Bir insan, Rabbin terbiyesine mazhar olacak kurbiyete (yakınlığa) erişince, onun güzelliğini, derinliğini, letâfetini, nezâket ve zarâfetini ifadeye dökmek imkânsız hale geliyor. Âzerbeycan Milli Şâiri Mehmed Aslan bunca edebî kudretine rağmen, bu gerçeği “Üstâz Mûsâ Efendinin sûret ve sîret güzelliğini vasfetmek için, ihtiyarımda olan söz ve âciz kalemimle baş başa kalınca, ne kadar güçsüz olduğumu büyük bir üzüntü ile izhâr ederim” sözleriyle dile getirir[1].
Allah Teâlâ’nın her kuluna nimet ve ikramları farklı farklıdır. Yüce Rabbimiz, Mûsâ Efendi Hazretlerinin fıtratına ilâhî bir ihsan olarak bediî zevklere ve güzelliklere karşı müstesnâ bir ilgi ve sevgi lutfetmişti. Gençliğinden itibaren onun bu ilgisi, giyinişinde, davranışlarındaki titizliğinde, yazısında, konuşmasında ve tabiatın güzelliklerine olan seyrinde ortaya çıkıyordu. Onun bu güzel fıtratı, İslâm ve Türk medeniyetinin Osmanlı’da zirveleşen edep, görgü ve nezâket anlayışı ile buluşunca bir kat daha zarifleşmişti. Zira onun çocukluk ve gençlik dönemlerinde, Osmanlı Cihan Devleti’nin bakiyesi diyebileceğimiz ehl-i irfan ecdâdımız, bu yüksek medeniyetin ahlâkını evde, sokakta ve çarşıda yaşıyor ve yaşatmaya çalışıyordu. Muhterem Üstâz onların edep ve nezâketlerini “Cemiyet Hayatımızda 60 Yıllık Edep Farkı” makalesinde uzun uzun anlatmışlardı[2]. Üstâzın nezâket ve zarâfetinin gelişmesinde içinde doğup büyüdüğü ailenin ehemmiyeti de pek büyüktü. Kendileri bundan tahdis-i nimet olarak zaman zaman bahsederlerdi. Elbette hayatlarının medeniyetler beşiği İstanbul’da geçmesini de burada ayrıca zikretmek gerekir. Nitekim “İstanbul Efendisi” tabiri, nezâket ve zarâfet ifadesi olark asırlarca kullanılagelmiştir.
Bütün bu güzelliklere güzellik katan bir başka iksir de, Mûsâ Efendinin kemal yaşı diye ifade edebileceğimiz, kırklı yaşlardan itibaren tanıştığı tasavvuf iklimi tarafından sunulmuştur. Nitekim büyükler: “Tasavvuf, edepten ibarettir” buyurmuşlardır. Tabir câizse Üstazda oluşan nezâket, edep ve zarâfete nihâî güzellik aşısı, Üstâzı Mahmud Sâmî -kuddise sirruh- tarafından yapılmıştır. O, bu aşıyla, nebevî ve Rabbânî boyaya hazır hale gelmiş ve nihâyette “Eddebenî Rabbî” (Beni Rabbim terbiye etti) sırrı kendilerinde tezâhür etmiştir. Bu öyle bir nasiptir ki, her kula müyesser olmaz. Hâli böyle olan birinin, nezâket ve zarâfetini bütün derinliği, inceliği ve genişliği ile ifade kalıplarına dökmek, en azından bizim için muhaldir. Bizim burada zikrettiklerimiz, “ârife bir işâret kâfidir” kabilinden bazı hatırlatmalar olacaktır.
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh- büyük veli İbrâhim Desûki Hazretlerini çok sever ve söylemek istediklerini zaman zaman onun sözlerini naklederek söylerlerdi. Desûkî Hazretlerinin şu sözünü, hem tasavvufî hâlleri sadece vasfetmek değil, aynı zamanda tatmak; hem de zevk-i selîm sahibi olmak anlamında sohbetlerinde konu edinirlerdi:
“Bir şeyi anlatmak, hiçtir. Anlamak icap eder. Hiç bir zaman için anlatan, anlattığı mânânın mârifetine eren, onun tam hâmili olduktan sonra konuşan gibi olamaz. Anlatmak istediğim makama, bazı müşâhede ehli olan kimseler de ermiş değildir. Şöyle ki, Hakk’ın yardımına nâil olup bir müşahede âlemine geçen bazı kimseler vardır. Ne var ki bunlara: «O erdiğin makamı vasfet», denilse yapamazlar, çünkü hakiki ve eksiksiz bir zevke sahib olamamışlardır.
Bütün bunları anlatmaktan kastım odur ki cümle evlâdım zevk ehli olalar… vasfeden, anlatan değil. Sonra ilimleri esas Rabbanî kaynaktan alalar, dillerden, satırlardan ve kâğıtlardan değil.
