Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, irşad üslûbu olarak kuşatıcı, kucaklayıcı, yetiştirici ve Hakk’a erdirici bir yol izlerdi. Onu ilk gören, heybet ve vakarı karşısında âdeta çarpılırdı. Yaklaştıkça güzelliğine, sevgisine, şefkatine, edep ve nezâketine hayran kalırdı. Kulluktaki duruşuyla, etrafında bulunanların gönüllerinde “ne güzel bir kul” duygusu oluşuverirdi. Yüzündeki nûrâniyeti, lisanındaki halaveti, hal ve tavırlarındaki asaleti, ilk bakışta muhatabı âdetâ büyülerdi. Huzurlarında, gönüller ulvî duygulara dalardı. Yüzlerine bakınca Allah hatırlanırdı.
Esasen Allah dostlarının terbiye sırlarını keşfetmek kolay değildir. Zira onlar, Allah Teâlâ’nın sevgisine mazhar olmanın ulvî tecellisiyle, bakışları, duruşları, duyuşları ve konuşmaları Rabbânîleşmiş Hak dostlarıdır. Kendilerine gönüller üzerinde tasarrufta bulunma istidadı lutfedilmiştir. Bu özellikleriyle nice ham insanlar, onların gönül dergahlarında pişip olgunlaşmışlardır. Onlar gönüllerin hâzik tabipleridir. Keskin firâsetleriyle, manevî hastalıkları keşfederler ve hangi hastalığın nasıl bir reçete gerektireceğini de iyi bilirler. Bu itibarla kendilerine teslimiyet gösteren hastalarının, biiznillah kısa sürede şifâya kavuşmalarına vesile olurlar.
İşte irşâd vazifesinin gerektirdiği tüm vasıfları üzerinde cemeden Mûsâ Efendi Hazretlerinin terbiye usul ve uslûbuna dâir, zâhiri müşâhede ve tespitlerden bazılarına, burada kısa kısa yer vermeye çalışacağız. Bu tespitler, ehl-i irfâna sadece bir işâret olacaktır.
***
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, öncelikle kendi şahsında örnek bir kulluk hayatı sergilemiştir. O, her şeyden önce Hakk’ın karşısında samimi bir kul olmanın derdindeydi. Hatta zaman zaman buyururlardı ki: “İnsan şöyle düşünmeli; şu âlemde bir Rabbim var, bir de kul olarak ben varım. Kulluğumu ona göre yapmalıyım”. Üstazın bu duruşu, sevenlerine “kul olma şevki ve zevki” aşılardı. Sanki bir “kulluk aynası”ydı o. Kendileri de Muhterem Üstâzları Mahmud Sâmi Hazretleri hakkında şöyle bir tespitte bulunurlar ki, bu tespit, mürşidin kul olma hassasiyetinin terbiyedeki tesirini göstermesi bakımından câlib-i dikkattir:
“Üstazımız ihvânı terbiye etmekten ziyade, kendilerini terbiye etme (örnek olma) yolunu tercih etmişti. Yani kendini terbiye ettikçe, ihvan da terbiye edilmiş olur dolayısıyla. Bazı veliler dâima, şunu yapın bunu yapmayın, şunu yiyin bunu yemeyin derler. Üstazımızın ağzı kilitli. Akran gibi refik. Hatta bilakis o arkadaşına hizmet etmek isterdi. Bir defasında Hicazda Seyyid Hasan Efendinin evinde kaldık. Alt katı rutûbet, orta kata eşya doldurmuşlar, üst katın basamakları da böyle yüksek. Üst katta güzel bir oda var. Üstazımızı oraya çıkarmanın imkânı yok. Düşündük, en alt kat zemine yerleştirelim diye karar verdik. Sildik süpürdük, hayli uğraştık ama yine ona göre. Hatta yılan da çıkıyordu arada. Gündüzleri çıkıyordu, dolaşıyordu sonra kayboluyordu. Üstazımıza bahsettik. «Kendi hâllerine bırakın» buyurdular, telâş göstermediler. Böyle bir evde Ramazan geliverdi.
