Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-, aile ve akraba ilişkilerinde bir ibâdet hassasiyeti gösterirdi. Onun kulluktan anladığı, hayatın tüm alanlarının Allah ve Rasûlünün istediği şekilde tanzim edilmesiydi. Sadece ibâdet ve haram-helal titizliğinden ibaret değildi. “Her an Allâh’ı görüyormuşçasına ya da sürekli O’nun tarafından izleniyormuşçasına bir kulluk”un ifadesi olan “İhsan” duygusu, onda zikr-i dâimî hâlinde canlı bir şekilde yaşanıyordu. İnsanlarla konuşurken, bir gülü koklarken, bir çocuğu severken, bir bardakla su içerken, hep bu duygu içinde yaşadığı hissedilirdi.
Mûsâ Efendi, aile huzurunu, âdetâ kulluk huzurunun bir gereği saymıştı. Erkek ve kadının birbirlerine olan vazife ve haklarını severek yerine getirmelerinin, onlara daha dünyada iken cennet hayatı yaşatacağına inanırdı. Kendileri, daha önce de ifade ettiğimiz gibi bu konuda iyi bir örnek olmuşlardı[1]. Âile huzurunu temin edecek hak-hukuk, edep ve vazifeler hakkında ölçüler ortaya koyarlardı. Bu ölçüler, aynı zamanda kendilerinin nasıl bir âile hayatı yaşadıklarını da gösteren önemli işâretlerdi. Tecrübe, firâset ve velâyet ışığı altında zikredilen bu ölçülerden bazılarını önemine binâen buraya aynen alıyoruz:
“Evin erkeği, ailesinin kendisine itaatli olmasını istiyorsa, muhakkak kazancının helâl olmasına dikkatli olmalıdır. Hanımının dinî bilgilerinin noksanlarını gördüğünde, “bana ne” demeyecek, öğretecek ve tatbik ettirecek. Meselâ namaz kılmasını bilmiyorsa, hem öğretecek hem de kılmasında yardımcı olacak. İhmal ettiğinde mânen mes’ul olur. İş böyle olunca Allah Teâlâ’nın nusreti görülmez, aralarında aranılan sevgi, bağlılık tahakkuk etmez.
Kadın, kocasını memnun etmek için her fedâkârlığa katlandığı gibi, erkek de üzerine düşeni yapmalıdır. Erkek, ailemi mes’ud edeceğim diye fuzûli borçlanmalara girmemelidir. Bu, hem israf olur, hem de borçlanmalar dolayısıyla ileride bir çok rûhî sıkıntılara sebep olur. Bilhassa lüks hayat hastalığı, aile facialarına sebep olmaktadır.
Evli olan erkek, evine her gün vaktinde gelmelidir. İş mazeret değildir. Ona mukabil kadın da, en güzel elbisesini (bilhassa kocasının beğendiğini) giyerek, geliş saatinde güler bir yüzle karşılamalı, hatırını sormalı, güzel okşayıcı haberler vererek yorgunluğunu gidermeli. Çok mes’ud olduğunu hem fiilen hem de lisanen anlatmalı. Bilhassa yemek sofrasını güzel, tertipli kurmalı. Hangi yemeklerden hoşlanıyorsa onu yapmaya özenmeli.
Sonra erkek, ailesine karşı samimi, lütûfkâr, nazik ve merhametli olmalıdır. İşin dozunu kaçırıp da hop bebek, cici bebek muamelesi yapmamalıdır. Kadın kocasına karşı îfâ edeceği vazifeleri îfâ etmelidir. İhmal ederse, kocası buna fırsat vermemelidir.
Çok nazik, ince ruhlu, hassas bir kişi tanırım. Zaman geldi evlendi. İlk günden itibaren kendisi işe gider, karısı cici bebek misâli yatakdan kalkmaz, kocasının kahvaltısını hazırlamaz, beraber çaylarını içmezlerdi. Bu hâli gören arkadaşları onu ikaz ettiklerinde, ben onun bu noksanlığını zaman gelip anlayacağına kaniim derdi. Kadın bu rahatlığı görünce hoyratlığı, duygusuzluğu arttı. Akşam sofrasını da ihmal etmeye başladı. Bahsettiğimiz genç, yorgun argın işten gelince, sofra hazırlama işini yüklenirdi. Zaman geldi karısının yanında bir uşak hâlinden daha aşağı dereceye düştü. Nezâket, merhamet ölçüsünde olursa mergubdur. Fakat ifrata kaçılırsa, kötü neticeler alınır, iyilerin kötüleşmesine vesile olunmuş olur.
