Mûsâ Efendinin hayatında anahtar kelimelerden biri de hiç şüphesiz “tazim”di. Tazimin içinde saygı vardı, hürmet vardı, edep vardı, itina ve ehemmiyet verme vardı. Ulaştıkları mârifet-i ilâhiyenin tecellisi olarak, Cenâb-ı Hakk’a karşı son derece tazim ve huşû içinde idiler. “İbâdet insanı cennete götürür; tazimli ibâdet ise insanı Allâh’a götürür” buyururlar ve ibâdetin feyz ve bereketini çoğu zaman tazime bağlarlardı.
Kul olmanın büyük hazzını ve zevkini yaşarlar ve bunu da engin bir şükür duygusu içerisinde şöyle ifade ederlerdi:
“Cenâb-ı Hak bizi elhamdülillah kendine kul yapmış, Habîb-i Edibine ümmet yapmış, bizi bu güzel ve âlî yola sevketmiş. Bundan büyük bir saâdet de mevzu bahis olamaz. Tekrar elhamdülillah…[1]”
Bir beklenti içinde yapılan ibâdetlere hiç değer vermezlerdi. Buyururlardı ki:
“Bir insan, kul olarak kendini her hususta Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine verirse, öyle hâller gelir ki, çok yüksek mertebelere nail olunur. Ancak bizler mertebe âşıkı da olmayacağız. Cenâb-ı Hak bize neyi emretti ise seve seve yapacağız. Cenâb-ı Hak neyi yasak etti ise seve seve ondan da kaçınacağız. Cenâb-ı Hakk’a kulluğa devam edeceğiz. Devam ettikçe Rabbimiz nice güzel hâlleri bizlere ihsan eder. Böylece hem şefaatçi oluruz, hem de kendimizi kurtarmış oluruz. Ve böylece imrâr-ı hayat eylemiş oluruz inşaallah”[2].
Namaz ibâdetine çok büyük tazim ve hassasiyet gösterirlerdi. Namazda huşû, en çok dikkat ettikleri hususlardan biriydi. Buyururlardı ki:
“Namazın hakikatı ve rûhu, huşûdur. Bu da, gönlün namazın tamamında huzûr hâlinde bulunmasıdır ki, namazdan maksat budur. Bu yerine getirilince, gönül her an Hak ile tazelenir”[3].
Namazdaki huşû ve huzurun, namaz öncesi yapılan hazırlıklardan başlaması gerektiğini beyan ederlerdi. Hatta yenilen yemeğin huzurla yenilmesinin bile namazdaki huşuya etkisi olacağını bir defasında şöyle ifade etmişlerdi:
“Mürşid-i kâmiller, yemeğin büyük bir dikkat ve huşu içinde yenilmesine büyük ihtimam göstermişlerdir. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfettiği nimetlerini, büyük bir uyanıklık ve edep içinde yediğimizde, onu müteakib namaz, niyaz ve diğer kulluk vazifelerimizi lâyıkı vechile büyük bir engin gönül, tevâzû ve huşû içinde îfa edebiliyoruz. Bunun aksi olarak, yediğimiz yemek helâl lokma olmayıp, üstelik büyük bir gaflet içinde yenildiğinde, tesirini hemen gösterir. Yani o devrede kulluk vazifelerimizde büyük bir atalet, gevşeklik husûle gelir, ne kadar üzülsek de, gayrete yönelsek de bir netice alamayız. Yemeği pişiren ve hazırlayanları da iyice seçmemiz lâzımdır… Bazı müslümanların içkili yerlerde yemek yedikleri, alış-veriş ettikleri görülmektedir. Bu gibi lakayd davranışlar, kalbi donuklaştırır ve basiretimizi zedeler. Çok kimseler, gece ibadetleri çok olduğu halde, bir türlü bu yüzden ittikâ sahibi olamıyorlar”[4].