Sahur yemeğini validemizle hazırlardı Üstazımız. Benim aşağı inip almam lâzım, merdivenler son derece dik. Kıyamadığımız için en zemin kata oturttuk. Koca tepsiyi aldığı gibi Üstazımız, yukarda peydâ olurdu. “O benim çocuğum yerinde ben onu terbiye edeceğim” demezdi. Çok uğraştık önleme imkânımız yok. Zil koydum. Zile basardı, ben fırlardım, ama orta katta yine karşılaşırdık. Hakikaten her bakımdan nümûne idi. Yani şunu yapın bunu yapın diye ihvandan beklemek filan yok. İhvanı kardeş telakkî ediyor. Affetmede, hoş görmede emsâli yoktu. Her şeyini kabullenirlerdi muhatabının. Kabullendiği gibi hataları da örterlerdi”[1].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un Sami Efenid Hazretlerinde görüp tatbik ettiği bu örnek duruşu, ibâdet hayatında, aile ve iş hayatında, muamelâtında, edep ve nezâketinde hulâsa hayatın her alanında idi. Kardeşleri Abidin Bey, bir aile büyüğü ve Üstâz olarak ağabeyinin kendilerine olan örnekliğini şöyle anlatırlar:
“Hayatı boyunca, bizlere hayatın nasıl yaşandığını, nasıl yaşanması gerektiğini tarif ediyordu. Hakikaten bizler de bunu uygulayabildiğimiz kadar mutlu olduk. Tabii çok azını yapabildik. Çünkü yakınları olarak bizler onun çok yakınında olduğumuz için âdetâ gözümüz kamaşmıştı. Gözümüz kamaştığı için daha fazlasını doğrusu ben algılayamadım”[2].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, terbiyenin temeline Kur’an ve sünneti yerleştirmişti. Zira ona göre bu iki kaynağa dayanmayan terbiye sistemleri, insanı ıslah değil, ifsad ederdi. Hatta manevî yolun varlık sebebi de, insanı bu iki kaynakla tam buluşturmaktan ibaretti. Yine ona göre bu noktada eksiği bulunanların manen terakki etmeleri, ham bir hayaldi. Buyururlardı ki:
“Çok kimseler vardır ki, manevî terakkiyatın yalnız zahiri ibâdet çokluğu ile elde edileceğini sanırlar. Takvâya, yani Allahü Teâlâ nın emirlerine, yasaklarına, dikkatli olmazlar. Hâlbuki sağlam temel, ihlâs, istikâmet ve Allahü Teâlâ’nın rızası üzerine kurulmalıdır. Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin emir ve yasaklarına yani Kur’an ahkâmına uymayan her hareket bâtıl ve dalâletdir. Başta Kur’an-ı Kerim ahkâmı gelir. O köktür, değişmez. Çünkü bir insanın şeriatı olmazsa hiçbirşeyi olmaz. Bizim yapacağımız, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine cân-ü gönülden dikkatli olmaktır. Cenâb-ı Hak neyi emretti, neyi yasak etti ise bunun üzerinde ısrarla duracağız. Mânen terakki için bu birinci basamaktır. Birinci basamağa dikkat edilmez ise insan lâyıkı veçhile maneviyattan istifâde edemez.
Takriben otuz sene kadar evvel İzmir’de, Mustafa Doğanay amca fakire hitaben:
«−Bazı tesettüre riayet etmeyen kadınların letaiflerinde yani manevi yolda terakki ettikleri söylenilmektedir», buyurdu.
Hâlbuki Rabbimiz Teâlâ- Hazretlerinin emirlerine riayet etmeyenler nasıl manevi derece alırlar? Hatta zühd üç kısımdır. Avamın zühdü, haramdan ve helalden kaçınmaktır, buyurulmaktadır. Bir kul ki temel mesabesinde olan bunlara dikkat etmezse, nasıl olur da veliler yolundan istifâde eder?
Fakir de cevaben:
«−Bu mühim bir husus. Muhterem Üstâzımız yandaki odada bulunduklarına göre gidiniz, müsaade alarak huzurlarına giriniz, sizi bu hususta tenvir ederler», dedim. Huzura çıkıp yarım saat sonra döndüklerinde:
«−Zayıf temele bina inşa edilmez. O vaziyette olduklarını zannedenler, istidraçtan[3] kendilerini kurtaramazlar», buyurulduğunu söylediler. Hakk’a vasıl olmak isteyenler bu hususlara, yani Allah Teâlâ’nın Kur’an’daki emirlerine yasaklarına riayet etmezlerse aradıklarını nasıl bulurlar?”[4]
***
Rabbânî ve nebevî eğitim metodu, hep sevgi ve şefkat üzerine kurulmuştur. Muhterem Üstâz da, sevgi ve şefkat dolu bir insandı. Belki “Bir mürebbide bulunması gereken en önemli özellik, onun sevgi ve şefkat insanı olmasıdır”, denilebilir. Gönlünde bu iki nimetten nasip bulunmayan kimse, gerçek anlamda eğitimci olamaz. Böyleleri Hak dostu da olamaz. Peygamber verâsetine ermiş mürşidler, etraflarına sevgi kâsesinden bol bol ikramda bulunan kimselerdir. Mûsâ Efendinin sevgi ikliminde, -müseccel Allah düşmanları hariç- herkes hatta her varlık kendine bir yer bulabilirdi. H. Kâmil Yılmaz Bey’in ifadesiyle “Nebâtattan hayvanâta, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde, çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, âdeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin birbirlerini yaladıkları onun bahçesinde çok görülmüştür”[5].
Mûsâ Efendi Hazretlerinin sevenlerinin her biri, en çok kendisinin sevildiğini gönlünde hissederdi. Bu sevgi, muhataplarını kendisine bağlayan en güçlü bağdı. Aynı zamanda yetiştirici bir iksirdi. Bu sevginin içinde hem muhataba değer vermek vardı, hem Hakk’a tazim vardı ve hem de mahlûkâta şefkat vardı. O hem severdi, hem de sevgi aşılardı. Allah sevgisini, Peygamber sevgisini, ehlullah sevgisini, mahlûkât sevgisini gönüllere âdetâ bir şerbet gibi ikram eder ve bunun büyük bir nimet olduğunu şöyle ifade ederlerdi:
“Cenâbı Hakk’ın verdiği en büyük mevhibe-i ilâhiyye, sevmekdir. Cenâb-ı Hakk’ı sevmek, sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizi sevmek, ehlullahı sevmek, ihvanı sevmek, müminleri sevmek, hayvanatı sevmek, sevmek, sevmek… Sevmek böyle sıra ile birbirini takip ediyor.
Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri sevdiği, aziz etmeyi murad ettiği bir kulunun kalbine kendi sevgisini koyar. O kul, kulluk icâbı bunun kadr ü kıymetini bilip hüsn-i isti’mal ederse yani tam ihlâs üzere, teslimiyet yolunu tutarak kulluk icabı ne ise onu ifâ ettiğinde perdeler açılır. Kolaylıkla Allah Teâlâ ile ünsiyet hâli tecelli eder. O bu suretle aradığını kolaylıkla bulmuş olur. Bu Rabbimizin iltifât-ı ilâhiyesidir. Bu hale, bazen Allâh’ın has bir kulunun yani hakiki bir mürşid-i kâmilin nazarıyla erilir. Bu pek az bir kimseye nasip olur. Mürşid-i kâmilin nazarı her müracat edene tesir etmez, ancak Allâh’ın murad ettiği, her hususta ciddi, samimi, kemâle ermiş yüksek ahlâk sahibi kişilerin dahi pek azına nasip olur. Bu kimseler, bazılarının aylarca hatta senelerce elde edemediğini pek kısa bir zamanda elde eder. Bu iltifat-ı ilâhiyedir. Sevgiye nail olan, Allah Teâlâ’ya karşı bütün vazîfelerini seve seve ve büyük bir rahatlıkla ve gönül huzuru içinde ifâ eder. Bazı âbidlerin gönüllerindeki sevgi noksanlığı dolayısıyla ibâdetlerinde tam bir zevk ve huzur hâli olmaz.
Dikkat edip tekâmül ettikçe Cenâb-ı Hak bizlere bütün mahlûkata karşı bir şefkat, muhabbet verir. Zaten bir insanın mahlûkata karşı şefkati yok mu, o insan çok zayıftır. Hem Hakk’ın kulu olsun, hem Hak yolunda olsun, hem de Cenâb-ı Hakk’ın kullarına merhamet etmesin, -hayvanata hatta asilere kadar- o, nâ-tamamdır”[6].
Muhterem Üstâz, muhabbet dilinin cihanşümül bir lisan olduğunu ve tüm varlığı tesir altına aldığını bir misalle şöyle anlatmışlardı:
“Fakirhanenin bahçesinde, evin muhafazası için üç köpek bulunmakdadır. Yiyecekleri hususunda hiç telâş etmem. Hangisinin önüne ne konursa, o onu yer, diğeri kendisine verilmediği için hiç üzülmez, hakkına razı olur. Fakat sevgi, şefkat hususunda iş değişir. Sevgi, şefkat hususunda eşitlik isterler. Bu hususta çok dikkat eder, itina gösteririm. Çünkü kendisine alâka ve şefkat gösterilmeyeni olursa, küser, darılır, bahçenin bir köşesine gider, arkasını döner, ne kadar yiyecek vermek isteseniz de, başını çevirip bakmaz. Kendisini sevgide ihmâl ettiğiniz için size karşı kalbi kırıktır. Bazen bu dargınlık günlerce devam eder. Cenâb-ı Hakk’ın mahlûku olup, herkesin hor ve hakir gördüğü bir yaratığın gönlü bu kadar hassas olursa, mü’min kardeşlerimizin, bilhassa yetimlerin, dulların, kalp yapılarının ne kadar duygulu olduklarını teemmül edelim”[7].
Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Rabbimiz, Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- hakkında “… Sizin zorluğa düşmeniz ona çok ağır gelir. O sizin üzerinize çok düşkündür. Mü’minlere karşı çok merhametli ve şefkatlidir” (Tevbe Sûresi, 128), buyurur. Vâris-i nebi olan Muhterem Üstâz da manevî kardeşlerine gösterdiği sevginin tabiî bir tezâhürü olarak, onların üzerine çok düşkündü. Özellikle kabiliyet ve istidat gördüğü sevdiklerinin, göz ve gönüllerinin başka yerlere kaymaması için âdetâ üzerlerine titrerlerdi.
İşte böyle bir sevgi ve şefkat hassasiyetiyle manevî evladlarına nazar ederler ve âdetâ sevgi suyuyla onların gönüllerini diriltmeye çalışırlardı. Sevenleri de bu sevgiye liyakat kesbetmek için âdetâ yarışırlardı. Onunla göz göze gelmek, bir tebessümüne muhatap olmak, iltifatına mazhar olmak, onlar için büyük bir sürur vesilesiydi.
Birbirine cân u gönülden sevgi ve şefkat gösterenlerin daha dünyada iken cennet hayatı yaşayacaklarına işâret ederler ve kardeşlerin birbirini Allah için sevmelerinin onları mânen terakki ettireceğine şöyle dikkat çekerlerdi:
“Biz herkesi seveceğiz ve şefkatli olacağız. Şefkatsiz bir kimsenin mânevî terakkiyatı durur. Birbirimize karşı hiç gıll ü gış olmayacak. Sevmek ne güzeldir. Sevememek ise nasipsizliktir. Seven kabuktan çıkar, özün malı olur. Hakk’ı gerçek sevenlere, hakikaten dünya cennet hâline gelir; çünkü onların gönüllerini Allah sevgisi öyle ihata eder ki, abes hiçbir şey göremezler. Severler, severler, severler, yine severler, sevgi sözünden başka her konu onları, sıkar sıkar, huzurlarını alır. Sevgi tam kemâl bulunca, o zaman yalnız Allâh’ın sevdiğini severler. Allâh’ın buğzettiği müşrikleri, din düşmanlarını sevemezler, onlar da onlara buğz ederler, düşman bilirler.
Yâ Rab! Bizi de sevgi nimetinden mahrûm eyleme, her şey, senin sevginle yeşerir, canlanır, kuvvet bulur. Bizleri sevgi yolundan ayırma! Sev, sevdir, sevdiklerini de bizlere sevdir. Elhamdülillah, tek ümidimiz sevdiklerini seviyor, yerdiklerini yeriyoruz. Yâ Hayy-u yâ Kayyum”[8].
