrin en mümtaz şahsiyetlerinden olan “Mürşid-i Mükemmil” Mahmud Sâmi Efendi ile beraberlikleri olmuştur. Zira rehber olmadan “nefs tezkiyesi ve kalp tasfiyesi”, -Rabbimizin özel olarak seçtiği kullar hariç- hemen hemen imkânsız gibidir. Mûsâ Efendi de bu nasibini büyük bir nimet olarak bilmiş ve ona gereken sevgi, saygı ve hizmette kusur etmemeye çalışmıştır. Neticede bu Allah dostunun gözüne ve gönlüne girerek, onun feyizli nazarlarına ve içten dualarına erişmiştir. Bu, herkese kolayca nasip olmayan büyük bir nimettir. Ehlullah hazarâtı, muhataplarında kabiliyet keşfedince, onların gönüllerine Allâh’ın izniyle kuvvetli bir aşk ateşi düşürürler. Onlar da bunun kıymetini bilir ve zekice hareket ederlerse, Allâh’ın izniyle terakki etmiş olurlar.
Muhterem Üstâzın ehemmiyetle üzerinde durdukları bir konu da evrâd u ezkârdır. Manevî terakkinin en önemli vesilelerinden biri olarak, bu konu üzerinde de ısrarla durmuşlardır. Hatta ahlâkın inkişaf etmesinde evrâd u ezkârın tesirleri üzerinde sürekli olarak dururlar ve buyururlardı ki:
“Evrâdlarını ihlâs ve istikâmet üzere tatbik edenlerde âdetâ gözle görülür şekilde değişiklikler ve inkişâflar olur:
Kibrin yerini tevazû ve vekar,
İmansızlığın yerini, derin Allah sevgisi, Peygamber sevgisi,
Bâtılın yerini Hak,
Hasedçiliğin yerini merhamet,
Cimriliğin yerini sehâvet,
Anlayışsızlığın yerini fetânet,
Tembelliğin yerini dirâyet, gayret,
Korkaklığın yerini cesâret,
Kötü görüşün yerini müsâhamalı görüş,
Kabalığın yerini nezâket,
Dağınıklığın yerini tertiplilik ve nezâfet,
Bilgisizliğin yerini edep, irfan,
Aceleciliğin yerini itidâl ve teennî,
İddiacılığın yerini, yerinde uysallık,
Mahlûkat düşmanlığının yerini herkesi hallerine göre sevmek, alır”[4].
Mûsâ Efendi Hazretlerine göre evrâd u ezkârın bu neticeyi vermesi, ancak ihlas ve istikâmet üzere büyük bir itina ile yerine getirilmesi şartına bağlıdır. Bir ömür boyu, seher vakitlerinde gönlünü yalnız Rabbine vererek, istiğfâr, tevhid, salevât, zikir ve murakabe gibi kudsî vazifelerini aşkla îfâ edenlere, elbette manevî sofralardan bol bol ikramlar lutfedilir. İşte Muhterem Üstazın kendileri de seyr u sülûk süresince böyle bir itinâ ile manevî emanetin Hakk’ını vermeye çalışmışlardır.
Hizmetin de seyr u sülûkte ayrı bir eğitici yönü vardır. Merhamet, ülfet, tevazu, cömertlik ve fedâkârlık gibi bir çok güzel vasıflar, ancak bu sayede karakter haline dönüşebilir. Mûsâ Efendiye göre maneviyat yolcusu da, tespihini alıp bir kenarda âtıl ve bâtıl, hiçbir işe yaramayan kimse olmamalıdır. Bilakis cemiyete faydalı olmak için elindeki imkânları seferber edebilecek bir hizmet eri olmaya gayret etmelidir. Bu anlayışın bir neticesi olarak kendileri de bir ömür boyu hizmet insanı olmayı şiar edinmişlerdir. Malıyla ve canıyla ümmet-i Muhammed’in dertlerine çare olmaya çalışmış, bir çok hayırlı işlere hem bizzat yardımcı olmuş, hem de etrafını bu yolda seferberliğe davet etmiştir.
***
Buraya kadar saymaya çalıştığımız hususiyetler, onu hal olarak farklı bir kıvama taşımıştır. Bunun eserleri, ibâdetlerinde, muamelelerinde ve ahlâkında kendini göstermeye başlamıştır. Nitekim H. 21 Şevval 1380 / M. 1964 yılında kendisine hitaben yazılan şu mektup, daha intisabının ilk yıllarında kazandığı hale işâret etmesi bakımından dikkat çekicidir. Medine-i Münevvere’de muhacir olarak yaşamış merhum Saatçi Osman Efendi, o günkü genç Mûsâ Efendideki manevi gelişme ve huzur hali ile ilgili tespitlerini şöyle ifade ediyordu:
“Muhterem kardeşimiz Hacı Mûsâ Bey,
…………….
