“O NE GÜZEL KULDU!”
Muhterem pederimiz Mûsâ Efendi (k.s.), bizim için mâneviyat semâsının öyle bir yıldızı idi ki, kendisinde mezcettiği mânevî güzelliğin letâfet ve parıltılarını lâyıkıyla tasvîr edebilmemiz mümkün değildir. Onun seksen üç yıllık nezih, zarîf ve asîlâne hayatı, bizler için hiç eskimeyecek ve tarâvetini kaybetmeyecek örneklerle doludur. hakkında söyleyebileceğimiz yegâne söz;
“O ne güzel kuldu!” demekten ibârettir.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kâinâtı nurlandıran bir rahmet idi. Mûsâ Efendi de, üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri ve diğer büyük Hak dostları gibi o ilâhî rahmetten; zarâfeti, nezâketi, inceliği, hassâsiyeti, rakik kalbi ve tasavvufî ahlâkı ile zamanımıza akseden bir mehtaptı…
İfâde etmeliyiz ki; nasıl yüce bir dağın azameti, ona eteklerinden bakılınca lâyıkıyla anlaşılıp kavranamazsa, mânevî şahsiyetler de aynen böyledir. Bu bakımdan mânevî rehberlerin birçoğu, hayatlarında nice derinlikleri bilinemeden bu fânî âleme vedâ etmişlerdir. Hattâ onların en yakınında bulunanlar dahî bu derinliklere kâmil mânâda vâkıf olamamışlardır. Zîrâ böyle şahsiyetlerin mânevî enginliği, ilâhî âleme yolculuklarından sonra ortaya çıkar. Meselâ Bahâeddîn Nakşibend, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve emsâli nice büyük şahsiyetleri, hayatta iken takdîr edenlere mukâbil, onlara yanlış bir gözle bakanların sayısı da az değildi. Hattâ anlayıp etrafında halkalananların bile pek çoğu, bir dağın azametini ona eteklerinden başını kaldırıp bakanlar gibi görüş kifâyetsizliği içinde idiler.
Dolayısıyla biz de, Mûsâ Efendi (k.s.)’un vuslat âlemine intikâlinden sonra onun kıymet ve değerini gönlümüzde yanan hasret ateşiyle birlikte daha derinden hissetmeye başladık. Zîrâ ömrü boyunca O, sahip bulunduğu dirâyeti, kâbına varılmaz bir tevâzû ile setrettiği için, onun hakkında bize akseden kırıntı kabîlinden nasiplerle istifâdeye gayret ediyorduk. Onun aramızdan süzülüp vuslata ayrılışı, gönülleri bir ney hâline döndürdü. Şimdi ise onu biraz daha iyi temâşâ etmenin ayrı bir güzelliği içindeyiz. Büyükler buyurur:
“Evliyânın himmeti, hayatta iken kınındaki bir kılıç, vefâtından sonra ise kınından çekilmiş bir kılıç gibidir.”
Nitekim onun ardından müşâhede ettiğimiz sayısız muhabbet tezâhürleri ve muhtelif tecellîler, bu hakîkatin feyizli iklîminde zuhûr etmiştir. Bugün mânevî râbıtalar bir kat daha artmakta ve kendisine sayısız Fâtiha’lar, Yâsîn’ler ve hatimler hediye edilmektedir.
Mûsâ Efendi (k.s)’un rıhletinden sonra tecellî eden bu ve benzeri hususları îzah sadedinde söylenen şu söz ne kadar mânâlıdır:
“Kâmil mü’minler ölmezler! Sadece dünyâ evinden âhiret yurduna hicret ederler.”
Abdullah Mısrî anlatıyor:
Sâlih bir zâtın cenâzesini yıkamaya gitmiştim. Nâşının başında:
“Bu büyük zât da öldü.” diye eseflendim. O sırada hâtiften gelen bir ses beni şöyle îkâz etti:
“Allâh’ı bilen âriflerin ölmeyeceğini bilmez misin?”
Bunun içindir ki ehl-i basîret, her diriye diri, her ölüye de ölü demezler. Zîrâ kul vardır, daha hayattayken bile ölüdür ve yine kul vardır, cesedi toprağa intikâl etse de dipdiridir. Onlar, fânîliği ebedî olana fedâ ederek ölümsüzleşmiş ve zevâlden kurtulmuş müstesnâ rûhlardır. Berzah âleminde de, sonraki âlemde de saltanatları devam eden mânevî sultanlardır. Onun içindir ki:
“Âşıklar ölmez!”.