Bazı evliler de ellerinden geldiği kadar hanımlarına her şeyi alırlar, mukabilinde sevgi ve minnettarlık beklerler. Hâlbuki hanımlarının sevgisi o alınan eşyalara kayar, yani alanı göremez hale gelirler, ihtirasları artar, teşekkür edecekleri halde, daha fazlasını isterler, bunu da elde edemediklerinde üzüntüleri, hırçınlıkları artar. Dolayısıyla geçimsizlik başlar.
Erkek, hanımının, gerek kendi ailesine, gerek kocası tarafından olan akrabalarına karşı ziyaretlerini ihmâl etmemeli, bu hususta dikkatli olmalıdır. Her iki tarafa da aynı samimiyet gösterilmelidir. Ziyaretler ne pek sık, ne de seyrek olmalıdır. Karısının, kendisine haber vermeden başka kişilerle görüşmesine fırsat vermemelidir. Bilhassa fazla lüks yaşayışa ve lüks yemekler yenilen, israf bataklığına düşen kimselerle ülfeti azaltmaya gayretli olmalıdır. Hülâsa kadın, kocasından izinsiz bir yere gidemez. Bu şuuru iyice aşılamalıdır.
Bazıları âdeta kadına ezâ ediyorlar. Evinden çıkartmıyorlar. Böyle ifrat da doğru değil. Herşey itidalli, neşe içinde olacak. Kadın, erkeğin Hakk’ını koruyacak, erkek de hanımın Hakk’ına dikkatli olacaktır. Böyle olunca çocukların terbiyesiyle de meşgul olurlar.
Erkek, eğer hanımı kendisine alamayacağı şeyler teklif ediyorsa, açıkça: “Bizim bütçemiz bu kadardır. Buna razı olmaz isen şimdiden ayrılabiliriz”, diyebilmelidir. Maalesef çok erkekler mali vaziyetleri müsait olmadığı halde, gururlarına yediremeyerek bu hakikati bir türlü söylemezler, ezilirler, büzülürler, lüzumlu lüzumsuz her şeyi almaya uğraşırlar, iki yakaları bir araya gelmez.
Evlilik hayatında karı koca, bağışlayıcılığı, kendilerine düstur edinmelidirler. Beşer olmak itibariyle insan, her zaman bir olmaz. Neşesiz zamanı da vardır. Böyle bir anda öfke ile bir söz söylenilebilir. Bunu hüccet tutup da işi kinciliğe götürmemelidir. Hoşgörülü ve affedici olmak, hatta unutuvermek ne güzel huydur. Bu ahlâkta olanlar hem kendileri rahat ederler, hem de muhatablarına güzel bir ders vermiş olurlar.
Kötü huylar, lâyıkıyla Allah Teâlâ’yı bilememek ve O’na karşı sevgi ve bilginin noksanlığından ileri gelir. Allah Teâlâ’yı seven evliler, Rablerinin sevgi kâsesinden içtikleri için, birbirlerine karşı da sevgilidirler, merhametlidirler. Yemeklerini beraber yerler ve yatağa beraber girerler. Çok duygusuz kadınlar vardır ki, hem kocalarını sevdiklerini iddia ederler, hem de bu hususu ihmâl ederler, kocalarına karşı yapılması lâzım geleni esirgediklerinden, nankörlerden, zalimlerden olurlar (hastalıklar, meşrû mazeretler müstesna).
Kadın zeki olmalı. Kendisini sevdirmesini bilmeli. Bunun da yegâne ilacı, kocasına karşı itaatli, şefkatli ve hürmetli olmaktır. Sebepli sebepsiz, dikbaşlı, inatçı olmak, hep kendi nefsinin ardında koşmak iyi netice vermez.