Fikriniz insanlarla değil, onların Hâlıkı ile meşguldür. Ne mutlu size. Sîmâ-yı mübarekiniz, o oturuşunuz, daimî huzurunuz hatırıma geldikçe gâibâne gıpta ederim. Keşke bizde de ona benzer biraz hal ve tavır bulunsa diye temenni ederim. O hal, Hak Teala’nın hususi bir fazlıdır. Her kula verilmez. Çok rica ederim, bizi de duadan unutmayınız. Evet biz cismen buradayız; fakat siz kalben bizden daha yakınsınız. İnşaallah evlâdınız da sâir âl-i Topbaş da o makam ile yaşarlar. İstenilen zikr-i kesir, zikr-i dâim odur. Hem fabrikada işleri idare eder, hem de bir an gafletle nefes almaya razı olmaz. Ashab-ı kiram ki her birinin makamına sonraki en büyük evliya yetişemez. Onlar da ya bahçede çalışır, ya ticaretle meşgul olur, ya kılıcı boynunda asker idiler. Lakin kalpleri açık, Rablerine merbut, Rasulullah’ın fedaileri, Allâh’ın aslanları idiler. Onların her nefesleri bir kerâmetti. Mamafih zâhirde fevkalade bir şey görülmez, basit bir hayatla yaşarlardı. İşleri, servetleri zikrullaha mâni olmazdı.
Cenâbı hak feyzinizi müzdat, nurunuzu dâim kılsın. Kim bilir, biz görmeyeli ne kadar terakki hasıl oldu. O meftûn olduğumuz oturuşunuz, acaba ne derecelerde değişti. Evvelce daima diz çökerek oturan o cismi latif, belki de şimdi daha başkalaştı. Gören “melek” diye hükmedecek hale geldi. İnşaallah ömrümüz olursa görmekle müşerref oluruz. Beş altı sene evvel Hindistan’dan bir zat gelmişti, zannederim İstanbul’u da ziyaret etti. Hem âlim, hem mücâhid hem de son derecede sûfî ve bir çok telif ettiği kitaplar, yayılmış. El-ân da(şimdi de) telif ile meşgul, ismi Seyyid Ebu’l-Hasen en-Nedevi.
Bu zâtı, Harem-i şerifte namaz kılarken görenler, kendisini Asr-ı saâdetten kalmış bir zât-ı şerif zannedecek derecede hayrette kalırlardı. Namazını bitirinceye kadar uzaktan seyretmekle mahzuz olurlardı. Duruşu, huşuu belki de gaybûbeti, rükûları, secdeleri insanı meftûn ederdi. O da size söylediğim gibi bunca senedir kimbilir ne kadar terakki etmiştir. Bir daha nasip olup da görecek olsak, bilemeyiz nasıl bulacağız. Hak yolunda çalışanları, Cenâb-ı Hak halden hâle, makamdan makama terfi ede ede nâmütenahi derecâta namzet eyler. O Ebu’l-Hasen en-Nedevi ile ikiniz bir arada namaz kılsanız, sizleri ancak simanızdan farkedebilirler; yoksa huşû ile edâ-i salatta Hacı Mûsâ Topbaş da onun hemen hemen aynıdır. Bu münasebetle huşu Hakkındaki «Müminler felah buldu ki, onlar namazlarında huşu sahibidirler» (Mü’minûn Sûresi 1-2) meâlindeki ayeti kerimeye bir daha nazar kıldım. Namazlarında hâşî olan müminler, saadete erişmiştirler diye tercüme edilirse de «Mü’minler necattadırlar, mü’minler namazlarında hâşî olanlardır.» manası gözetilebilirse, namaz ve huşû, mü’min olabilmenin şartı olur. Huşu, namazın ruhudur. Huşûsuz namaz, cansız cesed gibidir. Mü’min canlı namaz kılabilirse namazın dışındaki vakitlerini ve hallerini de tanzîm etmiş olur…”[5]
Mûsâ Efendinin farz ve haramlar konusundaki hassasiyeti, nâfile ibâdetlerdeki gayret ve azmi, hiç şüphesiz kendisini adım adım Hakk’ın sevgisine de mazhar kılmıştı. Zamanla şu hadis-i kudsîdeki müjdelere nâiliyetin eserleri de üzerinde görülmeye başlamıştı. Rabbimiz buyuruyor:
“…Kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiç bir şeyle yaklaşmış olmaz. Nâfilelerle de bana yaklaşmaya devam eder. Ta ki ben onu severim. Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey talep ederse, istediğini mutlaka ona veririm. Herhangi bir şeyden korumamı isterse de onu muhakkak ondan korurum”[6].
Hâdimlerinden Abdullah Sert Bey şöyle bir hatırasını nakleder:
“1970’li yıllarda vakıflarda memur olarak çalışıyordum. Birlikte çalıştığımız arşiv uzmanı Ekrem Ocaklı Bey, fakirden kendisini Mûsâ Efendiyi ziyarete götürmemi talep ettiler. Ekrem Ocaklı Bey, Bayburt Nakşi geleneği büyüklerinden Dede Paşa Efendinin yakınlarından ve eski milletvekillerindendi. Randevu alındı ve belirlenen gün ve saatte ziyarette bulunuldu. Mağazadaki odalarında bir müddet baş başa görüştüler. Ekrem Bey son derece nezâketli bir insandı. Ziyaretten çok memnun kaldı. Daha ziyaret odasından yeni çıkmıştı ki, fakirin elinden tutup:
“Azizim, Sâmi Efendi Hazretleri nasıl bir “Mürşid-i mükemmil” bir zatmış ki, böyle kâmil bir evlâdı yetiştirebilmiş. Böyle bir zâtı ancak Mürşid-i mükemmiller yetiştirebilir. Yetiştirmek için bazen “Mürşid-i kâmil” olmak bile yetmez”.