Huzurlu bir şekilde abdest almayı da namazda huşuyu temin edecek önemli hazırlıklardan sayarlardı. Acele etmeden ve suyu da israf etmeden büyük bir teenni ile abdestlerini alırlardı. Buyururlardı ki:
“Allah dostlarının nazarında abdestli bulunmak, ne ulvi bir ibâdettir. Her akl-ı selîm sahibi, diğer ibâdetler gibi, abdestli bulunmanın faziletini de idrâk edip daimî abdestli bulunmaya sa’yü gayret etmelidir. Abdestli bulunmak, ruha inşirah, cesede de zindelik, dirilik verir. Manevi uyanıklığa, zikrullaha devama, namazın huzur ile edâsına vesile olur”[5].
Namaz için güzelce cübbelerini giyerler, bembeyaz takkelerini başlarına alırlar ve gül râyihası kokularından hem kendileri, hem de yakınında bulunanlara ikram ederek ezanı beklerlerdi. Namaz seccadelerinin ise olabildiğince düzgün serilmesini arzu ederlerdi. Öyle ki, seccadenin ayak ve baş ucundaki püsküllerinin bile düzeltilmesini isterlerdi. Gözü ve gönlü meşgul edecek dağınıklığa fırsat vermezlerdi.
Onun ezana tazimi de bir başkaydı. Sünnette tavsiye edildiği üzere ezana icâbet ederler ve onu huzurla dinlerlerdi. Sonunda da, ezan duasını hiç ihmal etmezlerdi.
Hayatları nizamlı olmadığı için her işi aceleye getiren, namaza ve ezana gerekli hürmeti gösteremeyenlerin namazda huzura erişemeyceklerini şöyle ifade ederlerdi:
“Bazı müslüman kardeşlerimizin, her seferlerinde camiye koşarak yetiştiklerini görmekteyiz. Böylece yorgun argın, heyecanlı bir şekilde kılınan namazda, aranılan istikrar ve huzur hâli temin edilemez. Namaz mahalline ağır ağır, vakarlı ve mütevaziyane bir şekilde gelerek, hiç değilse beş-on dakika evvel bulunup, ezânı kemâli edep ve ta’zim üzere dinlemek lazımdır ki, içimizdeki dünya havatırı yok olsun ve gönlümüzü layıkıyla Allahü Teâlâ’ya bağlayabilelim. Müezzinin okuduğu ezanı, kısık sesle tekrar etmekte büyük fazilet vardır. Ehlûllah bu hususa da çok ehemmiyet vermişlerdir”[6].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- namazı hiçbir zaman aceleye getirmezlerdi. Yanlarında bir kişi de olsa, hemen cemâat olurlar ve mümkün oldukça farz namazları tek başına edâ etmezlerdi. Kıyâmı, rükûsu, secdesi ve oturuşu, hep itmi’nân üzere idi. Hakk’ın huzurunda olduğunu farkederdiniz. Nitekim onun namazdaki huzuruyla ilgili Medine’de mücâvir olan Osman Efendinin yukarıda zikrettiğimiz mektubunda anlattıkları, hemen her namazında yaşanan bir haldi[7]. Kulun Allâh’a en yakın olduğu secde hâlinde ise, hiç şüphesiz çok farklı bir vuslatı olurdu. Nitekim oturarak namaz kılma zarureti devam edince yakınlarına “Şu anda en çok secdenin hasreti içindeyim. Ah! Rabbim sıhhat verse de namazımı secde ederek kılabilsem” diye tahassürlerini ifade etmişlerdi[8].
Namaz huzurla edâ edildikten sonra, sıcak bir günde soğuk bir su içmişçesine, mübârek dudaklarından ruhları okşayan bir letâfette “Elhamdülillah” sözü duyulurdu. Hâdimlerinden Abdullah Sert Bey’in ifadesiyle “Onun “Elhamdülillah” derken simalarında beliren huzur ve şükür hâli, gerçekten seyredilmeye değer ayrı bir güzellikti”.