Bilhassa bir kaç çocuk sahibi kadınlarda (nasıl olsa işi sağlama bağladım) kanâati hasıl oluyor. Kocalarına karşı nasıl olsa benim nazımla oynar, kendisine karşı lâkaydiliğime razıdır, görüşüne sâhip oluyorlar. Kocasının herşeyi hoş karşıladığı kanâatinde oluyorlar. Zaman zaman içten içe üzülen, karısına karşı sevgisi azalan adamın karşısına kader bir başka kadın çıkarıyor. Kendisine karısından daha samimi, fedakâr hareketlerde bulunuyor. Giyimi, kuşamı süsü püsü yerinde. Evinden hayatından bezmiş bir halde gönlünü ona kaptırıyor. Kadının her hâli onu adetâ büyülüyor. Ona karşı sevgisi arttıkça artıyor. Öyle bir sevgi zuhur ediyor ki, söküp atmak imkânsız. Deli divaneye dönüyor. Hülâsa gönlünden evi, karısı, çocuğu hepsi siliniyor. Bu hâli gören akraba ve ahbaplarının gayretleri boşa çıkıyor. Sonunda istenilmeyen ayrılık.
Bazen kocasına bağlı, her bakımdan seciyeli, fedakâr, hüsn-i ahlâk sahibi kadınların -pek ender olarak- kocalarında da bu gibi hâller oluyor. Sebebi, kadın erkek aynı yerde çalışmalarından.
Sağlam bir itikada sahip, namazını dosdoğru vaktinde kılan, orucunu tutan, azalarını haramdan koruyan, anasının, babasının, kocasının hizmetinde bulunan, akraba ve komşuları ile geçimli olan kadın, ne şerefli ve hürmete şayan bir kuldur. Bundan Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri razıdır. Gideceği yer de Cennetü’l-firdevs’tir inşallah.
Aile içinde disiplin de oluşturulacak. Kız ikide bir evden çıkmayacak, erkek çocuk dışarıda yemeğini yeyip de gelmeyecek. Şimdi ailenin toplanıp hepbirlikte yemek yeme âdâbı da kayboluyor. Bakıyorsunuz çocuk saat 12’de çıkıp geliyor. Evin hanımı çocuğunun nerede olduğunu bilmiyor, izin yok, yemeğini dışarıda yemiş; çünkü cebi para dolu. Böylece aile muhabbeti kalmıyor. Muhakkak ciddiyet lâzım, nizam lâzım.
Aileyi fazla şiddetle korkutmak da muvafık değil. Herkes evin bir köşesine kaçmayacak, birlikte yaşanacak.
Aile saadetinin korunmasının yegâne çarelerinden birisi de ailenin iyi ailelerle görüştürülmesidir. Herkesle görüşmektense, kendi akranlarından üç beş temiz aileyle görüşseler, o kâfi gelir. Pek muvafık olmayan akrabalar var ise, senede bir defa gidilir, idare edilir. Aile saadetinin oluşması için muhakkak Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek lâzımdır. O gerçekleşmezse imkânı yok, olmaz. O zaman ne erkek, karısının kıymetini bilir, ne de hanım kocasını sayar. Oyalanmayla vakit geçer.
Bilhassa kulluk hususunda yardımcı olmalıdır. Bazı kimselerin uykusu ağır olur, kolay kolay uyanamazlar. Tatlı bir lisanla uyararak namaza kaldırmalıdır. Seherlerde kalkıp ibâdet edenler, Allah Teâlâ’nın mümtaz, seçilmiş kullarıdır.
Herhangi bir yuvada Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uygun bir hayat yaşanıyorsa, hiç şüphe edilmesin ki orada bulunanlar, cennet hayatının zevkini dünyada tatmış olurlar. Sadırları inşirah hâlinde olup her şeyden zevk alırlar. Sevmekten, sevilmekten, yemekten, yedirmekten, giyimden, giydirmekten hülâsa bütün kulluk vazifelerini îfadan. Varlığı severler, yokluğu severler, kulların ayıplarıyla meşgul olmazlar, çünkü daimî olarak kendi ayıplarını düzeltmeye uğraşırlar.
