Altınoluk Dergisi | 13. SAYI | 1987 Mart
ÜSTAZ hazretlerinin sehavetleri, lisana gelmez, kalem ile tarif edilemezdi. Bizim yazabildiğimiz deryadan katre mesabesinde bile değildir.
Geçimlerinin en dar olduğu bir zamanda idi. Adana’da hizmet gördükleri, muhasebeceliğini yaptıkları müessese sahibi, aylık istihkak bedelini bir zarf içinde kendilerine takdim etmişlerdi. Bu sırada bir fakir gelip Allah rızası için sadaka istediklerinde, mazisi temiz, hali temiz, istikbali temiz olan bu yüksek ruhlu zatın o zarfı olduğu gibi saile verdiğini aynı şahıs hayretler içinde görüyor..
Gerek hac yolculukları, gerek diğer zamanlarda bir fakir, kendilerinden aynı gün içinde üç beş kere yardım istediklerinde kat’iyyen geri çevirmezler, güler yüz ile ihtiyaçlarını ziyadesiyle verirlerdi.
Hatta bir gün yolculuk esnasında Ürgüp’de bir kişi otomobillerini çevirerek sigara parası istemişti. Bazı yol arkadaşlarının muhalefetine rağmen “mademki istiyor, vermek lazım” demişler, isteyenin dileğini yerine getirmişlerdi. Buna memnun olan fakir, niyetini değiştirip “şimdi gidip bununla ekmek alacağım” diyerek sevinçle oradan uzaklaşmıştı.
Maddi yardımda bulundukları bir fakirin bu paralarla lüks lokantalarda pahalı yemekler yediği şikayetinde bulunulmuştu. Buna da cevaben buyurmuşlardı ki:
-“Demek ki masrafı ziyade, leziz yemekler yemeğe alışmış, az vermek olmaz, verdiğimizi çoğaltmalıyız” diyerek verilen miktarı ziyadeleştirmişti.
Vermek, vermek gene vermek… Kendilerine hediye edilen en kıymetli halı, seccade, tesbih, kalem, kumaş ve emsali en nadide paha biçilmez eşyayı günü gününe ehlini bulup vermek en büyük zevklerinden birini teşkil ederdi. Hülasa güneş gibi, ummanlar gibi, sehavet ve merhamet merkezi idi. Bir kişi kendilerine müracaat etsin de, eli boş dönsün imkansızdı. Ceblerinden ellerine geçen meblağ ne kadar büyük miktarda olursa olsun, tereddüt etmeden verirlerdi. Sanki Hak celle ve ala hazretleri gizli hazinesinin anahtarlarını kendisine teslim etmişti. Simya ilmine de ma’nen vukufiyetleri vardı. Fakat kendileri buna zerre kadar itibar etmezlerdi. Bunu en yakınları dahi bilmezlerdi.
Devlethanelerinde çok miktarda çeşitli yemekler pişer, kendileri azında azı, gayet az yerler, büyük kısım misafirlere ikram edilir, bakıyyesi de komşu evlerine gönderilirdi.
DAİMA SADAKA VERMEYİ TAVSİYE EDERLERDİ:
Muhterem Üstaz, herhangi bir kederin izalesi için kendilerinden dua isteyenlere, sadaka vermeleri tavsiyesinde bulunur, şüphesiz ayrıca kendileri de dua ederlerdi.
Sadaka’nın adabı: Büyük miktar meblağın (herkesin mali vaziyetine göre) bir zarf içine konularak, mümkün olduğu kadar tenha bir yerde, verecek şahsın verilen kimsenin yanına gidip, “lütfen şu emaneti kabul buyurunuz” diye büyük bir alçak gönüllülük, nezaket ve güler yüzlülükle muhatabına tevdi etmelidir. Veren, verilenden daha ziyade minnettar olmalıdır. Zira fukara ve zuafanın bulunması sadaka sahibi için büyük bir nimettir.
Sadakayı da mümkün olduğu kadar ehline, hakiki ihtiyaç sahiplerini arayıp vermek gerektir. Sokakta dilenmeği meslek edinenlere hiç vermemektense az bir miktar ile geçiştirmek daha evladır. Yani hiç vermemeğe vermeği tercih etmelidir. Tamamen terk edilirse nefis bundan haz alır ve insanı cimriliğe meylettirir.