Kardeşleri Abidin Topbaş Bey anlatıyor:
“Mûsâ abimin ihvana, yani din kardeşlerine bakış tarzı da çok başkaydı. Meselâ ablamdan ve benden bahsederken, “Sizler kan kardeşimizsiniz; ama öbür kardeşlerimizle müsavisiniz, bir farkınız yok” derdi. Hatta “onlar daha üstün” derdi. Sohbetlere gitti mi, o sohbette bulunanların aşkıyla büyük bir sevinç içinde dönerdi. Ve döndükten sonra kendisine büyük bir şevk gelirdi. “Sohbete gitmeden önce kendimi şöyle hasta hissediyordum. Kardeşlerle bütünleşip, sevdikten, muhabbet kaynaşmasından sonra kendimi çok daha iyi hissediyorum” derdi”[9].
Muhterem Üstaz -kuddise sirruh-, manevî kardeşlerini sevgi ve şefkatiyle gönlüne alırdı. Onların hüzünleri ile mahzunlaşır, sevinçleriyle huzur duyardı. Kayserili dostlarından Ali Kaplan Efendi anlatıyor:
“Bir dönem Medîne-i Münevvere’de ikâme iznim vardı. Altı ay sonra her nedense iptal edildiğini öğrendim. Hâlimi Mûsâ Efendi Üstazımıza arzettim. Oradaki dostlarını harekete geçirdiler. Hatta bizzat takip ettiler. Fakat her nedense sonuç alınamadı. Mahzunlaşmıştım. O mübârek, gönlümü hoş etmek için:
«Ali Efendi! Kayseri’de yapılacak çok hizmet var. Kardeşler hizmet bekliyor. İkâme olmadı diye ağlamak yok, tamam mı?» buyurdular. «Tamam Efendim» anlamında başımı indirdim; ama gönlüme bir türlü söz geçiremedim. Gece gözüme uyku girmedi. Sürekli ağlıyorum. Erken bir vakitte Mescid-i Nebevî’ye gittim. O zamanlar Mescid-i Nebevî’nin birinci kumluk diye bilinen mahallinin sağ tarafında büyük bir saat vardı. Üstazımız genelde orada namazlarını edâ ederlerdi. Bir baktım, Üstazımız benden önce oraya gelmiş ve seccâdesini sermiş, huzurla oturuyor. Seccâdesinin sağ ön tarafına ise mendilini koymuş. Dikkat ettim, ağlıyor. İçime öyle bir his geldi ki, Üstazımız bu fakirdeki hâli aynen yaşıyordu. O öyle bir sultandı ki, baştan-ayağa merhamet doluydu”.
Sevgi, muhataba değer vermenin en üst seviyesidir. Muhammed İkbal, eğitimin temelinin insana saygı olduğunu şöyle ifade eder:
“İnsanın makamı semâdan yüksektir. Eğitimin temeli ise insana saygı göstermektir”.
Mûsâ Efendi Hazretlerinin nazarında her insan değerliydi. Onun değeri, şöhretinden, makamından, malından ya da nesebinden kaynaklanmıyordu; sadece Allâh’ın kulu olmak yetiyordu. Böyle bir saygıya muhatap olan sevenleri, Üstazın gözünde ve gönlündeki yerlerini âdetâ görürler ve onun tarafından kuşatılmış olmanın sıcaklığını sürekli hissederlerdi. Mahdumları Ebûbekir Bey’in muhterem refikaları Melek Hanımın anlattığı şu hâdise, onun insana verdiği değeri gösterir:
“Babamız Mûsâ Efendi, hediye vermeyi çok severlerdi. Bazen öyle olurdu ki, günde ortalama 50 paket hazırlardık. Paketlerin de son derece itinâ ile yapılmasını arzu ederlerdi. Hatta paket yapmaktan yorulduğumuz zamanlar bile olurdu. Bu gibi durumlarda «Babacığım, müstahdemlere ve aile şöförümüze paket yapmadan poşetle versek olmaz mı?» diye izin istediğimiz de, “Olmaz kızım, onlara da güzelce paket yapıp verelim» buyururlardı.
Bir kez tanıştığı kişiyi bir daha neredeyse hiç unutmaz, hep ismiyle hitap ederdi. Yaşı, sosyal konumu ne olursa olsun, isminin başına ya da sonuna bir hürmet ifadesi olarak, “Efendi”, “Bey”, “kardeş” gibi nezâket ifadeleri eklerlerdi.
Kardeşlere olan sevgisini bazen hediyelerle, bazen ziyaretlerle ve daha başka usullerle izhar ederlerdi. “Onun, her seveninde bir hediyesi vardır”, denilse mübalağa edilmiş olmaz. Bir gül esansı, bir seccade, bir kumaş, bir tespih, bir takke, bir Mevlid Kandili ikramiyesi, bir selam, bir hat, bir çiçek… Hepsi de hediye edenin “Efendiliği” ölçüsünde, nezâhetinde, zarâfetinde…
Hediye alıp verme işiyle bizzat kendisi ilgilenirdi. Hediyelikler muntazaman dolaplara yerleştirilirdi. Kardeşlerden biri kendisine herhangi bir hediye getirdiğinde, fazlasıyla mukâbelede bulunacak şekilde bir paket yaptırarak, kendilerine takdim ederlerdi. Hediye paketlerine itinası da bir başkaydı. Gelinleri Süreyyâ Hanımefendi anlatıyor:
“Hediyeleşmeye çok ehemmiyet verirler ve hediyeyi ihtiyaç sahibinin ihtiyacına ve ilgisine göre seçerlerdi. Meselâ ilim ehline kalem ve kitap gibi hediyeler takdim ederken, hanım kardeşlere de başörtüsü, seccâde ve havlu gibi hediyeler verirlerdi. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da israftan sakınırlardı. Hediyeyi takdim ederken ise büyük bir huzur hâlinde muhataba tevdi ederlerdi. Kendilerine gelen hediyeleri ihtiyaç sahiplerine, eşe-dosta tevzi eder ve böylece paylaşmanın huzurunu yaşarlardı”[10].
