Muhammed Bahâuddin Nakşibend -kuddise sirruh- asırlar öncesinden “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyurmak suretiyle, bu manevî yolun en temel esasını ortaya koymuşlardı. 20. yüzyılın son çeyreğinde, bu ulvî yolu en güzel şekilde temsil edenlerden biri olan Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- da, yolun bu hususiyetini en güzel şekilde korumuş ve icra etmişlerdi.
O, irşad hayatının merkezine sohbeti yerleştirmişti. Öyle ki, ailesinden üç kişi bir araya gelse bile fuzûlî konuşulmasına müsaade etmezler ve: “Bir sohbeti hak ettik!” buyururarak sohbet yaparlardı. Hatta hastanede kaldıkları bir gecenin seherinde, refakatçileriyle yaptıkları sohbet, unutulmaz hatıralardan biri olarak hafızalarda yer etmiştir.
Muhterem Üstâz, sohbeti nebevî bir sünnet ve yetişme ocağı olarak görürdü. Bu itibarla, sohbetlere ibâdet vecdiyle iştirak edilmesi gerektiğini hatırlatırdı. Onun gözünde sohbet, sıradan bir toplantı değil, ulvî ve manevî bir meclisti. Buyururlardı ki:
“Allah Rasûlü -sallallahü aleyhi ve sellem- Hazretleri, ashab-ı kiram hezaratını Mescid-i Nebevi’de, “suffe” denen mahalde sohbetleriyle tekâmül ettirmişlerdir. Muhammed Bahauddin Nakşibend ve emsâli pirân hazeratı, sohbete çok ehemmiyet vermişler, büyük velîler bu manevî dershanelerde yetişmişlerdir. Sohbetlerde çok sır var. Hem rûhânî bakımdan hem de zâhirî bilgi bakımından. Sohbete devam eden kimse, kendisi bile farkına varmadan, mânen, rûhen terakki ettiği gibi, bir çok, tarihî, içtimâî, fikrî, coğrafî daha bir çok dînî ve dünyevî bilgiler elde etmiş olur. Bu sohbetlerde kalem-kağıt kullanılmaz amma, bu ulvî kelâmlar Cenâb-ı Hakk’ın izni ile hafızada kalır.
Sohbet, ivazsız-garazsız, dünyevî bir menfeate müstenid olmayıp sırf Allah rızâsı için yapılırsa, melekler ve ruhâniyet de o toplantıya iştirak ederler. Bu sohbetler, mü’minler arasındaki ülfet, samimiyet, sevgi ve muhabbeti kuvvetlendirir. Sohbetlere gelemeyenler, ne kadar derslerini de yapsalar, karşılıklı muhabbet olmuyor. Sâlikler gece evrâdlarına devam etmekle beraber, sohbetlerini de ihmâl etmemelidirler. Sohbet, diğer yapılan zikir ve evradın mütemmimidir, denilmektedir. Yani diğer ibâdetlerin tamamlayıcısı manasınadır. Herhangi bir kimse, evrâdını muntazam yapmak şartıyla, ihlâs üzere mânevî sohbetlere devam ettiğinde, kalbinde dünya hatta ukba sevgisi bile kalmaz, tek Mevlâ sevgisi yer alır. Mevlâyı seven, dürüst, istikâmet ehli olur, dînî ve dünyevî vecîbelerini yerine getirir. Zira sohbetlerde, dünya kiri ve muhabbeti gönülden çıkar. Onun yerini Allah ve peygamber sevgisi doldurur. Orada bulunan kimseler, geldiğinde ne kadar yorgun ve neşesiz olsalar da, meclisten ayrıldıklarında ne yorgunlukları, ne de neşesizlikleri kalır. Çünkü gönlünden dünya kederi ve yorgunluğu çıkmış, yerine Allah ve peygamber sevgisi yerleşmiştir. Dinçtir, huzurludur. Bir kalbe Mevlâ muhabbeti girdi mi, her şey tamamdır, elhamdülillah”[1].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, bir sohbetin “sohbet” sayılabilmesi için, orada belli ölçülere ve edeplere uyulması gerektiğini, aksi halde umulan feyz ve berekete ulaşılamayacağını ısrarla beyan ederler ve buyururlardı ki:
“Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yapılan sohbetlerde, fuzûli sözler edilmez. Çünkü bu, feyz-i ilâhinin nüzul ettiği manevî sofralardır. Bu sofraya giriş edep ile, çıkış da edep ile olursa istifâde edilmiş olunur. Dünya kelâmına yer verilmez. Ayet-i kerime, ehâdis-i şerife ve ashâb-ı kiram ve evliyâullahın menâkıbları, güzel hâlleri ve nasihâtları okunur. Mecliste kıraati düzgün bir kimse mevcut ise onun aşr-ı şerif okumasıyla başlanır.