İnsanoğlu hakiki iktisat yollarını benimser, nefsinde tatbik ederse hem maddi darlığa düşmez, hem de sadaka verme durumunu kazanır. İsraf nice zengin ve fakir evlerini istila etmiştir. Halbuki Kur’an-ı Mübin’in müteaddid ayetlerinde “Allah müsrifleri sevmez” buna mukabil “Muhsinleri sever” buyrulmaktadır. Bir kulu Halik zü’l-celal hazretlerinin sevmesi en büyük beşaret, sevmemesi ise ne büyük hüsrandır.
Evvelce en dar gelirliler bile, paralarını ölçülü sarf ettikleri için sadaka verirler, bunu İslâmi ve insani bir vazife bilirlerdi. Yaptıkları bu yardımların gölgesinde huzurlu bir hayat sürerlerdi. Hülasa israf birçok aile yuvalarını yıkmıştır ve yıkmaktadır.
Muhterem Üstaz hazretleri, birçok yolculuklarında, otomobil ile seyahatleri esnasında bir fakir gördüklerinde “durunuz” buyururlardı. Firen tesirini gösterinceye kadar bazen yüz yüz elli metre uzaklaşılmış olurdu. Arabanın geri geri alınmasına da razı olmazlar, arabadan inerler, o mesafeyi yürürler ve büyük bir şevk içinde ellerinde hazır bulundurdukları parayı ihtiyaç sahibine güler bir yüzle verirler ve büyük bir sürur içinde arabaya dönerlerdi. Bu gibi hareketlerin günde bir kaç kere tekerrür ettiği olurdu. Şevk ve şetaretle yapılan kulluk vazifesi ne kadar büyük ve şereflidir.
Muhterem Üstazın, muhterem üstazları bu pek kıymetli evladı için Cenab-ı Hak ve Tekaddes hazretlerine şöyle niyazda bulunmuştur.
“Cenab-ı Hak ve Kadir-i Mutlak celle celalüh hazretlerinden istirham ederim; Şeriat-ı mutahhara ve tarikat-ı münevvere’nin icray-ı ahkamında şevk ve şetaretini bir kat daha tezyid ve ol veçhile bir takım rical-i muvahhidini kal ve halinden müstefid buyursun… amin…”
Halik Teâlâ ve tekaddes hazretleri Kur’an-ı mübinde buyuruyorlar:
-“Siz sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe asla iyiliğe ermiş olmazsınız. Allah yolunda her ne harcarsanız, şüphesiz Allah onu bilir” Al-i îmran 92
Bir hadis-i şerifte buyrulmuştur:
-“Muhakkak ki kişi yetmiş şeytanın sakalını koparmadıkça sadaka vermeğe muktedir olamaz”
Yine Resûlullah sallalahu aleyhi ve sellem buyuruyor: Aişe Siddıka-radıyallahu anhadan –“Cömertlik öyle bir ağaçtır ki, kökü cennettedir. Dalları da dünyaya yayılmıştır. Kim ki o ağacın bir dalına tutunursa bu dal onu cennete götürür…
Cimrilikte öyle bir ağaçtır ki, kökü cehennemdedir, dalları da dünyaya yayılmıştır. Kim ki Onun dallarından birine tutunursa bu dal onu cehenneme sürükler…”
Allah Teâlâ hazretleri buyuruyor:
-“Şeytan sizi fakir düşersiniz diye korkutur. Size cimri olmanızı söyler. Allah ise nafaka hususunda size bir mağfiret ve bolluk va’deder. Allah ihsanı geniş olan ve her şeyi hakkıyla bilicidir.” Bakara: 268
Halık Teâlâ Hazretleri;
-“Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından üstün tutarlar. Kim ki, canının mala olan hırsından ve cimriliğinden korunursa işte muratlarına erenler onların ta kendileridir.” Haşr: 9
Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor:
Ey iman edenler:
Kazancınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan verin. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmadığınız pek adi ve bayağı şeyleri vermeğe kalkışmayın. Şurasını iyice bilin ki, Allah her şeyden müstağnidir. Asıl hamde layık olan O’dur.”
Fahri Kainat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyorlar:
-Mal, mülk, servet toplayanlar mahvoldu. Ancak bu mal, mülk ve servetini şöyle yapanlar (mal, mülk ve servetinin zekat ve sadakasını verenler, onu müslümanların ve mahlukatın hayrı uğrunda sarf edenler) mahvolmadı.”