Hulâsa kimin gönlüne nasıl girilecek bilirdi. Gönül almayı çok severdi.
İşte o, bu ve benzeri ilgilerle sevenlerinin gönüllerini doyururlardı. “Kurtarmak için herkesi bir yerinden tutmak lâzım” buyururlardı[11].
***
Mûsâ Efendi Hazretleri, sevgi ve ilgisinde, muhatabın gönlünü merkeze alırdı. Zira manevî eğitim yolculuğu gönülde başlar, gönülde devam eder ve nihayet vuslata da orada erilir. Hadis-i şerifte beyan buyrulduğu gibi “Kalp sâlih olursa bütün beden sâlih olur; o bozuk olursa bütün beden de bozulur”[12]. Bu rabbânî ve nebevî hakikatten yola çıkan bütün Hak dostları, insanların dış görünüşleriyle değil, gönülleriyle ilgilenmişlerdir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bu inceliğe de sık sık dikkat çekerlerdi. Hatta Muhterem Üstâzları Mahmûd Sâmi -kuddise sirruh-’dan bahisle konuyla ilgili şöyle de bir hatıra anlatırlardı:
“Bir bayram günü ahbap ziyaretleri arasında Aksaray’daki kardeşimiz Oğuz Aydınol Bey’in pederleri Ali Haydar Aydınol Bey’e uğranıldı. Misafir odasına girdiğimizde odanın tabandan tavana kadar resimlerle dolu olduğunu gördük. Bunlar, muhtelif zamanlarda çekilmiş yüzlerce insan sûreti idi. Muhterem Üstâzımız -kuddise sirruh- Hazretleri, orada mutad sohbetlerinden birinin açıklamasını yaptılar. Sohbet çok verimli ve huzurlu oldu. Ne duvardaki resimlerden bahsedildi, ne de Muhterem Üstâzımızın nurlu yüzlerinde bir neşesizlik, huzursuzluk müşâhede edildi.
O muhterem insân-ı kâmil; kalp, gönül mevzuları üzerinde titizlikle dururlardı. Oradan ayrıldıktan sonra devlethaneye dönünceye kadar da, o mevzu ile alâkalı bir kelâm etmediler. O büyük Allah dostu bilirdi ki, kalb-i selime vâsıl olan her şeye vâsıl olmuştur. Her şeye kavuşan da, Allâh’ın izniyle, her hatalı hâlini kolaylıkla terk eder. Ve her işi Allâh’ın izniyle yerli yerinde olur. Nitekim, bir sene sonra aynı şahıs ziyaret edildiğinde, o duvardaki yüzlerce resmin kaldırıldığını ve onların yerinin Beytullah ve Türbe-i Saadet resimleri ile tezyin edildiğini gördük.
Denilirse ki: Muhterem Üstâz Hazretleri, şeriata muhâlif bu vaziyeti gördüğü halde niçin emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l münker yapmadı?
Cevaben deriz ki: Yüksek derecedeki mürşid-i kâmillerde, -Allâh’ın izniyle- tasarruf etme selâhiyetleri vardır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bir lütf u ihsanıdır. Onlar, muhatablarının kabiliyetlerini bildikleri için sessizce Cenâb-ı Hakk’ın zikrini ilka ederler, yani onunla ihya ederler, diriltirler. Bu sayede sâlik hatasını görür ve tashih etme yoluna gider.
Sultanü’l-Ârifîn Muhterem Üstâzımız herhangi bir evlâdına;
–Niçin sakal bırakmadın? Yahut sarık sarmadın? Kravat takmanın ne lüzumu var? gibi sualler sormazlardı. Çünkü bilirlerdi ki ihlâslı, çalışkan sâlikler, manevi derslerini yerine getirdikçe, letâiflerinde inkişaf olur. Görüş ve sezişlerinde değişiklikler görülür. Evvelce çok sevdikleri, ehemmiyet verdikleri şeyler, gözlerinden silinir ve mühim olanları mühim olarak görüp nefislerinde seve seve tatbik ederler. Gururlanarak sakal bırakmazlar, sünnet-i seniyye olduğunu bilerek, engin bir tevazu ve mahviyet içindedirler. Sakal bırakmayanlara karşı düşmanlık beslemezler. Hulâsa bilerek yapılanla gâfilâne yapılan bir olur mu?
Bu işler gönül âlemiyle ilgili. Hâlbuki, kimisi kisveye çok ehemmiyet veriyor. Belli kisveler olmazsa kabul etmiyor. Ama o kadar büyük veliler var, Abdülkadir Geylanî Hazretleri meselâ, eserleri belli, ama “İlle şunu yap” demiyorlar. Hep kalbe neşter vuruyorlar. Zâhire ehemmiyet verenler, birisi zâhir şartlara uydu mu, tekâmül etmiş bir insan kabul ediyorlar. Bir tür kisvecilik… Hâlbuki büyükler kalp âlemine ehemmiyet vermişler. Kalbe ehemmiyet verince, işte o zaman muvaffakiyet daha fazla oluyor.