Böyle kâmil bir manevî evlâda sahip olmak, her mürşide de nasip olmamıştır. Sâmi Efendi Hazretleri son yıllarında tüm sevenlerini artık Mûsâ Efendiye yönlendiriyordu. Nitekim Medine-i Münevvere’de mücâvir olan kıymetli insan Fadlullah Nemengâni Efendi, Sâmi Efendinin kendisine “Fadlullah efendi, gelen ihvana söyleyin, Mûsâ Efendiye müracaat etsinler; bundan sonra müşkilatlarını o çözecek” buyurduklarını ifade etmişlerdir[7].
İşte böylece, üzerinde her türlü kemâlât açıkça görülmeye başlayan Mûsâ Efendiye, Muhterem Mürşidi Mahmud Sâmi -kuddise sirruh- Hazretleri, büyük bir emânetin manevî sorumluluğunu yüklüyordu. Bunun zâhiri şartı olarak da “irşad icâzeti”ni 1396/1976 yılında kendilerine tevdi etmişlerdi.
Sultânu’l-ârifin Mahmud Sâmi -kuddise sirruh- Hazretlerinin Mûsâ Efendiye takdim ettikleri irşad vesikası şudur:
“Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn, ve’ssalâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmaîn. Emmâ ba’d:
İhvân-ı kirâm ve ehl-i yakîne arzedebilirim ki, tarikat-ı âliye-yi Nakşibendiyye’ye hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz evlâd-ı mânevimiz “Mûsâ Efendi”yi tebrik eder ve tâlib-i rüşd ü reşâd olan ıbâd-ı sâlihîne ta’lîm-i tarîkat ve ilkâ-i nispet-i feyz ü bereket için, Azizim Efendimden hâiz olduğum ruhsat îcâbınca, zâtınızı me’zûn eylerim. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, kalbinizi menba’-ı îmân ve lisânınızı mecrâ-yı irfân eylesin. Zât-ı âlinizle sohbet eden ihvân-ı dîni, şeref-i sohbetinizden müstefîd buyursun! Âmîn!
Ve sallallâhü alâ seyyidinâ ve hâdînâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ecmâîn. Ve âhiru da’vânâ eni’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
Hicrî Tarih: 12 Ramazan 1396/7 Eylül 1976
Rûmî Tarih: 1392”
İcâzetnâme’yi şöyle sadeleştirebiliriz:
“Bismillâhirrahmânirrahim. Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur. Salât u selâm, Efendimiz Muhammed’e, O’nun ehl-i beytine ve ashabının üzerine olsun.
Muhterem kardeşlerimize ve erbâb-ı yakîne, şu hususu açıkça bildirmek isterim ki;
Yüce Nakşibendiyye yoluna hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı manevî evlâdımız siz Mûsâ Efendiyi tebrik eder, irşad edilmeyi arzu eden Allâh’ın sâlih kullarına tarikatın esaslarını öğretmeniz ve onlara yüce tarikatın feyz ve bereketini ulaştırmanız için, Muhterem ve pek kıymetli Efendimden aldığım izin ve ruhsat icabınca, zatınızı me’zûn eyledim. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, kalbinizi iman kaynağı, dilinizi irfan ırmağı eylesin; zât-ı âlinizle sohbet eden din kardeşlerimizi sohbetinizin şerefinden istifâde ettirsin! Âmin!
Salât u selâm, Efendimiz ve hidayet rehberimiz Muhammed’e, O’nun ehl-i beytine ve ashâbının üzerine olsun. Son duamız: «Alemlerin Rabbine hamdolsun» niyazıdır”.
[1]. Hayatın maksadı, “Dünyada Allâh’ın râzı olacağı kıvamda bir “insân-ı kâmil” olmak, ukbâda ise Yüce Rabbin Cemâline vasıl olmak”tır.
[2]. Tevfîk: “Şer-i şerife ve akl-ı selime muvafık olan hususlarda Allâh’ın yardımının kula erişmesi ve kulun da bu sayede muvaffak olması” anlamındadır.
[3]. Ali b. Hüseyin Vâiz Kâşifî, Reşâhât-ı Aynü’l-hayât (thk. Ali Asgar Mu´îniyân) I, sh. 145.
[4]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 13.
[5]. Abdullah Sert, “Secdeyi Çok Özledim”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 257, sh. 14-15, Temmuz 2007.
[6]. Buhârî, Rikak, 38.
[7]. Fadlullah Nemengânî Efendi ile yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 165, sh. 36, Kasım 1999.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-