Allah Teâlâ’nın emirleri tatbik edilmeyen yaşanmayan bedbahthanelerde ise dırdırlar, münâkaşalar, bağırmalar, çağırmalar, karşılıklı hakaretler hiç eksik olmaz. Böyle bir hayatın ne zevki olur? Bu kötü hâller, İslâm dışı ve terbiyesi olmayan gafiller arasında çok görülür”[2].
Bazıları zannederler ki, Allah dostları sadece âhiretle ilgilenirler. Hâlbuki Mûsâ Efendi örneğinde de görüldüğü gibi onlar, kendilerine bahşedilen firâsetleri sayesinde, dünya nizamını da en iyi şekilde bilen kimselerdir.
Kanunî Sultan Süleyman’ın şu beyti ne kadar anlamlıdır:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak, cümleden a’lâ imiş
Gelinleri Süreyya Hanımefendi anlatıyor:
“Muhterem Üstazımızın yeni evlenen gençlere hususi tavsiyeleri olurdu. Kızları mesabesindeki yakınlarına ve sevenlerine buyururlardı ki: «Beylerinize karşı daima en güzel şekilde ikramlarda bulunun. Sofra ve ev tanziminiz, kendi giyim ve kuşamınız, zevk-i selim üzere olsun. Sevgi ve hürmetinizi daima canlı tutun. Böyle yaparsanız, aranızdaki muhabbet, şefkat ve hürmet devam eder. Yuvanız cennet bahçesine dönüşür. Karı-koca birbirine karşı merhametli olmalıdır. Gerçek şefkatiniz, Allah yolunda birbirinize destek olmanızla anlaşılır. Teheccüd ve sabah namazına birbirinizi uyandırmanız, hakiki merhametin bir işâreti sayılır».
***
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- akraba ilişkileri bakımından da örnek bir insandı. Geniş bir aile çevresine sahip olmasına rağmen hepsini görür ve gözetirdi. Aileye yeni katılan gelin hanımlardan, dünyaya yeni gelen yavrulara kadar hepsi onun gündeminde yerini alırdı. O kadar meşguliyetinin arasında, ne yapar yapar, akraba ziyaretlerine vakit ayırırdı. Bu gidişler, ev halkının tamamını kendilerine muhabbetle bağlardı. Akraba fertlerinin hemen hepsinde, onun mutlaka özel bir hatırası ve hediyesi vardır, denilse mübalağa edilmiş olmaz. Sevinçli günlerinde ve hüzünlü günlerinde hep onların yanlarında olmuştur. Kardeşleri Abidin Bey anlatıyor:
“Mûsâ abimin insanı farklı bir tedavi ediş şekli vardı. Oğlum Yusuf’un vefatından sonra, biz ve aile biraz zorlandık. «Ben sizin eve kalmaya geleceğim» dedi. Ondan sonra kalktılar bizim eve geldiler. Hakikaten biz burada Mûsâ abimi ağırlarken, kendisiyle sohbet ederken, günlerimizi paylaşırken, bizim üzerimizdeki yükün, üzüntünün, sıkıntının mühim kısmını aldı. Bir müddet kaldıktan sonra, bizi bir de Medine-i Münevvere’ye gönderdiler. Medine’ye gittik geldik, büyük oranda tedavi olmuş olduk, elhamdülillah”[3].
Muhterem Üstâzın aile yakınları genelde varlıklı kimselerdi. O, duruşuyla, ilgisiyle ve teşvikleriyle, zenginliğin kendilerini bozmasına fırsat vermezdi. Hatta Üstâzı iyi tanıyan ve seven merhum Ali Yakup Cenkçiler Hocaefendi, onun bu yönüyle ilgili olarak “Mûsâ Bey hiç bir şey yapmasa, onun bu büyük aileyi koruyup yönlendirmesi, kendisine fazilet olarak yeter” derdi.