Dolayısıyla Hak dostlarının ömürleri, fânî hayatlarından sonra da devam eder. Onlar, zâhirî ilimlerinin üzerine derûnî âlemlerini ilâhî nakışlarla tezyîn ettikleri için arkalarından bıraktıkları gönül eserleri, rûhâniyet ve feyizleri ile vefatlarından sonra da mânevî hizmetlerini sürdürürler. Çünkü onlar, ölmeden evvel ölmesini bilerek ölümsüzlük sırrına kavuşanlardır. Kâh sohbetleriyle, kâh yazdıkları eserlerle, kâh kıymetli birer hâtırâ hâlinde serdettikleri menkıbelerle mânevî terbiyelerine devam ederler ve ehl-i basîrete ayân nice tasarruflarda bulunurlar.
Bu izzetli rûhların oluşturduğu safların mihrâbında sertâc-ı enbiyâ Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vardır. Nûrunu güneşten alan mehtap, nasıl güneşin varlığına delil ise, nûr-i Muhammedî ile nûrlanan velîler de onun birer şâhidi ve vârisidir.
Onlar öyle zarâfet, melâhat, nezâket ve letâfet kesbetmiş ve öyle ilâhî güzelliklere nâil olmuşlardır ki, hatırlanmaları hâlinde dahî gönüllere ferahlık verir, saâdet iksîri sunarlar. Nitekim
“Sâlihlerin yâd edildiği meclislere Allâh’ın rahmeti iner”, buyrulmuştur.
İşte bizler de o büyük Hak dostu Mûsâ Efendiyi bu beyânın sırrına nâiliyet niyeti ile yâd ediyoruz. Tenlerin ayrılığı, canlara ayrılık getirmez. Aksine Yâkûb -aleyhisselâm- ve Yûsuf -aleyhisselâm- arasındaki muhabbet misâli, gönülleri birbirine daha da yakınlaştırır, bir ve bütün eyler. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“İblîs’in, Âdem’in cesedine takıldığı gibi sen de velîlerin cesetlerine takılma! Onlardaki halîfetullâh sırrını gör. Allâh’ın; peygamberleri, sıddîkları, şehîdleri ve sâlihleri birbirine dost yapıp: «Onlar ne güzel dostlardır!» (Nisâ Suresi, 69) buyurduğunu işitmedin mi?”
“Kâinâta bak; gece ile gündüz de birbirini kucaklarlar, sevgi ile birbirlerinin arkasından birbirlerine koşarlar. Onlar görünüşte ayrıdırlar, ama hakîkatte birdirler. Faydalı olmak ve (vuslat yolunda) hizmet etmek için el ele vermişlerdir.”
Ancak ârifleri yâd ediş, onların güzel ahlâk ve numûne-i imtisâl davranışlarını hatırlamak, bu vesîleyle kendilerine hayır duâlar etmek şeklinde olmalıdır. Biz de Mûsâ Efendi Hazretlerine bu gönül penceresinden baktığımızda onun hakkında söyleyeceğimiz ilk söz, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi:
“O ne güzel kuldu!” ifâdesinden ibârettir.
O, ömrü boyunca kulluğu hayatının bütün safhalarına teşmîl etmiş, bütün hâl ve davranışlarında bir şi‘r-i tabiî hâlinde tecellî ettirmiştir.
Gerçekten de O:
İbâdette ne güzel bir kuldu!
Muâmelâtta ne güzel bir kuldu!
Hakk’ın tevzîinde ne güzel bir kuldu!
Hâlık’tan ötürü mahlûkâta muhabbet ve şefkatte ne güzel bir kuldu!
Çile ve ıztıraplara merhametiyle şifâ olmaya çalışan ne güzel bir kuldu!
Kâinattaki kudret akışlarını ve ilâhî azamet tecellîlerini hayrân hayrân seyreden ne güzel bir kuldu!
İncelik, zarâfet ve rikkat-i kalbiyesi ile bu gök kubbede hoş bir sadâ bırakan ne güzel bir kuldu!
