Altınoluk Dergisi | 14. SAYI | 1987 Nisan
BİLHASSA tevazu ve alçak gönüllülükleri tarife sığmaz, lisan ile anlatılamazdı. Bila istisna herkesi kendilerinden üstün görürlerdi. Herkesin horladığı, küçük ve hakir gördükleri diyanet-perver acizlerin, miskinlerin ziyaretlerine gider, kendilerinden dua talebinde bulunurlardı.
Allah Teala’nın kulu, mahluku niyetiyle herkese diyanetleri nisbetinde itibar eder, hürmet ve alaka gösterirlerdi.
Ehl-i beytlerine karşı çok şefkatli idiler. Fakat maneviyatını üstün gördükleri kimselere onlardan fazla ikram ve itibar ederlerdi. Ehl-i ilmi, hafızları, fakirleri, miskinleri, bilhassa edeb ehlini çok severlerdi.
Zengin-fakir, genç-ihtiyar, bilgili-bilgisiz, rütbeli-rütbesiz, bütün insanlara karşı son derece şefkatli, mahviyetli ve alçak gönüllü idiler. Bilhassa hac yolculuklannda, Mescid-i Nebevî’de kısm-ı azami ümmî olan agavat-ı kiram hazeratının hatta bevvabların ellerini öpmeğe sa’yü gayret ederlerdi. Onlar da muhterem üstaz hazretlerindeki bu nezaket ve tevazuu görünce Üstad’a karşı sevgi , saygı ve iştiyakları artar, kendisine karşı kimseye göstermedikleri büyük bir hürmet ve ta’zîm gösterirlerdi. Bu sevginin neticesi haccin en izdihamlı anlarında bile Ashab-ı Suffa mahallinin ön sanndaki yerlerini kendisine ve evladlarına tahsis ederlerdi.
Sabık Van Müflisi alim bir zat ile bir Şazelî şeyhi de ashab-ı Suffa müdavimlerindendi. Bu zatlar gayet sert celalli meşreb idiler. Her kimin bir adab noksanlığını görseler, yerlerinde duramazlar, huşunetle mukabele ederierdi. Bir taraftan da muhterem üstaz hazretlerinin o pek ince, zarif hal ve edasını tarassut ettiklerinden pek kısa bir zamanda muhammediyyü’l-meşreb olan yüksek seviyeli bu zatın hayranı oldukları görüldü. Eski sertliklerinin yerini hilmiyet, öfkelerinin yerini afvedicilik ve merhamet aldı.
Bakınız, Hakîkî Hak yolcusunu, Allah dostunu teşhîs etmenin ve hürmet göstermenin karşılığı ne kadar verimli oluyor.
Oranın hadimlerinden elleri felçli, titrek, Abdülkadir Efendi isminde keşfi açık bir şahıs vardı. Muhterem Üstaz hazretleri onu sık sık yemeğe davet ederler ve yanlarına oturturlardı. O da istemeyerek titrek eliyle muhterem Üstaz’ın üzerine yemek döktüğü olurdu. Mahmud Sami hazretleri bu hali hoş karşılarlar, üzülmezler, o şahıs gittikten sonra sabunla bezle yağ lekeleri temizlenirdi.
Tevazu öyle nihayeti, hududu olmayan bir ummandır ki, bir insanın tevazudan nasibi ne kadar ise insanlık değeri de o kadardır. Hakiki keramet de budur.
Bir şair tevazu hakkında ne güzel demiş:
O rütbe-i mürte fidir, kasr-ı bünyad-ı tevazu kim,
temininden, riyaz-ı cennet’e nezzare kâbildir.
Bir Ramazan günü, ailesi (muhterem validemiz) ve bir ma’nevi oğlu ile Hicaz yolculuğu yapmışlardı. Dört ay kadar bu mübarek diyarda kalıp haccı edadan sonra İstanbul’a döneceklerdi. Medine-i Münevverede kiraladıkları evin, kendileri, muhterem validemizle, yaşları ilerlemiş oldukları için zemin katma, evladı da birinci kat meşgul olduğu için ikinci kata yerleşmişlerdi. İki gün sonra Ramazan ayı ilan edildi. O günden sonra herkes oruçlarına başlamış, Mescid-i Nebevî ve diğer camilerde de teravih namazı kılınmaya başlamıştı.