Mûsâ Efendi, mes’uliyet şuuru kendisinde küçük yaştan itibaren iyice yerleşmiş bir Hak dostuydu. Tüm âilenin sorumluluğunu üzerinde hissederdi. O zahiri birliktelikten çok, gönüllerin ülfetini önemserdi. Âdetâ gönül frekanslarına göre muamele ederdi. Kardeşleri Abidin Bey anlatıyor:
“Merhum Üstazımızla, babalarımız bir; fakat annelerimiz farklıydı. Ama ben kendimi bildim bileli, Mûsâ Efendimizi baba gibi bilmişimdir. Çünkü babam, ben üç yaşımda iken vefat etmiş ve bizim evde, Mûsâ abimle beraber yaşamasak bile, ev reisi konumunda olan kişi, Mûsâ abimdi. Bu maddeten ve manen böyleydi. Bu, yıllar boyunca böyle devam etti. Mûsâ abim her gün mutlaka bizim eve bir uğrardı. Bizim eve uğramadığı bir günü hiç hatırlamam. Yani düşünün, üç yaşındasınız, beş yaşına geldiniz, on yaşına geldiniz bu hâlâ böyle… Akşamleyin abiniz gelecek, bunu biliyorsunuz… Doğrusu merhume yengem de bu konuda her zaman destek verirdi. Sonra Osman Topbaş Bey ile çocuklukta beraber büyüdük. Ben daha hırçın bir çocuktum. Aramızda çocuk kavgası olurdu. Şimdi düşünüyorum da yüzde seksen, doksan ben suçlu olmama rağmen, beni suçlamazlardı. Hatta yengem, «Bu, bunun damarına basıyor, ondan oluyor» derdi, güler geçerdi. Öyle bir hayattı. Bizim çocukluğumuzda bize her gün babalık ettiği gibi, Osman Topbaş Bey ile beni hiç ayırdetmezdi. İkimize aynı alınır, aynı yedirilir, aynı giydirilirdi. Hatta bazen fotoğraf çektirmeye gittiğimizde, yaşlarımız da yakın olduğu için, bizi ikiz zannederlerdi. Yani hayatımızın her safhasında, bugün hiçbir babanın evlâdına yapamayacağı şekilde bana davrandı.
Bunun yanında, bizi çok çabuk mes’uliyetin altına koydu. Yani abimin yanında ben kendimi daha çabuk büyümüş hissettim. Ondokuz-yirmi yaşındayken, kız istemeye giderken, veyahut müsbet veya menfi bütün sosyal meselelerde beni yanında taşır, teşvik ederdi. Biz de kendimizi çok çabuk amcalaşmış, büyümüş hissettik. Son zamanlarda abimle akranlığımız da olmuştu. Bazen böyle değişik fikirleri çok rahatlıkla kendisine söylerdim, o da dinlerdi”[4].
Yeğenleri Ahmed Topbaş Bey de aynı duygularını şöyle dile getirir:
“Bilemiyorum insan ne zamandan itibaren kendini bilmeye başlar? Fakat bana öyle geliyor ki iki yaşımdan beri Mûsâ amcamı hatırlıyorum. Babam ile amcam iş ortağı idiler. Annem ile Mûsâ amcamın ailesi de kardeştiler. Yani babamla amcam aynı zamanda bacanak idiler. Mûsâ Efendinin küçük mahdumu Ebûbekir Bey ile yaşıt ve aynı zamanda iyi arkadaştık. Evlerimiz de birbirlerine çok yakın olunca günlerimizi hep birlikte geçirirdik. O zamanlar babamın işleri de çok yoğundu. Sabah 6.30 da evden ayrılır, geç vakitlerde eve dönerlerdi. Mûsâ amcam, mahdumu Ebûbekir Bey ile ilgilenirken fakir ile de ilgilenirdi. Tabiatıyla babamdan daha çok Mûsâ amcamla görüşürdük. Amcam, Ebubekir