Esasında her gönül bir dergâhtır. Onun için önce gönül mevzuunda dikkatli olmak lâzım. Ama kisveye takılıp kalmamak derken büsbütün de lakayt olmamalı. Edebi muhafaza etmesini bilmek lâzım. Mü’min daima başı örtülü olacak. Dışarda yapamasak da evimizde muhakkak takke giyeceğiz. Hiç değilse üzerimize ceket giyeceğiz. Çok kısa kollularla falan dolaşmamak lâzım. Kisveye takılmak nasıl ifratsa, bu gibi şeylerden de sakınmak lâzım. Dar elbise giymemeli. Mümkün olduğu kadar genişini giymeli, esasında tesettür bu oluyor”[13].
Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi anlatıyor:
“Gençlik yıllarımda şöyle bir şey dikkatimi çekerdi: Sohbetlere bazen daracık pantolonlu ve son derece modaya uygun giyinen kimseler gelirdi. Fakat bir müddet geçtikten sonra, bakardım onlarda gözle görülür değişiklikler olmaya başlardı. Daha sade giyinmeye başlarlar ve yüzleri nûrânîleşirdi. Hatta bakışları, duruşları, yürüyüşleri ve edep hâlleri değişirdi. Meselâ Erenköy’de ikamet eden merhum Hayati Bey Amcamız böyle birisiydi. O, sohbetlere başladığı ilk dönemlerde çok farklıydı. Fakat gün geçtikçe hem hâlinde, hem de zâhirinde mânevîyatın güzellikleri tezâhür etmeye başladı. Son zamanlarında ise sîmâsında lemaan eden nûrâniyet, açıkça müşâhede edilir olmuştu.
Esasen tasavvuf, zâhirin tezyininden ziyâde, özün hamlıktan kurtulmasıdır. Hikmette derinleşerek, gönül ikliminde mesâfe katetmektir; yoksa Yûnûs’un buyurduğu gibi yalnızca tâc ile hırkaya bürünmek ve ancak belirli bir evrâd u ezkâr ile iktifa etmek değildir. Zâhidâne bir hayat sürerek, Allâh’ın verdiği nimetleri, O’na vuslat yolunda kullanabilmektir. Yine tasavvuf, idrâk ve iz’anda yol katetmektir. Nefsânî temâyülleri bertaraf ederek, rûhânî tefekkürde mesafe almaktır. Sebeplere ve merâsimlere takılıp kalan, onların ötesine geçip de Müsebbibü’l-esbâba erişemeyen idrâk, nâkıs bir idrâktir. İdrâk ve iz’anda kemâl, her varlık ve hâdisede mevcut olan hikmet ve murâd-ı ilâhiyi kavramaktır. Bunun içindir ki, rûhânî tefekkürü artırmak, tasavvufî yolun tabii bir zarûretidir. İnsan, rûhânî yapısını tekâmül ettiremezse, maalesef tefekkür istîdâdını nefsânî arzuların anaforunda helak etmiş olur. Tefekkür ile ulvî bir ruh kıvamına eren mü’minin kulluk hayatında ve ibâdetlerinde yüksek bir feyz ve rûhâniyet hâsıl olur”.
Mûsâ Efendi Hazretleri, mânevî eğitimde gönle büyük ehemmiyet vermeleri sebebiyle, sözü ve sohbeti ne yapar yapar, sonunda gönle getirirdi. “Gönlü Allâh’a vermek” tabiri, onun lisanında sürekli tekrarlanan tatlı bir ifadeydi.
Gönlün tedâvisi için en çok üzerinde durdukları konulardan biri de evrâd u ezkârdı. Zikrullaha büyük bir tazim ve itina ile devam edildiği takdirde gönlün şifâ bulacağını söylerlerdi.
***
Herkesi bir hizmete yönlendirirlerdi. Atâlet hiç sevmediği bir vasıftı. Buyururlardı ki:
“Herkes üzerine düşeni yapacak. Bir insan vaktini değerlendirmek için ne icap ediyorsa, kendi kabiliyetine bakacak evvela, -tabiî bu da irfan işi- ona göre hayatını ayarlayacak. Sıhhati zayıfsa, yine zayıf sıhhatiyle kendi yolunda yürümeye gayret edecek. Kimisinin fazla ibâdete kabiliyeti vardır. Vücut kuvvetlidir, fazla ibâdet eder. Kimisinin şecaate kabiliyeti vardır. Hepsini topladığın zaman aynı mânadadır, ama yollar ayrı. Varış aynı, yollar ayrı. Cenâb-ı Hak herkese o fırsatı vermiş. Bir hastanın bile vazifesi var. Hasta yalnız kendisini düşünüp yatmayacak, elinden hiçbir şey gelmezse bile ümmet-i müslimini düşünüp dua edecek. Her giden yol, irfan yolu Cenâb-ı Hakk’a varır. İlle şu olsun, ille bu olsun dememeli.
Kimisi namazla terakki eder. Namaz, namaz… gözünü açamayacak hale gelir. Bazısının oruç tutmak çok hoşuna gider. Sık sık oruç tutar. Hatta her gün oruç tutmak muvafık görülse, oruç tutacaklar vardır. Bazıları irfanla, bazıları neşriyatla. Hele bu zamanda neşriyat en önde gelen hizmetlerden elhamdülillah. Dediğimiz gibi maddi yardım yapmak, müsaid olanlar için. Müsaid olmayanlar maddi yardım yapamazlar. Ben maddi yardım yapamıyorum diyerek de bir kenara çekilmek olmaz. Herkesin yapacağı bir iş vardır cemiyette. Cenâb-ı Hak kısıtlamamış elhamdülillah. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ihsanı. Herşey kolay müslümanlıkta.
İşte, zeki olanlar zamanla irfana sahip oluyorlar. Cenâb-ı Hak onların irfanlarını arttırıyor. Hakikati daha iyi görüyorlar. Ne icap ediyorsa, onu daha iyi tatbik ediyorlar. İrfanı az olanlar, tabiî onlar daha geride”[14].