Tasavvufun dikkat edilecek tarafı odur ki, insan sıfat ve sîret bakımından ince ola… Yani ahlâken zarif ve kibar ola.. özünde; her gün birbirinden üstün tecelliye ere ve terakki kaydede… Bunlar da acele ile olmaz, yavaş yavaş… Yani tedrici bir şekilde”[3].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- daha önce de ifade ettiğimiz gibi her hususta Üstâzı Sâmî Efendi Hazretlerini ölçü almıştı. Söylemek istediklerini, çoğu zaman Sâmi Efendi Hazretlerini örnek gösterek söylerlerdi. Ondaki edep ve nezâkete hayrandı. Buyururlardı ki:
“Üstâz Hazretleri herkese karşı bilâ istisna nezâketle, beşüş bir çehre ve leyyin, tatlı bir lisan ile konuşurlar, katiyyen muhataplarını yalnız isimleri ile çağırmazlar, ismin ve soyadının sonuna bey, efendi yahut da güzel bir lakap takarlardı. Maalesef zamanımızda nezâket zümrüd-i anka hâline geldi. Herkes birbirine karşı hoyratca konuşuyor ve muamele ediyor, bunun ismine de samimiyet diyorlar. Kabalıkla samîmiyetin ne alâkası var? Hâlbuki samimiyetten nezâket doğar. Fıtraten hoş, nazik olanlar müstesna, ancak bazı altmış, yetmişini aşmış İstanbul efendi ve hanımlarında bu nezâket kaidesine uyanlara rastlayabiliyoruz. Hâlbuki hatırşinaslık, nezâketli olmak, İslâmiyetin ana rükûnlerinden biridir”[4].
Mûsâ Efendi, hayatı boyunca insanlara hitap ederken anlattığı bu nezâketi hiç terketmemiştir. Oğullarına ve torunlarına bile hitap ederlerken, isimlerinin başına ya da sonuna mutlaka bir nezâket ifadesi eklemişlerdir. Hâdimlerinden İbrahim Çelik Bey anlatıyor:
“Hizmette geçirdiğim 28 yıl boyunca -zaten kimseye vaki değildir ya- fakire adımla hitap etmemişlerdir. Hitap edilirse kızarlardı zaten. Çok istisnai durumlarda “Hacı İbrahim” derlerdi. Bu da sayılamayacak kadar azdır. Hep İbrahim Efendi, İbrahim Bey gibi ifadeler kullanırlardı. “Oğlum, evlâdım” kelimesini de fakire karşı hiç kullanmazlardı, diyebilirim. Bunun yerine, hep “Kardeşim, kardeşim” derlerdi”[5].
Kendileri bu nezâketi gösterdikleri gibi, yanında bulunanların da aynı tarzda hareket etmelerini beklerlerdi. Hatta göremediği zaman üzüntülerini dile getirir ve şöyle dert yanarlardı:
“Şimdi öyle ki, etrafımızda birisine hitap edilirken “efendi” veya “hanım” dedirtemiyoruz. Konuşmalar Ayşe, Fatma, Ali, Veli… Ne olur arkasına bir “bey” veya “hanım” ilâve edin. İmkânı yok. Kabalık, samimiyet telakki ediliyor. Evet lüzumundan fazla incelik de ifrattır. Tanzimat erkekleri ve kadınları gibi fuzûli iltifat da fazla”[6].
Bir çok kereler de ifade ettiğimiz gibi onun bu nezâket ve zarâfeti her şeyine yansımıştı. Giyinişinde, yemek yiyişinde, oturuş ve kalkışında, hediyelerinde, infaklarında ve daha bir çok davranışında onun letâfeti fark edilirdi. Kimsenin aklına gelmeyecek incelikler onda mevcuttu. Meselâ Sûdân asıllı ve Medine’de mücâvir bulunan Tayfur Efendinin anlattığı şu nezâket ve zarâfet tablosunu nasıl hayal edebilirsiniz?