Bu sohbetleri dinleyen, can kulağı ile yani her türlü karanlıktan kendini muhafaza ederek dinlerse, hem hal, hem kâl sahibi olmuş olur. Yazıp çizmeden, kalem mürekkep kullanmadan âlim olur. Çünkü diğeri kitab ve defterde kalır. Bu ise dimağda, hafızada kalır. Bu sohbetler sonunda dinleyen bilgi sahibi olur. Fakat âlim olduğunu kendisi de bilmez ve böyle bir iddiada bulunmaz.
Sohbetlere saatinde başlayıp, yine vaktinde bitirmek gerekir. Lüzumundan fazla uzatmak muvafık değildir. Sohbete gelenler “es-Selâmü aleyküm” dedikten sonra hiç konuşmamalıdırlar. «Efendim kızın nasıl, işin nasıl?» gibi dünyevi mevzuların hiçbirisi mevzu bahis edilmeyecek. Kaç kişi varsa huşû içinde sohbeti bekleyecekler. Sohbete vaktinde gelmek lâzımdır. Vaktinde gelemeyene kapı açılmaz. Böyle nizama girmek gerekir ki, mânen terakkî edelim. Buna îtinâ etmeyen, âdet yerini bulsun diye gelir gider ama terakki edemez.
Sohbetten sonra, sohbetin verdiği o hâlle yine hiç dünya kelâmı konuşmadan, hatta hal-hatır dahi sormadan “es-Selâmü aleyküm” denir ve herkes işine gider. Sohbetlerden aldığımız hâli, öbür sohbete kadar muhafaza eder ve terakki ettirirsek istifâde etmiş oluruz. Sohbetlerden istifâde etmek istiyorsak, mutlaka bu âdaba riayet edeceğiz. Çok kimseler bu hususa dikkat edemezler. Aldıkları feyz ve huzuru hemen kaybederler. Yani elleri boş dönmüş olurlar.
Âdâbının gereği yerine getirilen sohbetlerin tadı, zevki tarif edilemez. Çünkü orada bulunanlar, huzur içine dalarlar. Bilhassa sohbet eden selâhiyetli bir kimse olursa. Onun tasarrufu ile dinleyenler arasında birbirlerine karşı sevgi, saygı, samimiyet, hülâsa her türlü tecelliler zuhur eder. Âdaba ne kadar riayet edilirse, Cenâb-ı Hak feyzini o kadar çoğaltır elhamdülillah. Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri cümlemizi ince görüş ve feraset sahibi kullarından eylesin! Âmin”[2].