Fahr-i kainat efendimiz buyuruyorlar:
-Sadakanın en faziletlisi, faideli ilim öğrenip, onu başkalarına öğretmektir. Fahr-i kainat efendimiz buyurur:
-“Cenab-ı Hak kerimdir, kerem sahiplerini ve ali cenab kimseleri de sever.” Gene buyuruyorlar:
-“Cennet cömertlerin hanesidir.”
Gene buyuruyorlar:
-“Seha, (cömertlik) Allah’ın azim sıfatlarındandır.”
Gene buyuruyorlar:
-“Cud ve seha ile sıfatlanınız ki, Cenab-ı Allah hakkınızda cömertlikle muamele etsin..”
Muhterem Üstaz hazretlerinin sehavete ait anlattıkları menakıb, pek çoktur. Biz yalnız hatırımızda kalan iki tanesinden bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Hak celle ve tekaddes hazretleri vahy yoluyla İsa aleyhisselama buyuruyor: “Filan kuluma git, yarı ömrüne zenginlik verdim, yarı ömrüne de fakirlik. Hangisini evvele alırsa, ona göre imrar-ı hayat eder.” İsa aleyhisselam vaziyyeti tebliğ edince, adamcağız cevaben “ben ailemle bu hususu istiare edeyim de, ondan sonra cevab vereyim” diyor, Evine geliyor, arife olan hanımına diyor ki:
-“Hanım şöyle bir teklifle karşılaştım, bana kalırsa evvel fakirliği isteyelim sonra da zenginliği, çünkü ahir ömrümüzde fakirlik zor olur.
Ma’neviyatı kuvvetli olan ailesi ise diyor ki:
-Hayır, evvela zenginliği isteyeceğiz, şu şartla ki, yediğimizden yedireceğiz, giydiğimizden giydireceğiz.
Netice zenginliği istiyorlar, uzun bir ömür yaşamalarına rağmen -yediklerinden yedirdikleri, giydiklerinden giydirdikleri için- zenginliklerinin zevali olmuyor, refah ve huzur içinde ahirete intikal ediyorlar.
Kıtlık bir zamanda hasisliği ile meşhur olan bir adam varmış. Ailesine ve kızına kimseye kati surette yiyecek vermemelerini tenbih ediyor. Bir gün evinden çıkıyor. Dönüşünde bir fakirin elinde bir çörek görüyor ve hemen soruyor: Sana bu çöreği kim verdi? O da “Şu evin kızı verdi” cevabını verince herif büyük bir öfke ile geliyor, masum kızcağızın sağ elini bileğine kadar kesiyor.
Hayli zaman sonra, kızcağız gayet hesna (güzel) imiş, hayli varlıklı aileler kendisine talib oluyorlar. Netice zengin bir gençle evleniyorlar. Bu sırada kızın babası da yokluk ve fakirlik içinde ölüyor. Ertesi sabah, sabah kahvaltısında kızcağız mecburen yemeğini sol eliyle yiyor. Bu hali gören kocası sağ eliyle yemesini tenbih ediyorsa da mecburen kızcağız sol eliyle yemeğe devam ediyor. Kocası “zaten fakirler görgüsüz olur” diye hakarette bulununca, kızcağıza hitaben hatiften bir ses geliyor: “uzat sağ elini..” kızcağız sağ elini uzatınca, kesilmiş olan elinin noksansız hale geldiğini görüyor ve yemeklerini sağ eliyle yemeğe başlıyor.
Rabbımız zülcelal velkemal hazretlerinin kulları üzerindeki merhametini teemmül edelim.
Resûl-i Ekrem – sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz buyuruyorlar:
-“Acıyanlara rahman olan Allah merhamet eder. Yeryüzünde olanlara acıyınız ki, gökyüzünde olanlar da size merhamet etsinler.”
SÜKÛTİLİĞİ ve SOHBETLERİ
Zaruret olmaz ise saatlerce konuşmadığı olurdu. Bu sessizlik hallerinde daimi olarak zikir ve murakaba ile meşgul olurlardı. Allahu a’lem bu dalışları, Ebubekr Siddîk, ashab-ı güzin ve kibar-ı ehlullah hazeratının tefekkürlerinden idi. Zira yanlarında bulunanlar huzurlarında aynı hali yaşarlar, ayrılınca da devam ettiremezlerdi.