beye bisiklet alırsa, fakire de alırdı. Onu gezdirirse fakiri de gezdirirdi. Kısacası Mûsâ amcamın elinde büyüdük diyebilirim. Ebubekir bey ile fakiri Kur’an-ı Kerim tahsili için Sahra-yı Cedid Camiine gönderir ve takibini yaparlardı. Daha sonra okula başladık. İlkokul bitince İmam Hatip’e yazdırdılar. Okul hayatımızda da bizleri sürekli takip ederlerdi. Elhamdülillah kendisi bizim yakamızı bırakmadı. Bizi hep hizmete zorladı. «Haydi gel Anadolu’ya gideceğiz», «Sohbet için evini ayarla» derlerdi…
Mûsâ Amcam, son derece program sahibi bir insandı. İşine, komşularına, ailesine, akrabalarına, dostlarına ayıracağı vakitleri hep programlardı. Hiç birini ihmal etmezdi. Tüm bu çevrelere periyodik olarak ziyaretlerde bulunurdu. Yeni evlendiğimizde Pazar günleri ziyaretimize gelerek kahvemizi içer, bizimle yakından ilgilendiğini hissettirirdi. Bizi başıboş bırakmazdı. Tabiî bu ilgisi, sadece bizim gibi birinci derece yakınlarıyla sınırlı kalmadı. Onların çocuklarıyla da yakından ilgilenmiştir. Kız-erkek demeden herkesin eğitimiyle ilgilenirdi. Herkesle ilgilenirdi. En uzaktaki kişiyle bile ilgilenirdi. Sanki bir çok gözü varmışçasına, her şeyi görürdü. Mahallede kimin hangi durumda olduğunu öğrenir, yardıma muhtaçlara yardım elini uzatırdı. Hatta 11-12 yaşında idim, Kazasker’de oturan üç hanıma bir Ramazan boyunca iftarlık götürmem için beni vazifelendirmişti. Ben de bir Ramazan boyunca her akşam bisikletle yemek taşıdım. Bu, bana verdiği bir görevdi. Başkalarıyla diğer muhtaçların ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı”[5].
Mûsâ Efendi Hazretleri, ailenin kızlarıyla, gelinleriyle ve diğer hanımlarıyla da yakından ilgilenirdi. Hatta onlara özel bir gün bile tahsis etmişti. Gelinleri Melek Hanımefendi anlatıyor:
“Bizim babamla olan ilişkimiz, kayınpeder-gelin ilişkisi değildi. Âdetâ baba-kız gibiydik. Hatta zaman zaman kendi babamdan daha yakın hissettiğimiz anlar olurdu. Her şeyimizle ilgilenirdi. Bayramlarda, kandillerde kendi aile yakınlarına hediyeler gönderdiği gibi bizim anne ve babamızı da unutmazdı. Hatta onlar hastalanınca, bizden daha fazla ilgilendiği olurdu. «Hayatta olsa da anneme hizmet etsem» buyurarak, annelerimize hizmette kusur etmememizi tavsiye ederlerdi. Aramızda öyle bir muhabbet oluşmuştu ki, en ufak rahatsızlığımızı gözümüzden anlar ve gönlümüzü alırdı. Hatalarımızı düzeltirken, müstesnâ bir nezâket ve zarâfetle davranırlardı. Çocuklarımızla ve hatta torunlarımızla bile yakından ilgilenirlerdi.
Aile hanımlarını her pazartesi köşkünde kabul eder ve kendilerine dînî, mânevî ve ahlâkî telkinlerde bulunurlardı. Herkesi bir hayra yönlendirmek isterdi. O, hepimiz için hem müşfik ve muhabbetli bir aile büyüğü, hem de gönüllerimize Allah ve Rasülünün sevgisini aşılayan bir mürşid-i kâmildi”.