Yine hâdimlerinin anlattıklarına göre, “Onun kulluk programı, yolculuklarında olsun, daha başka zamanlarda olsun, hiç aksamaz; ancak şartlara göre değişebilirdi. Ameliyatları sebebiyle kaldıkları hastane gecelerinde refakatçilerine önce saati sorar, cevabını alınca “Demek teheccüd vakti, sizler abdestinizi alın, ben de teyemmüm edeyim, teheccüdlerimizi kılalım, gece evradımızı îfa edelim” buyururlar, vakit kalırsa bazen de “Hastanede de olsak sohbetten mahrum kalmayalım” buyurarak bir veya iki manevi evlâdı ile usulüne uygun olarak manevi bir sohbet yaparlardı. Böylelikle acıların, garipliklerin, çaresizliklerin yaşandığı hastane odaları, bir an manevi bir şifahaneye dönüşürdü”[9].
Namazdaki bu tazim ve hassasiyeti, diğer ibâdetlerde de aynen müşâhede edilirdi. Ramazan-ı şerifte, özellikle Haremeynde açtığı iftar sofralarına gösterdiği itina ve ehemmiyet, Hac menâsikini îfâ ederken derin tefekkür ve hürmet duygusu, Serveri âlem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizi ziyaret ederken takındığı edep ve huşuu, sadaka ve zekât verirken büyük bir minnet ve nezâket duyguları içinde fakire emaneti takdim edişi, hep onun ibâdette tazime verdiği ehemmiyeti gösteren işâretlerdir.
Onun Kur’ân-ı Kerim’le ülfet ve dostluğu da hayran olunacak nitelikteydi. Kelâmullaha olan tazim ve edebini dil ile ifade etmek, onu yazıya dökmek neredeyse imkânsız gibidir. Kur’ân-ı Kerim, kelâmullah olduğundan, ona tazimde kusur edilmemesi gerektiğini hatırlatırlar ve nasıl bir tazimle hürmet gösterilmesi gerektiğini bizzat kendi şahsında örnek olarak gösterirlerdi.
Yolculuğa çıkacaklarında, öncelikle Kur’ân-ı Kerim, arabanın en mûtenâ ve yüksek yerine konulur, sonra da diğer eşyalar yerleştirilirdi. Arabadan inilirken de önce Kur’an-ı Kerim itinayla alınır ve Üstâzın kalacağı odaya götürülürdü.
Bir mecliste Kur’an okunacaksa, okuyucunun oturanlardan aşağıda olmasına rızâ göstermezler, muhakkak onu yüksekçe bir yere çıkarırlardı. Hatta bir defasında Anadolu’nun bir şehrinde, camide namaz eda edildikten sonar, Kur’ân-ı Kerim cemâtin arka tarafında okunmuştu da bu duruma çok üzülmüşlerdi. Buna fırsat veren imam efendiye de biraz celallenerek “Kur’an’a karşı edebimizi gösteremedik, hafız efendiyi mihraba davet etseydiniz daha güzel olurdu!” buyurmuşlardı. Kardeşleri Abidin Bey anlatıyor:
“Mûsâ abim, aslında ibâdetinde sayısal olarak çokluğa bakmazdı. Meselâ haftada bir hatim indireyim, iki hatim indireyim gibi bir iddiası yoktu. Her gün on sayfa Kur’an-ı Kerim okurdu. Bu on sayfayı okumadan önce yeniden güzelce abdestlerini alırdı. Herkes abdest alır ama, o abdest aldıktan sonra güzel süslenir, kokusunu sürer, rahlesini açar, rahlenin üzerine örtülerin en güzelini koyar ve Kur’an’ı Kerim’i büyük bir itina ile, sevgiyle alır, böyle her tarafından sevgi taşarak keyifle okur, ondan sonra Kur’an’ı Kerim’i kapatırdı. Bugün sevdim, yirmi sayfa okuyayım da demezdi. On sayfada keserdi. Böyle disiplinli bir hayatı vardı”[10].