Seyr u sülûkte en önemli terbiye metotlarından birisi hizmettir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- da bu usûlü sevenleri üzerinde en güzel bir şekilde tatbik etmeye gayret etmiştir.
***
Muhterem Üstâz, her an Rabbin huzurunda olduğunun şuuru içinde gafletten uzak diri bir hayat sürmüştür. “İhsan kıvamında bir kulluk” herhalde böyle olmalıydı. Her hâlinde nezâket ve zarâfet görülürdü. Fakat onun bu nezâketi gördüğü, yanlışları düzeltmesine engel olmazdı. Zaten nezâket adına yanlışa göz yummayı da doğru bulmazlardı. Bu hususta buyururlardı ki:
“Müslümanlar zeki olacak; anlayışlı, nâzik, kibar olacak. Tabiî nezâket çok mühimdir. Nezâketin de bir hududu yok. Nazik bir insan, daha nazik bir insanın yanında kaba saba kalıverir. Ölçünün nihayeti yok. Ama ne var, burda bir incelik var. Hakikat de söylenecek. Ben kalp kırmam, herkesle geçinirim dedi mi bir insan, o nâkıstır, noksandır. Herkesle geçinmek mukadderse geçinirsin. Geçinirse de hakikati söylemesi lâzım.
Bazı insan aşırı yumuşak oluyor. Onu vird edinmiş oluyor, ben herkesle bilaistisna dinli-dinsiz geçimli olacağım diyor, olmaz. Bir kaç muhitte, bazı ihvân onu ölçü almışlar. Hâlbuki tebliğciler, mürşidler herşeye göz yummazlar. Yerine göre kimisine çok iltifat ederler, kimisine yüzünü asar, ağzını bile açtırmazlar. Ölçülü işleri ancak Cenâb-ı Hak nasip eder. Bilhassa fesadın, hasedin, hubb-i riyasetin kalpten çıkması lazım.
Hak, hukuk ve adalet beraber yürüyecek nezâket içinde. Bazı insan vardır; naziktir, herkesle geçimlidir. Evet efendim diye devamlı baş sallar. Adam dedikodu, gıybet yapar, o da ona başını sallar. Yalan olduğunda ona iştirak etmiş olur”[15].
Mûsâ Efendi sevenlerini ve hizmetkârlarını yetiştirme niyetiyle, zaman zaman onların yanlışlarını kendilerine izah eder ve bizzat nasıl yapılması gerektiğini gösterdikleri de olurdu. Meselâ bir defasında arabanın kapısının bile nasıl kapanması gerektiğini hizmet ekibine bizzat göstererek öğretmiştir. Yine o, söylenmesi gereken sözü uzatmaz, ne söylenmesi gerekiyorsa muhatabın anlayacağı şekilde doğrudan söylerlerdi. Sözü dolaştırarak ifade etmekten hoşlanmazlardı.
Zaman zaman celallendikleri de olurdu. Genelde bu durum, rızâ-yi ilâhiye uygun olmayan davranışlar söz konusu olduğunda ve bir de ahmakça davranışlar sergilendiğinde görülürdü. Ancak onun celâli, cemâl içre bir celâldi. Böyle olduğu içindir ki, onun ikazlarından hiç kimse kırılıp gücenmez ve küsüp gitmezdi. Muhataplarını iterek ve dışlayarak değil, kendine çekerek, onlara yaklaşarak uyarılarını yaparlardı. Celâllendiği zaman, heybeti daha da artardı. Bu heybet sebebiyledir ki, yanlarında uzun müddet hizmette kalanlar bile, kendilerini rahat ve emin hissedemezlerdi. 28 yıl kendilerinin hizmetinde bulunma bahtiyarlığına erişmiş İbrahim Çelik Bey anlatıyor:
“Üstâdımıza hizmetim boyunca gerekli titizliği gösteremeyebilirim diye her gün korktum. Hizmetten mahrum kalacağım endişesiyle, hizmetim boyunca sürekli bu duygu içinde yaşadım. Otuz sene olmasa bile 20 senem böyle geçti. Alemdar Amca’nın öğrettiği hıfz duasını okumadan Üstâdımızın yanına girmezdim”[16].
Yeğenleri Ahmed Topbaş Bey’in anlattığına göre Mûsâ Efendi, özellikle Sâmi Efendi Hazretleri zamanında onun adına vekâlet ettiği için celâli cemâline gâlipti. Fakat kendileri irşad makamına geçince, celâli cemâlinin içinde kayboldu.
Muhterem Üstâz, istek ve arzularını, genelde emrederek değil, işâretle ya da “şöyle yapılırsa iyi olur” tarzında genel cümleler kurarak ifade ederlerdi. Yine yeğenleri Ahmed Topbaş Bey anlatıyor:
“Mûsâ Efendi, öyle çok konuşmazdı. Şunu yap, bunu yapma tarzında emir ve komut vermekten ziyade hâliyle eğitirdi. Meselâ Anadolu’ya giderdik; orada bizleri yedirirler, içirirlerdi. Dönüşte “Bu kardeşlerin yaptığını bizler yapamıyoruz” derdi. Sizin de içinizde “Neden yapamıyoruz, evimiz müsait değilse bir daire tutar misafirhane yaparız” şeklinde hemen bir çözüm oluşurdu. İşte İstanbul’da misafirhane açılma hâdisesi Mûsâ Efendinin “Bu kardeşlerimiz için bir şey yapamıyoruz” tespitinden çıkmıştır. Erenköy’de oturduğum dairenin yanı nasip oldu ve orası misafirhane oldu. Yani “Tut bir daire de orayı misafirhane yap demezdi.” Fakat iş, manen öyle bir noktaya gelirdi ki, sizde öyle bir düşünce hasıl olurdu. Kendisi de ondan çok memnun kalırlardı. İşler böyle hal transferiyle olurdu âdeta. Üzerimizde ne kadar müspet hal varsa hepsi Mûsâ Efendi amcamdandır, diyebilirim”[17].