Ramazan-ı şerif olması bakımından sahur vakti, muhterem Üstaz hazretleri, muhterem refikaları ile müştereken hazırladıkları yemeklerle dolu büyükçe yemek tepsisinin alıp bu yaşça kendilerinden hayli küçük olan evladının bulunduğu dik basamaklı ikinci kata günlerce yemek taşımışlardı.
Evladı, her ne kadar “Efendim, biz size hizmet için gelmiştik” dedi ise de bir türlü bu alî hareketi önleyememişti. Bu âlicenablık, bu yüksek tevazu ve engin gönüllülük karşısında evladı da göz yaşlarını tutamamış ve günlerce kendisine gelememişti.
HER güzel hal ve hareket kendilerinde toplanmıştı. Yüzlerindeki beşaşet, güler yüzlülük daimi idi. Ahlakları letafetin zirvesinde idi.
Lisanlarındaki halavet, ölçülülük tarif edilemezdi. Edaları, her hal ve hareketleri zarif idi. Şerîat’ın kabul etmediği hariç hiç bir şeye itiraz etmezlerdi. Herkesin özürlerini kabul ederler ve bütün mahlukata karşı sonsuz şefkat beslerlerdi. Her hal ve hareketlerinde garazsız ve ivazsız ihlas gene ihlas, istikamet gene istikamet görülürdü.
Kendileri o kadar mahviyyet sahibi olmalarına rağmen, Beytullah, Mescid-i Nebevi ve diğer uhrevi muhitlerde, makamlarda kendilerine karşı yapılan aşırı tazim ve merasimden üzülürler, bu gibi hareket ve tutumları yersiz, ma’nasız görürler ve “Biz Cenab-ı Hakk’ın aciz bir kuluyuz” derlerdi.
Kendisinde şiddetli bir kabz hali hisseden ve huzurlarına çıkıp, kendilerinden bunun izalesi için müracaat eden bir evladına hitaben de keza:
-Evladım, biz de Cenab-ı Hakk’ın aciz bir kuluyuz. Cenab-ı Hakk’a istiğfar et, Sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin ruhaniyetine sığın ve şu duaya devam et buyurmuşlardır.
Cenab-ı Hakk’ın nusreti, Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in ruhaniyeti ve Muhterem Mürşid’in himmeti ile o evladının sıkıntılı, kabz hali kısa bir zamanda mündefi olmuş ve bast hali teessüs etmiştir.
MEFHAR’İ mevcudat, Eşref-i mahlukat Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin tevazu hakkındaki hadis-i şerifleri:
-Cenab-ı Hak “tevazu ediniz” diye bana emir buyurdu.
– Bir kimse Allah korkusuyla tevazu ederse, Cenab-ı Hak da O’nu alî eder, (yükseltir)
– Mütevazi olmadıkça zahid olamazsınız.
– Fukara ile beraber bulunmak tevazudandır.
– Size cennetlik olanları haber vereyim mi? Her zayıf ve mütevazi kimsedir ki, eğer Allah’a yemin etse Allah ona ihsan eder. Size cehennemlik olan kimseleri haber vereyim im? Cefa eden, kaba, kibirli olan kimsedir.
– Ne mutlu meskenete düşmeden tevazu gösterenlere, masiyete düşmeden helalinden kazanıp, muhtaçlara yardım edenlere, yoksullara, düşkünlere yardım edenlere ve ne mutlu fıkıh ve hikmet ehli ile yaranlık edenlere.
– Allah bir kulu hidayete erdirdiği, suretini güzelleştirdiği, O’nun maksudu olmayan dereceye yükselttiği ve bununla beraber Ona tevazu verdiği zaman, bu hal Allah’tan bir temizliktir.