Hâdimlerinden Abdullah Sert Bey de bir yazısında, Üstâzın Kur’an’la buluşmasını ve müşahedelerini şöyle aktarırlar:
“Etrafındaki insanların en büyük zevk aldıkları hususlardan biri de, Üstâzın Kur’ân tilâvet ettiği bir anda onun yanında bulunmaktı. Kur’ân’ı mahfazasından çıkarıp ellerine alışları, sehpaya yerleştirmeleri, zarif parmaklarının ucuyla sahifeleri açıp tane tane büyük bir tefekkür ve edeple okuyuşları, seyredenlerin hatıralarından silinmeyecek feyizli bir manzaraydı. Sanki câmid birer yaprak zannedilen sahifeler, bu Allah dostunun elleri ve gözleriyle buluşunca, bir başka vuslat olurdu. Çok okumayı değil, tedebbür ve tefekkürle namazda olduğu gibi huzur, huşû ve tazimle okunmasını arzu ederlerdi.
İlmiyle âmil sâlih hafızlara büyük saygı gösterir, muhtelif vesilelerle onlara sevgi ve teveccühlerini ifade ederlerdi. Merhum Gönenli Mehmet Efendi, Merhum Abdurrrahman Gürses Hocaefendi, Merhum Mahmud Bayram Hocaefendi, Merhum Ali Yakup Efendi ve Hafız Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocaefendi ve emsalleri, ince vefâ duygusuyla Üstâzın hürmet ve teveccühüne mazhar olanlardı. Bunlar ne derin ve ince vefâ duygularıdır”[11].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- Kur’an-ı Kerim’e olan tazimin, sayısız bereketlere vesile olacağını anlatırdı. Hatta kahraman ecdadımız Osmanlı’nın Kur’an’a olan hürmetini ibretle anlatırdı.
Tatlı bir hatıra olarak yâdettiği şu iki hürmet manzarası da, ondaki tazim duygusunu yansıtmaktaydı:
“Bir gün Mescid-i Nebevî’nin Bâbü’l-Mecîdî kısmında oturuyordum. Biraz ileride bir siyahî Kur’an-ı Kerim okuyordu. Yüzünde öyle bir nur, melâhat-ı iman vardı ki, güzelliği tasvir edilemez.
Büyük bir huzur ve vecd içinde ara sıra sahifeleri çeviriyordu. Bir saat kadar geçmişti. Hangi sûreyi okuduğunu merak ettim ve yanına yaklaştım. Bir de ne göreyim? Sahifeleri tersine koymuş. Yani sahifelerin alt tarafını üste getirmiş. Yalnız sahifedeki satırlara bakıyordu. Çok hayret ettim. Sonra düşündüm ve, Cenâb-Hakk’ın bu ümmî kuluna, bilenden daha fazla bir iltifatı olduğuna kanâat getirdim. Belki de bu imânı tam siyahî, o sahifeleri çevirdikçe, Cenâb-ı Hakk’ın azametini, saltanatını, Gaffarlığını, Rahmanlığını tefekkür ediyordur da diğer yüzünden okuyanlardan daha fazla istifâde ediyordur, Allahu â’lem.
Yine bir hacı, Mescid-i Nebevî’deki Kur’an-ı Kerimleri elindeki temiz bir bezle siliyor, öpüyor, aldığı raflara tertiplice koyuyordu. Kaldığı müddetçe bu vazifeye devam etti. O bu yaptığı hizmeti öyle bir hulûs-i kalb, aşk ve neşe içinde ifâ ediyor idi ki, kendimi onu seyretmekten alamıyordum.
Bunu muhterem Üstâzımız Sâmi Efendi Hazretlerine anlattım. Çok memnun kaldıklarını, o gül yüzlü simâlarındaki sürûrlarından anlamış oldum. Çünkü o kişi yaptığı hizmet ve tazim sayesinde, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmış oluyordu. Bu bahsetmiş olduğum şahıslar, Kur’an-ı Kerim’e olan saygı, edep ve tazimleri dolayısıyla Allah Teâlâ’nın rızasını kazananlardan idiler”[12].
Muhterem Üstâzın Kur’an-ı Kerim’le ülfeti, hayatlarının sonuna kadar devam etti. Öyle ki gözleri Kur’an harflerini tam seçemeyecek dereceye gelince, artık teyipten dinlemeye başladılar. Yine muntazam bir şekilde günün muayyen bir saatinde, yarım cüz Kur’an dinlerlerdi. Hülâsa Kur’ân-ı Kerim, onun her gün feyz aldığı en mühim virdiydi.