Mûsâ Efendi bir mürşid olarak, bir çok seveniyle yakından ilgilenmesine rağmen, irşâda önce kendi yakınlarından başlamanın daha doğru olduğunu ifade ederdi. Kur’ân-ı Kerim ve sünnet de zaten bunu emrediyordu. Bu hususta kardeşleri Abidin Bey şöyle bir hatırasını anlatır:
“Mûsâ abim, sevgi ve irşadın yakından başlaması görüşündeydi. Meselâ bizim Afrika gezimizde şöyle bir olay olmuştu. Orada dolaşıyoruz, güzel yerler, güzel müslümanlar da var. Bahçelerde çalışan zenci hizmetçiler var. Bu ne kadar alıyor diye sorduklarında, oradakiler de: “Elli dolar alıyorlar. Ayrıca elli dolar da kilise veriyor” dediler. Orada bizimle bulunan bazı kimseler, bunu tabiî görüyorlardı. Bize şunu teklif ettiler: “Amerikaya gidelim. Tebliğde bulunalım. İrşad edelim” dediler. Ben tercüme ettim, birincide Mûsâ abim bir şey söylemedi. Acaba anlaşılamadı mı diye tekrar bir kere daha söylediler. Bunun üzerine “İnsan en başta kendi çevresinden başlaması lazımdır” dediler. “Önce kendisi, hanımı, çocukları ve en mühimi yakınlarından başlamalıdır… Amerika’ya gitmeye gerek yok. İşte yakınınızda bu kadar insan var. Buradan başlayın” diye yol gösterdi. Bu bakımdan şimdi Muhterem Osman Topbaş Bey’i görünce, Mûsâ abimin en büyük tesirinin oğulları üzerinde olduğunu görüyorum. Ondan sonra yakın çevresine olduğunu görüyorum. Bizim ailede bazı insanlar, asrın yeni meseleleriyle raydan çıkmak üzereyken, bayağı bir tesir etti, tuttu. Eşini dostunu yakaladı, yol gösterdi”[6].
Ailenin çocuklarını dert edinir, eğitimleri ile bizzat ilgilenmeye çalışırdı. Hatta bir gün Abdullah Sert ve H. Kamil Yılmaz Beyleri davet ederek“Bu çocukların babaları başka işlerle meşgul olmaktan çocukları ile ilgilenemiyorlar; hiç olmazsa onlar yerine biz bu çocuklarla meşgul olsak nasıl olur?” diyerek onlara bir program yapmışlardı. Yaptığı bu programı da ciddiyetle takip ederdi. Hatta zaman zaman sohbete bizzat teşrif ederler ve gençlere “Hocanız bugün ne anlattı bakalım” diyerek onların ilgilerini ölçerlerdi. O günlerin bir hatırasını Abdullah Sert Bey şöyle anlatırlar:
“Bir gün gençlerle sohbetimiz yeni bitmişti ki, Üstâz Hazretleri teşrif ettiler. Gençlere tatlı tatlı hal hatır sorduktan sonra buyurdular ki:
“Delikanlılar sizlere bugün üç vazife vereceğim. Önümüzdeki hafta da neler yaptığınızın raporunu sizden alacağım. Birincisi, hepiniz kendi harçlığınızdan bu hafta boyunca bir infakta bulunacaksınız. İkincisi, hepiniz annelerinize bir hediye alacaksınız. Üçüncüsü de, evinizin mutfağına az da olsa erzak ya da meyve türünden bir şeyler götüreceksiniz”. Gerçekten bir hafta sonra tekrar teşrif ettiler ve gençlerin raporlarını keyifle dinlediler. Onlar yaptıklarını bir bir sıraladıkça, yüzünde güller açıyor ve gençlere memnuniyetini izhar ediyordu.
Hulâsâ Muhterem Üstaz, herkesin gönlüne ulaşacak damarı bilir ve ona oradan yaklaşırdı. Aradaki muhabbeti artıracak her vesileye başvururlardı. Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendinin anlattığı şu hatıra, onun bu yönüne ışık tutan güzel bir misaldir:
“Babamız Mûsâ Efendi, sürekli muhabbetin artamasına sebep olacak vesileler arardı. Meselâ kendileri yemeklerde acı biber kullanmazlardı; fakat bazen sofrada «Hacı Osman biber atıyor, biz de atalım» buyurarak muhabbetini izhar ederlerdi”.
Akraba bağlarının zayıfladığı ve sılâ-i rahim vazifesinin neredeyse unutulduğu günümüzde, Mûsâ Efendi ve emsâli gibi güzel örneklere ne kadar da çok muhtacız.
[1]. Birinci bölümde “Evliliği ve Aile Hayatı” başlığı altında bu konu detaylı olarak işlenmişti.
[2]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 144-149; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 83, 85-86.
[3]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 22, Temmuz 2001.
[4]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 21-22, Temmuz 2001.
[5]. Bkz. Ahmed Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 209, sh. 10, Temmuz 2003.
[6]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 23, Temmuz 2001.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-