Dört şey vardır ki Allah onları sevdiklerine verir:
1. Yersiz ve kötü söz konuşmamasını bilmek
2. Allah’a tevekkül
3. Tevazu
4. Kötülüklerden el çekmek.
– Kerem takvadır, şeref tevazudur, sağlam ve kat’i inanç kalp zenginliğidir.
– Tevazu edin, fukara ile hemmeclis olun. Böylece Allah indinde kıymetiniz olur ve kibirden çıkarsınız.
– Tevazu, kulda yükselmeden başka bir şey artırmaz. Tevazu edin ki, Allah sizi yükselisin.
– Gene bir gün Peygamberimiz sahabesine dedi ki:
– Bana ne oluyor ki sizde ibadetin halavetini göremiyorum? Sahabe sordu:
– İbadetin halaveti nedir Ey Allah’ın Rasulu? Peygamberimiz buyurdular.
– Tevazu…
Yine Hace-i kainat – Sallallahu aleyhi vesellem – Efendimiz hazretleri:
– Allah Teala bana tevazu üzere olmamı emreyledi. Hiç bir kimse diğerine karşı büyüklenmesin.
– İmanın kemalini isteyen, tevazu göstersin ve fakir iken de sadaka versin. Bu iki huy, insanı kamil derecesine yükseltir buyurmuşlardır.
Veysel Karanî – kuddise sırruhu-buyuruyor:
-“Yükseklik aradım tevazu da buldum.”
Ahmed bin Antakî -kuddise sırruhu-
-“En muazzam tevazu, sendeki kibri defedip, hışmı öldüren tevazudur” buyuruyor.
Cüneyd Bağdadî -kuddise sırruhu-
-“Tevazu, iki cihan halkına karşı büyüklük taslamaman ve Hakk teala ile müstağni olmandır” buyurmuşlardır.
Ebû Bekr Verrak -kuddise sırruhu-
-“Yakin, kalbi mütevazi kılar ve kemal bulur” buyurmuştur.
İbni Semmak -kuddise sırruhu-
-“En şerefli tevazu, kendini hiç kimseden üstün görmemendir” buyurmuştur.
Abdullah İbni Mübarek -kuddise sırruhu-
-“Tevazu, dünyada kibirli olana karşı kibirli, mütevazi olana karşı aşağı gönüllü olmandır” buyurmuşlardır.
Süleyman Daranî -kuddise sırruhu- buyuruyor:
-“Ameline bakıp asla kendini beğenmemen ve hiç şımarmamandır.
– Gene:
– Kul kendi nefsini gördüğü müddetçe asla tevazu göstermiş olmaz.
Fudayl İbni İyaz -kuddise sırruhu-
-“Tevazu, ister cahilden, ister çocuktan duyulsa da hakkı tereddütsüz kabul etmektir” buyurmuştur.
Ahmed erRifaf -kuddusi sırruhu- buyuruyor:
-“Akıllı olmanın alametleri şunlardır:
– Darlık zamanında sabır
– Genişlikte tevazu sahibi olmak
– Her işte itidali muhafaza etmek
– Bazı cahiller sanır ki, bu tarikat dedi ve dendi gibi sözlerle, para, mal, dıştan yapılan amellerle elde edilir. Hayır, Allah’a yemin ederim ki, ona ancak sadakat ve tevazu, kalb kırıklığı ile erilir. Yani doğruluk, tevazu, engin gönül, cihan süsünden geçmek ve varlığı Allah yoluna harcamakla erilir.
– Halkın ağırlığını yüklen, tevazuun iyi olsun.
– Mürüvvet sahibi olmak şu dört temele dayanır:
– İyi huya sahip olmak
– Mütevazi olmak
– Cömert olmak
– Nefse muhalif davranmak
-Tevazu sevgi doğurur, kanaat rahatlık getirir.
Yusuf esbat -kuddise sırruhu-
-“Tevazuun son noktası, evden dışarı çıktığın karşılaştığın her şahsın senden daha üstün olduğunu bilmendir” ve
-“Az vera’a çok amele verilen sevabı verirler. Az tevazua çok mücahedeye verilen ecri verirler” buyurmuşlardır.