***
Beytullah’a ve içinde Fahr-i âlemi barındıran Medine-i Münevvere’ye de sonsuz bir sevgisi ve ta’zimi vardı. Türkiye’den üç beş kişiden fazla kimsenin gidemediği dönemlerde, İtalya üzerinden vize almak suretiyle 27 yaşlarında Hac ibâdetini îfâ etmişlerdi. O günleri tatlı bir hatıra olarak yâdederlerdi. Hacda büyük sırların olduğunu ifade ederler ve İmam-ı Azam Efendimizi de örnek göstererek, imkânı olanların tekrar tekrar gitmelerinin faziletine işâret ederlerdi. Kendileri de fırsat buldukça bu ibâdeti severek yerine getirirlerdi. Hacla ilgili buyururlardı ki:
“Cenâb-ı Hak hac ibâdetini yerine getirenlerin kalplerini açar, gönüllerine zenginlik verir. Dikkat edersek bugün memleketimizde hayır işlerini yürütenler, mükerreren hacca gidenlerdir. Allah dostları, fırsat düşdükçe hacca gitmeyi büyük ganimet bilmişlerdir. Sonra huşu ve tevazu üzere haccedenler, kendilerini Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda bilip edeplerini muhafaza ettikleri kadar, tefekkür kabiliyetleri artar ve daimî olarak Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olmuş olurlar..
Hac’da çok sırlar var. Hem bedenî ibâdet, hem mâlî ibâdet, hemde tefekkürî bir ibâdet. Bazı mekânlar vardır, başka yerde aynı şeyler gönüle gelmez. Hicaz’da Cenâb-ı Hak gönüllere değişik tecelliler ilka ediyor. İnsan bir çok şeylere vukuf peyda ediyor. Böyle olunca tabi hac çok mühim bir ibâdet.
Yeni gidenlere tenbihatım şudur ki; orada huşûu ihmal etmeyin. Kendi kalbî dünyanızla meşgul olun, mâlâyâniye girmeyin, oradaki mânevî tecellîlerden istifâde etmeye bakın. Cenâb-ı Hakk’ın türlü türlü tecellîleri var. Bazı işler var orada, hakikaten bir saatte bitecek gibi, bakıyorsun on saatte bitmiyor. Uzun sürebilecek bir şey de hemen bitiveriyor. Cenâb-ı Hakk’ın oraya has bir tecellisi. Tabiî hacca gittikçe de insanın rûhaniyeti farkında olmadan inkişâf ediyor.
Büyük hayır hizmetlerinde bulunanlar, ekseriyetle mükerreren hac yapanlardır. Haccın mânevî tecellîleriyle sehâvet, merhamet ve şefkat inkişâf ediyor. Onların tabiî gönlü açılıyor, dolayısıyla eli açılıyor, en iyiyi de kolaylıkla seve seve yapabiliyorlar”[13].
***
Üstâzın Medine sevgisi ve hasreti de gıpta edilecek güzellikteydi. Gönlü hep oraya akardı. Her yıl mutâd olarak bir müddet Medine’de ikamet ederlerdi. Ehl-i Medine sayılırdı. Medine’ye varır varmaz hemen Mescid-i Nebiye gitmek yerine, mânen bir hazırlık yaparlardı. Hâdimlerinden İbrahim Çelik Bey anlatıyor:
“Medine-i Münevvere’de mücavir olarak kaldığımız senelerde, Türkiye’den Medine’ye gelişlerimizde Üstadımız bir kaç gün Ravza-i Mutahhara’yı ziyaret etmezlerdi. «Bir kaç gün geçsin ondan sonra ziyaret edelim» buyururlardı”[14].