Muhterem Üstâz, zaman zaman derin bir sükûta bürünmek suretiyle de, ehl-i irfan kardeşlere özel eğitimler uygulardı. Onun bu uzun sükut hâllerinde yanlarında bulunanlar, tesir altında kalırlar ve gözyaşlarını tutamazlardı. Gönülleriyle âdeta bir başka iklime kanatlanırlardı. Hatta zaman zaman muhabbetli ve hal sahibi kardeşleri, Gemlik’te bir kaç günlük sükut ağırlıklı hususi bir eğitime tabi tutarlardı.
***
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- itidal ehliydi. Ona göre kulluk, zevk ve şevkle îfa edilmeliydi. İfrat ya da tefrite düşmektense, orta yolu izlemek, daha semereli ve daha bereketli olurdu. Bu hal her şey için geçerli bir ölçüydü. Buyururlardı ki:
“İfrattan ve tefritten kaçınmalıyız. Bazen çok ibâdet yapana, bu ibâdet takatsizlik verir de ikrah hâline düşebilir. Bu sefer azmi, şevki azalır, azı da yapamaz hale gelir. Teenni ile yapılan her işte, hayır beklenir, acele yapılan işlerin de çok zaman sonu gelmez. İtidalli olanlar aynı zamanda sebatkâr olur. Orta hâlli olduğu için, o ufak bir şeyden böyle bırakıp gitmez. Sebat eder. Seyr ü sülûkte de bu böyle. İtidalli hareket edenler, muhakkak hayatının sonuna kadar vazifesini îfâ ederler. Bazıları çok heyecanlı olur, fakat arkası sabun köpüğü gibi gelmeyiverir.
Meselâ, zikir, murakabe, tefekkür gibi ibâdetlerin (zihnin dağılmaması için) karanlıkta yapılması lâzım gelirken, içine korku hatta lüzumsuz havatır gelen kimse aydınlıkta yapabilir.
Meselâ, edep üzere iki dizi üzerine oturarak, evrâdını yapan kimse (romatizma veya herhangi bir rahatsızlık sebebiyle) başka şekilde oturarak yahutta bir koltuk veya iskemle üzerinde tamamlar.
Meselâ, tefekkür-i mevtte sâlike bir korku gelirse, yalnız kısaca ölümü düşünür, onun için bu kâfidir, daha derinine gidilirse, kabir ahvâli, meleklerin sualleri düşünülür. Herkes kendi mizacına göre vaktinde, dikkatlice vazifesini îfa eder.
Aynı itidal hâli, nâfile ibâdetlerde de olması gerekir. Bir anda çok fazla nafile ibâdet yapmak yerine, mutad olarak az, fakat devamlı olursa insanın terakkîsinde daha tesirli olur”[18].
***
Üstâz Hazretlerinin terbiye usul ve üslûbu, elbette burada anlatılanlardan ibaret değildir. Biz burada herkesin kolayca tespit edebileceği dışa yansıyan güzelliklerinden bir demet sunmaya çalıştık. Onun terbiyedeki manevî tasarrufları ise kendisi ile o hâli yaşayanlar arasında bir sır ya da özel bir hatıra olarak kalmaya devam edecektir. Bütün Hak dostları, gerçek mürebbinin Yüce Allah olduğuna yakinî bir imanla iman etmişlerdir. Onların gayretleri, bu Rabbânî terbiyeye vesile olabilmektir. Yine onlar bilirler ki, bir kul Hakk’a yaklaştıkça Rabbânî bir mektebin talebesi olur ve o mektepte edep öğrenmeye başlar. Bu sırra binâendir ki, Allah dostlarının tüm gayretleri, sevenlerini Hakk’a vâsıl etmeye yöneliktir.
[1]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 124-125.
[2]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 22, Temmuz 2001.
[3]. İstidrâc: Bir kimsenin iman ve takvâ bakımından yüksek bir derecede bulunmamasına rağmen, kendisinde harikulâde hâdiselerin cereyan etmesi durumudur. Meselâ isteklerine zaman zaman kısa sürede icabette bulunulur ve hatta kerâmet benzeri hâdiseler gösterebilirler. Böyleleri farkında olmadan yavaş yavaş ilâhî azaba yakınlaşmış olurlar (bkz. Seyyid Şerif el-Cürcânî, Târifât, 20)
[4]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 98; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 66-67; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 32-33.
[5]. H. Kâmil Yılmaz, “Topbaşzâde Mûsâ Efendi”, İstanbul Evliyaları, II, 328.
[6]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 18-19, 65.
[7]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 166-167.
[8]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 67; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 189, 250; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 106, 114.
[9]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 23, Temmuz 2001.
[10]. Bkz. Altınoluk Dergisi YUVAMIZ Eki, sayı: 173, sh. 5, Temmuz 2000.
[11]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 10.
[12]. Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107-108.
[13]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 49-50; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 51-52.
[14]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 103, 180.
[15]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 169-171.
[16]. İbrahim Çelik Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 9, Temmuz 2000.
[17]. Ahmed Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 209, sh. 7-8, Temmuz 2003.
[18]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 112; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 148; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 144.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-