Yahya îbn-i Muaz -kuddise sırruhu-
-“En yüksek takva tevazudur” buyurmuştur.
Hamdun Kassar -kuddise sırruhu-
-“Tevazu, ne dünyada ne de ahirette hiç kimseyi kendine muhtaç görmemendir” buyurmuşlardır.
Tevazu hakkında, Ahmed-el-Farukî Serhendî -kuddise sırruhu-
-“Toprak ol toprak ki, gül bitsin sende topraktan başka kansan yok güle” buyurmuşlardır.
İsa -aleyhisselam- buyuruyor:
-“Mahsul, ovadaki sulu ve yumuşak toprakta yetişir. Dağlarda, sert topraklarda yetişmez. Bunun gibi hikmet de mütevazi olanların kalblerinde gelişir, kibirlilerin kalblerinde gelişmez. Bir kimse başını yükseğe kaldırırsa tavana değer ve yaralanır. Fakat başını eğerse tavan ona gölgelik olur ve kendini korur” buyurmuşlardır.
Amr İbn’i Şeybe -kuddise sırruhu- anlatır:
-“Mekke’de Safa ile Merve arasında bulunuyorduk. Bir adamın katır üzerinde geldiğini, etrafındaki hizmetçilerin herkese karşı sert davrandıklarını, adamın da heybet ve ithişam içinde olduğunu gördük. Aradan yıllar geçti, deve üzerinde Bağdat’a girdim. Orada başı açık, yalın ayak, uzun saçlı, pejmürde bir adam gördüm. Tanıyacak gibi oldum. Kendisine dikkatle bakıyordum. Adam bakışımın sebebini sordu. Ben de kendisine “seni birisine benzetiyorum” dedim ve kime benzettiğimi anlattım. O adam da: “İşte o gördüğün benim. Tevazu gösterilmesi gereken yerde kibirlendim. Şimdi bu hale düştüm” dedi.
Gene tevazu hakkında Mustafa Necati Bursalı efendi der ki:
Gökten gevherler yağsa, taş yine vermez çiçek
Toprak ol ki, toprakta nice güller bitecek…
Ve Muhammed Bahaüddin -kuddise sırruhu-buyururlar ki:
-Bu kadar iflas ve bî-hasıllık ki bende var; layık değildir ki, kimse benim selamımı ala. Lakin Hak teala beni halk arasında rüsvay edip, halkı bana meşgul kıldı. Kimseler benden haberdar değildir.
Gene buyurdular:
-Bu tankta kusur sahibi olan kimseye gerektir ki, tazarru ve tezellül edip acz ve kusurlarını idrak ederek sülük eder. Halk der ki “bizim tankımızda rizayat yoktur” Bundan büyük riyazat mı olur ki? Hatırı cemî masivadan kesip, nisbet-i huzur-u maallah’ı hıfz ede…
Devam Edecek…
Şam Ziyaretleri
ŞAM şehri, evliyaullah’ın pek bol bulunduğu mübarek bir beldedir. Meczüblan, abdalları, ehl-i keşifleri ile meşhurdur.
Her hac yolculuğunda Şam’ı şerîfe uğranılır, birkaç gün kalınır, ehibba ve esdika ziyaretleri yapılırdı. Bilal-i Habeşî gibi bir çok ashab-ı kiram ve meşayih-i zevi’l-ihtiram hazeratırının kabirleri ziyaret edilirdi.
Muhterem Üstaz Hazretlerinin yolu Şam’a uğradığı zaman oranın yüksek sınıfı, ma’neviyat ehli, adeta bayram yaparlar, büyük toplantılar tertîb ederler, ziyafet verirlerdi. O zamanın kalbur üstü Şeyh Mekkî Kettanî, Şeyh Abdülvehhab Salahı, Şeyh Said Burhanî, Şeyh Bedreddin Galeyanî, Şeyh Ahmed Güftarî, Şeyh Hasan Habennekî, Şeyh İzzet ve refikleri, Şeyh Abdurrahman Meczüb ve daha bir çok mümtaz, ilmiye sınıfına mensüb eşhas bu ma’nevî ziyafet meclisinde bulunurlardı.