***
İsmâil Hakkı Bursevî -kuddise sirruh-, muhtelif meşrepteki Hak dostlarının hâllerini şöyle tasnîf eder:
“Zenginlerin infâkı, mallarından olur ve onlar, mallarını ihtiyaç sahiplerinden kıskanmazlar.
Âbidlerin infâkı, nefislerinden olur ve onlar da, kendilerini hizmetten esirgemezler.
Âriflerin infâkı, gönüllerinden olur ve onlar da, murâkabeden uzak durmazlar.
Âşıkların infâkı ise, rûhlarından olur ve onlar da, rûhlarını kazâ-yı ilâhiyenin cârî olduğu mekânlardan uzak tutmazlar.”
Bu husûsiyetler, her Allah dostunda farklı farklı tecellî eder. Bazısında ise, bir lutf-i ilâhî olarak hepsi bir arada bulunur. İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- da -âcizâne kanaatimize göre- bütün bu sıfatlardan nasîb almış, mübârek bir Allah dostuydu.
Bu yüksek rûhânî hâline rağmen, ömür boyu mahfiyete bürünmüştü. Her güzelliği Hak’tan bilir ve dâimâ şükür hâlinde olurdu. Maddî ve mânevî hiçbir nîmeti kendisine izâfe etmezdi.
Bir sohbet meclisinden sonra, Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, O, büyük bir meblâğ uzatmış ve:
“Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti.
Ehl-i basîret müstesnâ, orada bulunanlara bu ifâde, verilen paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibâını uyandırdı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allah Teâlâ idi…
Bu yüce dostluk onu, üstâdı Sâmi Efendi Hazretlerinin hâllerinden de nasiplendirmişti. Hiç unutmam;
Merhum Sâmi Efendi Hazretleri ve refâkatinde bulunan merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vâsıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan kâhyâ, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sâmi Efendi ile Mûsâ Efendiye ilişti. Şaşkın bir şekilde durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi:
“Allâh Allâh, ne garip! Dünya ne kadar da değişik sîmâlarla dolu! Yüzler var melek gibi… Yüzler var Nemrut gibi…”
O, bu nûrlu yolun bütün büyükleri gibi sadece Allâh’a yönelme azmi içindeydi. Cümle fânî lezzetlerden vazgeçerek, gerçek lezzetin mârifetullâh olduğunun idrâki içinde yaşadı. Hiçbir meşgûliyet, onu Hak ile beraber olmaktan alıkoymazdı. Âhiret amelini dâimâ dünyâ amelinin önüne geçirirdi. Gönlü, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibiydi. Kendisine muhabbet gösteren nice sîneleri Allâh’ın izni ile birer müstesnâ inci hâline getirdi.
Engin bir mânâ âlemi vardı. Orada nice sır ve hikmetler devşirirdi. Her davranışı, Rabbin: “… O kulumun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum…” (Buhârî, Rikak, 38) buyruğuna nâil olma gayreti ile doluydu. Hayatında bu hâlini aksettiren ve sadece ehl-i basîrete ayân pek çok misâller mevcuttur.
Cenâb-ı Hakk’ın evliyâullâha bahşettiği yüksek tasarruf ve meziyetleri Hazret-i Mevlânâ şöyle dile getirir:
“Ehlullâhın yüreklerinden taşan mübârek sesler ve sözler, İsrâfîl’in sûru gibi dirilticidir.”
“Onların gönülleri öyle bir gönüldür ki, âşıklar onların vâsıtasıyla mest olurlar.”
“Onların gönülleri (öyle bir câzibe merkezidir ki) her düşünceyi ve sesi kendine çeker. İlhâmın, vahyin ve sırrın lezzeti de onlardır.”
“Eğer velîlerin gönül nağmelerinden birazcık söylesem, bedenleri toprak olmuş canlar, mezarlarından doğruluverirler. Ey gâfil! Kulağını yaklaştır; velîlerin nağmeleri(ni duymaya gayret et! Zîrâ o nağmeler) sana uzak değildir.”
“O nağmeler der ki: Ey mecâzî ve gölge varlıklarını fânî âlemde mahvedenler! Fânîlik, derilerinizin altında ne varsa çürütmüş! Dosta kulak verin de; ölün ve dirilin!”