Allah Rasûlünün huzurunda edebe çok dikkat ederlerdi. Kendilerine hizmetle müşerref olan M. Tevfik Kolbaşı Bey anlatıyor:
“Muhterem Üstâzımız, Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebeviye, büyük bir tazimle girer, Şebeke-i Rasûlullâh’ı ziyaret eder, Ravzanın herhangi bir yerine sessizce otururlardı. Dostları, onun çevresinde namaz kılmayı çok arzu ederlerse de, bazı yanlış hareketler O’nu üzer ve «Kardeş! Burası Allah Rasûlünün huzurudur. Burada ancak O’na tâzim olunur» buyururlardı. Kendilerine karşı bu huzurda tazim gösterilip el öpme isteklerini hoş karşılamazlardı” [15].
Medinede bulundukları süre içerisinde Mescid-i Nebeviye namaza çıkarlar ve özellikle sabah namazından sonra da işrâk vaktine kadar bekledikten sonra Allah Rasûlünün türbe-i saadetlerini büyük bir tazimle ziyaret ederlerdi. Ziyaret öncesi beraberindekilere gül kokusu ikram ederler ve mütevazı adımlarla huzura varıp, az geride durarak salât u selamlarını arzederlerdi.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- ilk hac ziyaretleriyle ilgili şöyle bir hatırasını anlatırlar:
“Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin huzûr-i âlîlerine geldim. Orada insanın gözü ve gönlü daha yaşlı oluyor. Baktım ki Makber-i şerif üzerindeki o perdeler Osmanlı’lardan kalma. Hepsi de lime lime olmuş. Üzerinde «Lâ ilâhe illâllahu’l melikü’l-hakku’l-mübîn» yazılı, böyle ipekten fevkalâde perdeler. Gönlümden geçti ki «Nasip olursa bu perdeleri ben yaptırayım» dedim. Orada Agavat[16] odası vardı. Oraya gittim. Meğerse oraya girilmezmiş bile. Ne bileyim, öfkelendiler filan. Fazla da ileri gitmediler.
Sonra onların başkanı vardı. Ona:
«−Benim vaziyetim böyle böyle, Makber-i Şerif’in perdeleri çok yıpranmış. Onları yaptırsam!» dedim. Dedi ki:
«−Senin gibi yüz kişi kendini verse, o perdeler yine de yaptırılamaz».
Adamcağız Türkçe de biliyordu. Eski bir Osmanlı vatandaşı idi. Ama esasında onu çürüdükten sonra bir daha koydurmadılar, yani koydurmuyorlar o da var. Hatta o zaman bende 70 bin lira vardı. Bak o zaman gençlik ve fedâkarlığa. Ben, bu 70 bin lirayı tamamen vereyim bu perde yapılsın, dedim. Kendime göre bir de plân yaptım; ama kabul edilmedi. İnsanın böyle güzel güzel hatıraları oluyor”[17].
Mûsâ Efendinin Medine günleri, sevenleriyle beraber özellikle Ramazan ayında manevî bir cümbüş içinde geçerdi. İftar sofraları, sahurlar, sohbetler, ziyâretler ve hatıra gelmeyen daha nice güzellikler… Kimbilir, güzel mekanlarla güzel insanların birlikteliği, hafızalarda ne güzel fotoğraflar bırakmıştır…
***
Muhterem Üstâzın Cuma gününe de ayrı bir tazim ve ihtimâmı vardı. Allah Rasûlü’nün sünnetine uyarak, güzelce abdestlerini aldıktan sonra, en güzel elbiselerini giyerler, güzel kokular sürerler ve vakitlice sevenleriyle birlikte camiye çıkarlardı. Genelde selâtin bir cami tercih edilirdi. Eyüp Sultan, Süleymaniye, Sultanahmet, Şehzadebaşı, Fatih, Hırka-i Şerif, Ayazma gibi camilere sıklıkla gidilirdi.
Hutbe huzurla dinlenilir, namaz huşu ile eda edilirdi. Namazı müteakip ağır ağır, vakur bir şekilde camiden çıkılırken, yardım talep eden sâillerin de elleri boş çevrilmezdi.
Üstâz Hazretleri, Cuma günü kendisini ziyarete gelenlere günün ehemmiyetini hatırlatarak “Bugün hassaten temiz giyinmeli, mümkünse boy abdesti alarak câmiye gidilmeli, en temiz, yeni ve ütülü elbiselerimizi giymeliyiz. Mutlaka az veya çok, herkes imkânı nispetinde ikramda, infakta bulunmalı, hastaları ziyaret etmeli, kardeşlerle hediyeleşmeli, bol bol Kur’an-ı Kerim okumalı” diye tavsiyelerde bulunurlardı[18].