Bilhassa taht-ı terbiyesinde bulundurdukları kimselerin yerli yersiz konuşmalarını hiç istemezlerdi.
Hadimlerinden birisi der ki:
-İntisabımın ilk günlerinde Üstaz’a sık sık sualler sormak suretiyle bazı noksanlıklarımı öğrenmek ve bu suretle telafi etmek niyetinde idim. Fakirin bu halini beğenmiyen muhterem üstaz hazretlerinin kaşları çatıldı, sima-i alilerinde büyük bir neş’esizlik zuhur etti. Böyle ma’nasız suallerin bir salik için yersiz olduğunu ima ettiler. Hatamı anladım, bundan sonra böylece sualler sormaktan ise edebi muhafaza etmenin lüzumunu anladım. Cenab-ı Hakk’ın lütfu olarak huzurlannda uzun seneler kaldı isem de en zaruri sözler hariç, bu müddet zarfında kendilerinden bir sual sormak cür’etini bulamadım..
Takriben 20-22 sene geçmişti. Birgün cesarete gelip;
-Efendim, hayli zamandan beri huzurunuzda bulunmaktayım. Buna rağmen herhangi bir şey sormağa cesaret edemedim. Halbuki birçok kimseler sizinle hayli görüşmeler yapıyorlar ve fazlası ile istifade ediyorlar. Acaba fakirin hali ne ola ki? dedim. Cevaben buyurdular:
-“Teslim ehli için sorgu ve suale lüzum yoktur .Bu,Gavsu’l-azamAbdülkadir Geylani hazretlerinin sözleridir”
Hicaz ve Anadolu yolculuklarında , günler ve haftalar geçerdi de, fem-i seadetlerinden, ancak en zaruri söylenmesi icab eden sekiz on kelime çıkardı. Sohbetlerdeki kalb ve gönül bahisleri müstesna… O zaman icab ederse büyük bir şevkle saatlerce konuşurlar, kendilerinde en ufak bir yorgunluk hissetmezlerdi. Sözlerinde ne fazlalık ne de noksanlık görülürdü.
Sükut ve edeb ehlini çok severler, yanlarına oturturlar, iltifat ederlerdi. Onların terbiyelerine çok ihtimam gösterirler ve kendileri gibi değerli vasıflarla zinetlenmelerini arzu ederler, bu hususun tahakkuku için Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerine niyazda bulunurlardı.
Medine-i Münevverede, pek sevdikleri Mevlana Ziyaeddin Kadiri hazretlerinin ziyaretlerine giderler ve bu kaibî mülakat yarım saat kadar sürerdi. Bu müddet zarfında, bir, girişte “es-selamü aleyküm” bir de ayrılırken “es-selamü aleyküm” denirdi. Hepsi bu kadar…
Az konuşmak hakkındaki Hace-i Kainat Efendimiz hazretlerinin, ashab-ı kiram hazeratının, meşayih-i zev’il-ihtiram hazeratının sözlerinden ancak bazılarını aşağıda derc ediyoruz.
Eşref-i mahlukat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efedimiz buyuruyorlar:
- Cenab-ı Hakk’ın ziyade sevdiği amel, lisanı malayaniden ve menahiden (yasaklardan) muhafaza etmektir.
- Sadakanın efdali, haram olan sözlerden lisanı muhafaza etmektir.
- Sükut, güzel ahlakın başıdır, seyyididir.
- Malayaniden sükut eden, dünya ve ahiret tehlikelerinden kurtuldu.
- Lüzumsuz şeylerden sükut, ibadetlerin başıdır.
- Sükutu tefekkür, bakışı ibret ve defterinde çok istiğfar bulunan kimse iflah oldu.
- Bir kimseye dünyada, zühd ve az konuşma verildiğini gördüğünüzde ona yakın olunuz. Zira o kimse hikmete ulaşmıştır.
- Sükut hikmettir ve yapanı da azdır. Malayani şeylerde çok konuşanın hatası da çok olur.
- İnsanoğlunun hatalarının çoğu dilindendir.
- Kıyamet gününde günahı en çok olan kimse, ma’nasız sözü çok olandır.
Yine kainatın efendisi – sallallahu aleyhi ve sellem- buyuruyor:
Fuzuli, lüzumsuz sözlerden kaçınmak kişinin ahlakının güzel oluşundandır.