Muhterem Üstâz, sevenleri ile yaptıkları sohbetlerden büyük bir manevî haz duyardı. Sevenleri de hiç şüphesiz büyük bir tazim ve hasretle kendilerini beklerlerdi. Hatta Erzurum, Van gibi çok uzak yerlerden, İstanbul’a büyük bir aşkla, bir saatlik sohbetinde bulunmak için gelen kardeşler olurdu. Üstâz Hazretleri böyle muhabbetli kardeşleri görünce, sohbette bir başka vecd ve heyecan hâli zuhur ederdi. Yaşlı gözlerle onun nur cemâline kilitlenmiş kardeşlerdeki hal, sohbette bulunan diğer zevata da sirâyet edince, oluşan mânevî iklim herkesi âdetâ kendinden geçirirdi. Çoğu zaman muayyen kitaplardan ya da Altınoluk dergisinden okunan sohbetler, böyle hâllerde, bazen derin bir sukûta, bazen de Üstâzın tatlı sesiyle irticali bir konuşmaya dönüşürdü. Mübârek lisanlarından dökülen her bir kelime, dinleyenlerin gönül toprağına bir rahmet damlası gibi damla damla düşerdi. O sohbetlerin zevki anlatılarak değil, belki ancak tadılarak hissedilebilirdi.
Sohbetlerde, Üstâzı Mahmûd Sâmi Hazretlerinin kitapları başta olmak üzere, Abdülkadir Geylânî, Ahmed er-Rifâî, İbrâhim ed-Düsûkî gibi büyük Allah dostlarının eserlerinden, yanındaki bir kardeşe okuturlar, kendileri de huzurla dinleyerek, kardeşlere ara ara nazar ederlerdi. Zaman zaman irticali sohbet yaptıkları da olurdu.
Sohbetin mekânı, müsait olan her yer olabilirdi. Bazen kendi devlethânelerinin bahçesinde bulunan mutevâzı çardak, bazen bir kardeşin evi ya da bahçesi, bazen bir fabrikanın uygun bir salonu, bazen bir mescid ya da cami, bazen yeşillik bir piknik alanı, bazen de bir hastane odası. Sohbetin zamanı da muhtelif saatler olabilirdi. İstekli iki üç kişi varsa, sohbet kendiliğinden oluşuverirdi.
Sohbetin aslı, beraberliktir. Allah için iki yürek bir araya geldiği anda, esasen sohbet hâli tahakkuk etmiş olur. Bir şeyler okumak ya da konuşmak, sohbetin olmazsa olmaz bir şartı değildir. Öyle anlar olurdu ki, Üstâz derin bir sükût hâline bürünür ve muhataplar da başları önde aynı şekilde sükûta gömülürlerdi. Bir müddet devam eden bu beraberlik hâlinden herkes hiç şüphesiz nasibini alırdı. Öyle alırdı ki, konuşulsa belki o kadar istifâde olmayacaktır. Bunun için büyükler buyururlar ki, “Bizim sükûtumuzdan istifade edemeyen, sözümüzden de bir şey anlamaz”.
Sohbete, zengin-fakir, tahsilli-tahsilsiz, büyük-küçük hemen her seviyede insan katılır ve herkes, niyet, nasip ve istidâdına göre hiç şüphesiz istifâde ederek ayrılırdı. Sohbetten çıkan herkeste bir neşe ve ümit hissedilirdi. Sohbetin tadını alan bu huzurlu gönüller, yeni bir sohbetin özlemi içinde memleketlerine ya da evlerine dönerlerdi. Zira büyük bir edep, tevazu ve tazimle sohbet meclisine girenlerin, büyük bir huzur ve feyzle döneceklerinde şüphe yoktur.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, sohbet vekâleti verilecek kişide dirâyet, güzel ahlak ve manevî terakki arardı. Birisinin zâhirî bilgisi fazla diye hemen ilk günden ona sohbet vazifesi verilmesini doğru bulmazdı. Zira sohbette istifâde, satırdan ziyade, sadırdan sadıra yani gönülden gönüle bir alışverişin neticesiydi. Gönüller sohbette okunan ya da söylenenden ziyade, oraya inen ilâhî rahmet, feyz ve sekînetten beslenirlerlerdi. Bu inceliğe dikkat edilmeyecek olursa, sohbetin söneceğine ve dağılacağına işâret ederlerdi.
[1]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 94-95; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 46-47; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh.76; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 64.
[2]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 35-36, 46-48.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-