“Bu sese muhâtab olan dağlar bile öyle tesîr altında kalır ki, bağrındaki kayalardan yüzbinlerce saf sular ve kaynaklar fışkırır.”
“Velîler öyle bir nûra nâil olmuşlardır ki, güneşin bile aydınlatamadığı karanlıkları kuşluk vaktine çevirirler.”
“Onlar sıcak da söyleseler, soğuk da söyleseler dediklerine kulak verip nasîhatlerini tut! Tut da şu dünyâ hâdiselerinin muhtelif tesirlerinden, sıcak ve soğuğundan, yâni elem ve sürûrundan kurtul! Ki, yakıp kavuran cehennem azâbından âzâd olasın! Bil ki, o mübârek sözlerin sıcağı da soğuğu da ilkbahardır, hayat bahşedicidir. O sözler, kulluğun mayasıdır, özüdür. Uyanık ol; o sözlerle gönül deryâları incilerle dolar.”
Bu ifâdeler, âriflere samîmiyet ve muhabbetle bakan gözlerden basîretsizlik, yâni mânevî âmâlık perdelerini kaldıran hakîkatlerdir. Bu hislerle kalbî duyuşlar seviye kazanır, derinleşir ve ehlullâhın kadrine âşinâ olunur. Gönül, erenler sohbetine can atar. Zîrâ sohbet, vuslatın en kestirme yoludur. Câhiliye insanını da kemâlâtın zirvelerine yükselten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu sünneti, yâni gönüllerden gönüllere akseden sohbetleri olmuştur. Çünkü sohbette, kalpten kalbe uzanan yollarda sadece nûr-i ilâhî ve feyz-i Rabbânî vardır. Bu bakımdan Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- da:
“Yolumuz sohbet yoludur!” buyurur ve sık sık sohbetin ehemmiyetinden bahsederdi.
Sohbetlerinde de bambaşka güzellik ve istifâdeler olurdu. Letâfet, halâvet ve feyz-i ilâhî bütün gönülleri kuşatır ve dinleyenleri âdetâ dünyâ iklîminden âhiret iklîmine taşıyarak mânevî reçeteler verirdi. Şimdi ondan bize kalan en büyük hâtıralarından biri de, sohbetlerinin hazzıdır. Şâir ne güzel söylemiş:
“Birgün ne vücûd mülkü, ne dâr, ne diyâr kalır,
Kalırsa gönüllerde ol sohbet-i yâr kalır!..”
O’nun sohbetlerinin özü, mahzâ istikâmetti. Şöyle ki:
“Rabbe, ancak kalb-i selîm ulaşır. İttikâ ehli, kalbini mâsivâdan koruma gayreti içinde olmalı ve Allâh’ın hiçbir mahlûkunu incitmemeli. Bu, seyr-i sülûkün birinci merhalesidir.
İkinci merhalede kalp, Rabbin muhabbeti ile dolup taşmalı. Güneşin şuâları karşısında bütün ışıkların hayâtiyetini kaybettiği gibi, mü’min gönüller de nûr-i ilâhî ile mâsivâyı, yâni Allah -celle celâluhû-’dan uzaklaştıran her türlü nefsânî arzuyu yok etmeli. Dâimâ Hakk’a teveccüh hâlinde, affetmenin kemâline ermek sûretiyle Allâh’ın hiçbir mahlûkâtından incinmemeli. Yâni muâhezeyi kendine, müsâmahayı başkalarına yöneltmeli.
Üçüncü safhada ise gâye, “…Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112) emr-i ilâhîsini yaşayabilmektir ki, bu da, her şeyde rızâ-yı ilâhîye göre istikâmetlenmektir.
Bir mü’min, gönül âleminde bu üç merhaledeki sıfatları hâiz duruma geldiği vakit, artık dâru’s-selâm’a, yâni cennet-i âlâ’ya Cenâb-ı Hakk’ın lutfu ile hak kazanmış demektir. Böyle kullar, Allah Teâlâ’nın dâvetine râdıyye ve merdıyye makâmında, yâni Allah kendisinden râzı, kendisi de Allah’tan râzı olarak icâbet edecek hâle gelmiş bahtiyarlardır.”
İşte, Mûsâ Efendi (k.s.) da hâli ve kâli ile, bu hakîkatleri aktarma gayretinde olan bahtiyarlar safındaydı.