Diline hakim olan, evi kendisine geniş gelen ve kusurlarına gözyaşı döken kimseye ne mutlu.
Akıllı insana yaraşan, geçim hususlarının, ahireti ilgilendiren hallerin ve ailevi mes’elelerin dışında konuşmamaktır.
Muaz ibni Cebel – radıyallahu anh-dan:
Ya Rasûlallah! Bana nasihat et… Rasûl-i Ekrem Efendimiz dilini işaret ederek buyurdular:
Diline sahip ol.. Muaz -radıyallahu anh- yine tekrarladı.
Ya Rasûlallah! Bana nasihat et! Peygamber Efendimiz:
Anan seni kaybetsin Ya Muaz!. İnsanların yüzüstü cehenneme düşmelerine sebep, dillerinden başkası değildir.
İsa aleyhisselamın şöyle dediği rivayet edilir:
Allahın zikri dışında çok konuşmayınız ki, kalbiniz kararmasın.
Sahabeden birisi der ki:
-Kalbinde kasavet, bedeninde bir gevşeklik, rızkında bir kıtlık, görürsen bil ki sen mutlaka lüzumsuz fuzuli şeyler konuşmuşsundur.
Fudayl bin iyad-kuddise sırruh- buyurur:
Bizzat halinden bahsedenin sözü az olur. (Sözü amelinden sayan az konuşur) Zira böyle birisi sadece kendine faideli olan şeyleri söyler.. Ulu ve Yüce Allah’tan korkanın dili Lal olur.
Hasan Basri -kuddise sırruh-
Gönül ehli olanlar, sürekli susmayı itiyat edenlerdir. Gönülleri dile gelip, söz Lisana sirayet etmedikçe konuşmazlar,
Zünnun Mısri’ye
Kendini en ziyade koruyan kimdir? dediklerinde
Dilini muhafaza eden demiştir.
Süleyman Darani-kuddise sırruh-
Marifet sözden çok sükuta yakındır.
Ebu Osman Nuri -kuddise sırruh-
Bu yolda esas aldığımız şey, sükut edip Allah Teâlânın ilmi ile iktifa etmektir.
Ebu Hazim Mekki – kuddise sırruh-derki:
İnsan ayağının bastığı yerden çok diline dikkat etmeli.
Büyüklerden biri de demiş ki:
Söz gümüş ise sükut altındır. Hayırlı söz keramettir, sükut ise selamettir. Konuşma insanın terazisidir. Fazlası ziyandır, azı vakardır. Az konuşan kınanmaz, üstelik itibarı çok olur. Dilini tutan bütün kötülüklerden kurtulur.
Süka oğlu Muhammed -kuddise sırruh-
Ey kardeşimin oğlu! Sizden önceki müslümanlar, fuzuli sözden hoşlanmazlardı. Allah’ın kitabı Kur’an okumanın, iyiliği emredip, kötülüğü sakındırmanın, mutlaka günlük, zaruri olan konuşmaların haricinde her sözü lüzumsuz ve fuzuli addederlerdi.
Lokman Hekim şöyle der:
Sükut gerçekten bir hikmet imiş. Yazık ki onun yapanı azdır.
Ehl-i hikmetten biri şunları söyler:
Sükutta yedi bin hayır vardır. Bu yedi bin hayrın tamamı yedi cümle ile ifade edilmiştir. Her cümlede bin hayır vardır.
l.cümle: Sükut, zahmetsiz meşakkatsiz bir ibadettir.
2.cümle: Sükut, mücevhersiz bir ziynettir.
3.cümle: Sükut, kuvvetsiz, kudretsiz, hakimiyetsiz bir heybettir.
4.cümle: Sükut, sursuz bir kafadır.
5.cümle: Sükut, hiç kimseden özür dilemeğe muhtaç olmamaktır.
6.cümle: Sükut, kiramen katibin meleklerinin rahatıdır.
7.cümle: Sükut, kusurlarla ayıpların birer örtüsüdür. Denir ki:
Sükut alimin süsü, cahilin örtüsüdür. Yunus Emre hazretlerinin şu sözleri de meşhurdur.
Az söz erin yüküdür, Çok söz hayvanın yüküdür
Bilene bu söz yeter, Sende gevher var ise…