“Biz uzun seneler önce Medine’ye hicret ettik. İhtiyaç içindeyiz. Elimizde günlük ihtiyacımızı karşılayacak kadar bile harçlığımız yok. O günlerde aile de rahatsız. Mûsâ Efendi bir vesileyle bizi buldu ve hastamızı tedavi ettirdiler. O günden sonra bizi sürekli gözettiler. Hele bir defasında beni şoke eden bir hâdise oldu. Harem’de oturuyoruz. Derken Mûsâ Efendi de yanımıza teşrif ettiler. Bir müddet sonra fakire bir mendil takdim ettiler. Mendili aldım ve fakat daha sonra baktığımda mendilin içerisine hayli büyük miktarda para koymuşlar. Ben böyle nezâketli ve haya ehli başka bir zat görmedim. Sükûtu sözünden çok idi; fakat sükûtu da söz idi”.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, bu zarâfet ve edep libası içinde, bulunduğu hemen her yerde ilk nazarda farkedilirdi. Kardeşleri Abidin Bey anlatıyor:
“Mûsâ abim, gerçekten Osmanlı beyefendisiydi. Gittiğimiz her yerde dikkat çekerdi. Meselâ Güney Afrika’da, Kenya’da müslümanların, hatta gayr-i müslimlerin ve hristiyanların bile dikkatini çekerdi. “Bu kimdir, söyleyin, bana dua etsin” diye yaklaşanlar çok olurdu. Bu gibi hâller uçakta, arabada ve hastane gibi yerlerde bir çok defalar müşahede edilmiştir. Bunu meselâ Özbekistan gezisinde de gördük. Şiddetli alkolik, kibrit çaksanız infilak edecek bir kadın “Bizim buralarda böyle yahşi insanlar gözükmez. Bu ne yahşi insandır” dedi ve kucaklamak istedi. Etkileyici ve beyefendi bir insandı. Güzel bir insan ve güzel bir müslümandı”[7].
Üstâzın sevgi ve takdirine mazhar olmuş Gazeteci-Yazar Ahmet Taşgetiren Bey, onun nezâketini, efendiliğini, zarâfetini, fotoğraflar eşliğinde şöyle tablolaştırır:
“Efendilik… bir başka anahtar kelime… Bakın şu su içen insanın bardakla temasındaki zarafete… Her yudumda “Elhamdülillah”ı unutmayan bir incelik görülmüyor mu? Bardağın Hakk’ını gözeten bir hassasiyet yok mu bu tutuşta? Suya bir izzet atfetme gayreti yok mu? Bu efendiliktir işte…Fatih Sultan Mehmet Han’ın gül koklayan resmini hatırlayın… Yunus’un “Gül Muhammed teridir” dediği Gül’ü koklayan Fatih’in el zarafeti ile, suyun azizliğinin farkında olan şu zarafet…
Bakın şu insanın giyim kuşamına… Şahsiyetine itinadır Efendilik… Allâh’ın verdiği nimeti üzerinde sergileme hassasiyetidir… Dökülen bir görüntü bulabilir misiniz şu fotoğrafın herhangi bir kenarında köşesinde… Bu, Efendiliğin görüntüsüdür.
Nasıl anlarsanız, öyle bir Efendiydi Mûsâ Efendi… İster bir tasavvuf büyüğü olarak alın, ister bir münevver olarak… “Osmanlı Efendisi” az bir tanımlama olur, o çünkü, bakracını çook çok derinlere daldıran yürek kıvamına ulaşmış bir Efendiydi. Aşırı bir söz, aşırı bir jest, mimik, öfke, feveranın olmadığı bir dünya… Udvanı (düşmanlığı) ancak zalimlere olan bir sakin yürek… Efendilik tüm bunları ihtiva etmiyor mu?”[8]
Muhterem Üstâz yazılarında edep, nezâket ve zarâfete büyük yer ayırırdı. Hatta bir makalesine Şevket Rado’nun “İstanbul Efendisi’ni Gören Var mı?” başlıklı yazısını aynen almışlardı[9]. Bu yazıda İstanbul Efendisi’nin edep ve nezâketini uzun uzun anlatan müellif, makalesinin sonunu şöyle bitiriyordu:
“İstanbul Efendisi’nin övülmeye değer daha nice meziyetleri vardı ki, onları saymaya kalksak, sahifeleri doldurmak işten bile değildir. Onun için sözü burada kesiyor, bu saydığımız meziyetleri şahsında toplayan, fakat çoktan beri izine rastlayamadığımız İstanbul Efendisi’ni görenler varsa, nerede olduğunu, insâniyet ve nezâket namına İstanbul Belediye Başkanı’na bildirmelerini ricâ ederim”[10].
Şevket Rado, Muhterem Üstâzla karşılaşmış olsaydı, her halde “İşte İstanbul Efendisi bu zâttır” diyerek, hemen gizlice bir fotoğrafını çeker ve sözünü ettiği ricayı, kendisi yerine getirebilirdi.
[1]. Mehmed Aslan, Bir Sultan Yaşardı Sultantepe’de, sh. 85.
[2]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 7-20.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 111.
[4]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 70.
[5]. İbrahim Çelik Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 11, Temmuz 2000.
[6]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 86.
[7]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 24, Temmuz 2001.
[8]. Ahmet Taşgetiren, “Fotoğraflar”, Altınoluk Dergisi, sayı: 197, sh. 4-5, Temmuz 2002.
[9]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 13-16.
[10]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 16.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-