O ne güzel kuldu! Her hâli, Yaratan’a kulluk ve sevgide vefâ ve sadâkat timsâliydi. Samîmiyet ve ihlâsın nûru sîmâsına aksederdi. Mübârek sîmâları, görenlere Allâh’ı hatırlatırdı.
O’nun rızâ-yı ilâhî yolundaki yüksek yaşayışının bize tâlim ettiği nice hususlar vardır ki, hulâsası şudur:
Bu dünyâda kâmil îman; bütün nefsânî lekelerden temizlenmiş bir aşk neşvesi ve yüce bir gâye ile gerçekleşir. Bunun için de cismânî zevklerden rûhânî hazlara, gel-geç fânî güzellik ve sevdâlardan mutlak ve ebedî güzelliğe doğru derin, sonsuz bir şevk içinde Rabbe yönelmek zarûreti vardır. Öyle ki bu uğurda dünyâ da, cân da yâre teslîm edilir. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Sehâvet ehli olan kimseye yakışan, fakîre, yoksula, kimsesize ihsandır. Fakat Hak âşıklarına yakışan ise, cânân yolunda fedâ-yı cândır…”
Bu makâma nâil olanlar:
“…İşte onlar, en ileri makâma ulaşan sıddîklardır. Şehîdlerin mükâfâtı da Rab’leri katındadır. Hepsinin ecirleri ve nûrları vardır…” (el-Hadîd, 19) şeklinde nice müjdelerle ilâhî sofralarda gıdâlanırlar.
***
O Allah dostundan bize kalan en kıymetli mîras, şu fânî dünyâyı zarîf, ince rûhlu, rakîk bir kalp ile yaşayabilmek, Rabbimizin lutfu ve yüz akı ile şu fânî, devre-mülk dünyâya elvedâ diyebilmek anlayışıdır!..
Onun son hâline tercüman da, Yûnus’un gönülden gönüle akarak dilden dile dolaşan şu mısralarıdır:
“Biz dünyâdan gider olduk,
Kalanlara selâm olsun!
Bizim için hayır duâ,
Kılanlara selâm olsun!..”
Hâsılı o büyük Allah dostu Mûsâ Efendinin bereketli hayatı, mânevî eğitimi, irşâdı, eserleri, örnek şahsiyeti, kısacası her hâli, bizler için vuslat iklimlerine açılan birer selâm kapısı gibidir. Dolayısıyla o güzel kulun; hizmetleri, ahlâkî husûsiyetleri ve vasiyetleri ile kendimizi istikâmetlendirebilirsek, Allâh’ın lutfu ile selâm kapısına nâil oluruz.
Dr. Âdem ERGÜL’ün bu gaye ile kaleme aldığı “Sâhibü’l-Vefâ Hâce Mûsâ Topbaş -kuddise sirruh-” kitabı, o Hak dostunun bahsettiğimiz güzellikleri etrafında kıymetli bir eser olmuştur. Eserde; o güzel kulun; nesebi, çocukluğu, gençliği, ticârî hayatı, mânevî eğitimi, husûsiyetleri, irşad hayatı, örnek şahsiyeti, vuslat ve vasiyeti itibârıyla geniş bir şekilde anlatılması, istifâdeye medâr olması bakımından takdîre şâyandır.
Bu mevzuda söyleyeceğim son söz, o tevâzû âbidesi büyük Allah dostunun vasiyetindeki şu hikmet, irşad ve mânâ dolu cümleleri tekrarlamaktır:
“Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür. Fakir de bu husûsu nasîbim derecesinde bildiğim hâlde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum halde, kendime çeki düzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu, şerefli hayatlarını okudum; nefsimde tatbik edemedim. Hatalarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretlerinin mağfiretini, bağışlamasını umarım; çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır…”
Cenâb-ı Hak’tan; kendisini ru’yet-i cemâlullâh ile mükâfatlandırması duâsı ile birlikte, mânevî evlâdlarına da onun gönüllere huzur ve rûhâniyet bahşeden ve kulaklarda hâlâ çınlamakta bulunan irşad ve îkazlarındaki tesirin devamını lutfetmesini niyâz ederiz.
Rahmetullâhi Aleyh!
Osman Nûri TOPBAŞ
İstanbul-2007
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-