Bilhassa Üstaz hazretlerinin bulunduğu; meclislere büyük değer verirlerdi. Sohbetler büyük bir sessizlik içinde olur, herkes kulak kesilirdi.
Üstaz hazretleri arapçayı ağır ağır, düşüne düşüne, tane tane kelimeleri yerli yerinde olarak konuşurlardı.
Şam halkı keramete çok düşkündürler. Muhterem Üstaz onların bu isteklerini bildikleri için, “efdali sahabe Ebu Bekr Sıddîk radıyallahu anh dan hiç bir keramet görülmediğini” ifade ile “ihlasa ve kulluğa sarılmanın en faideli yol olduğunu” ima ederlerdi.
İlim ve hatm-i hace meclislerinin reisliğini (Üstaz Şam’da kaldığı müddetçe) kendilerine tevdî ederler, tereddüt ettikleri mühim mevzular hakkında sualler sorarlar ve tam, noksansız olarak cevablar alırlar ve bundan çok müteşekkir kalırlardı.
Muhterem Üstaz kabir ziyaretleri içinde ayrıca bir gün ayırırlardı. Bilal-i Habeşî, Ebü’d-derda, Muaz İbni Cebel, Şeyhulekber Muhyiddin Arabi, Mevlana Halid ve diğer türbeler ziyaret edilirdi. Hatta bir gün Mevlana Halid hazretleri ziyaret edilmişti. Oradan Şemsiye Camii İmamı Ya’kub efendi hazretlerinin ziyaretine gidilecekti. Taksi çağrıldı, otomobile binildi… Meğerse şoför ehl-i keşif birisi imiş. Yolda giderken”ben nur görüyorum, ben nur görüyorum” diye feryad etmeye başladı. Zorlukla direksiyona hakim oluyordu. Hepimiz heyecanlanmıştık. Elhamdülillah, nihayet kazasız, belasız istenilen yere geldik ve Ya’kub Efendi ziyaret edildi…
Muhterem Üstaz bu Zat’a karşı istisnaî bir hürmet gösterirlerdi, “hallidir” derlerdi. Bu “hallidir” kelimesini herkese kullanmazlardı. Halbuki aslen Arnavut olan Ya’kub Efendi gerek Arapça’yı, gerek Türkçe’yi zorlukla konuşabiliyordu. Halbuki Şam’da nice fesahat ve belagat ehli insanlar vardı.
Ya’kub Efendi kuddise sırruh 100 yaşını birkaç sene geçtikten sonra ahirete irtihal etmişler ve son senelerine kadar devamlı olarak haccetmişlerdi. Rabbimiz Teala hazretleri cümlemizi şefaatlarına nail eylesin! Amin…
Büyük Bir Makamda Bir Allah Dostunun Amin Demesi
Bir hac seferimizde Şam’da idik. Her yolculuğumuzda olduğu gibi gene Muhyiddini Arabî hazretlerinin mübarek türbeleri ziyaret ediliyor ve ruhlarına Fatiha-i şerife gönderiliyordu. Cezayir Fransız harbi uzun zamandan beri devam ediyordu. Modern, zalim Fransız ordusunun karşısında, kahraman Cezayirliler on binlerce şehid verdikleri halde düşmanı tepelemek hususunda sebat gösteriyorlardı…
Bizler, Şeyh-i Ekber’in türbesinde iken Cezayir’den onbeş kişi kadar bir hey’et gelmiş, Cenab-ı Hak’tan Muhyiddin-i Arabî hürmetine Cezayir’deki Fransızların hezîmete uğraması zelîl ve mahkür bir vaziyette çekilip gitmesi niyazında bulunuyordu. Yalvarma ve gözyaşları yarım saat kadar devam etti. Onlar dua ettikçe muhterem Üstazın amin, amin dediği duyuluyordu, Bir gün sonra Şam gazetelerinde Cezayirlilerin, galip geldiklerini zalim Fransızların bozgun bir vaziyette çekildiklerini ve harpte mağlub olduklarını okuduk. Halbuki on iki senedir harp devam etmekte idi.