Hulâsa o ne güzel bir kuldu. Bir ömür boyu, daha iyi bir kulluk yapma adına sürekli Rabbine yalvardı durdu. Onun şu duası, gönlündeki kulluk özlemini ne güzel ifade eder:
“Ya Rab! Bizleri namazlarını dosdoğru kılanlardan eyle! Namazda pek çok sırların gizli olduğu muhakkak, bizleri bu sırlardan haberdar eyle! Îmânımızı, ihlâsımızı, ahlâkımızı, aşkımızı daimi olarak artır ki, huşû üzere ibâdet edebilelim. Senin evvelin yok, âhirin yok, büyüklerin en büyüğüsün. Onun da bir sınırı yok. Merhametlilerin en merhametlisi ve yegane affedici Sen’sin.
Bizler âciz, âsi, zavallı mahlûklarınız. Bizlere merhamet et! Yapmış olduğumuz ve bilmeyerek yapmakta olduğumuz kusurlarımızı bağışla! Sen’den Sana iltica ederiz, affına sığınırız.
Günlerimiz devamlı olarak geçmekte olmasına rağmen toparlanıp da, o yüce kulluk yoluna kendimizi koyamadık. Bu ne kadar devam edecek? Bu perişan hâlimizden üzülüyor, kederleniyoruz. Elhamdülillah, buna rağmen ümitsizliğe düşmüyoruz.
Uluların ulusu Yüce Allah! Sen bizim kalplerimizi biliyorsun! Kereminle lütfunla onları ıslah et! Günahlarımıza da agâhsın, onları da hem ört, hem de affet. Biz senin yasak ettiğin yerlerde değil de, senin emrettiğin yerlerde bulunalım. Daima ülfetimiz, zâkirlerle, sâlihlerle olsun!
Bizleri kendinde eylediğin has kullarından eyle! Aşkımızı, şevkimizi, ihlâsımızı artır. Bizi senden ayıran her şeyi bizden uzak kıl. Bizi sevdiklerinle haşır neşir eyle. Onları bizlere sevdir, onları sevmek ve onlar tarafından sevilmemiz seni çok hoşnud eder.
Bir an bile Sen’siz nefes almayalım! Neşemizde, kederimizde, her an Sen’inle beraber olalım. Sırat-ı müstakimden, istikâmetten bizleri ayırma, her kötü hâlimizi iyiliğe tebdil et. Ne dünyaya, ne de ukbaya meylettir, Sen’in rızan yolunda eriyelim.
Sevgili Habib’in, O’nun ehl-i beytinin, sahabe-i kiram ve has dostlarının hürmetine Ya Rab!”[19]
[1]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 62.
[2]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 66-67.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 37-38.
[4]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 17-18.
[5]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 71.
[6]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 125.
[7]. Sözkonusu mektup, kitabın “Manevî Kemâlât ve İrşad İcâzeti” başlıklı kısmında zikredilmiştir.
[8]. Abdullah Sert, “Secdeyi Çok Özledim”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 257, sh. 15, Temmuz 2007.
[9]. Abdullah Sert, “Secdeyi Çok Özledim”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 257, sh. 14, Temmuz 2007.
[10]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 24, Temmuz 2001.
[11]. Abdullah Sert, “Sâhibü’l-Vefâ”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 162, sh. 14-15, Ağustos 1999.
[12]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 98-99.
[13]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 122; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 111-112.
[14]. İbrahim Çelik Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 13, Temmuz 2000.
[15]. Tevfik Kolbaşı, “Gönül Yıldızımız”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 19, Ağustos 1999.
[16]. Agavât: Mescid-i Nebevî hizmetkârları.
[17]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 115-116.
[18]. Bkz. Mustafa Eriş “Cuma Hasreti”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 173, sh. 38, Temmuz 2000.
[19]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 146.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-