Muhterem Üstâzın içinde yetiştiği aile, hayır ve hasenâta ehemmiyet veren cömert bir aileydi. İnfak onda küçük yaşlardan itibaren bir tabiat-ı asliye hâlinde gelişip büyüdü. Zenginliğin zevkini infakta bulurdu. Gönlü kırık kimselerin gönüllerini almak, hayır işlerine öncülük etmek, onun büyük bir manevî hazla gerçekleştirdiği ibâdetlerdendi. Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi anlatıyor:
“Muhterem pederimiz, bir çok hayır hizmetlerinin temelinde vardı. Müslümanların derdi, onun da derdi, sevinci onun da sevinciydi. Çocukluk yıllarımızda veremli hastaların tedâvîleri çok güçtü. Civârımızda ne kadar veremli, garip, kimsesiz insanlar varsa, rahmetli annemle beraber onlara yemek tevzî ederlerdi. Bazen benimle gönderirlerdi. Ramazanlarda ise, fakirler, garipler, çöpçüler ve hademe-i hayrat mensuplarına ayrı günlerde iftar dâveti yaparlar, bizzat hizmet ederler, iftardan sonra da hepsine nezâket dâhilinde diş kirası diye ifâde edilegelen bir hediye takdim ederlerdi. O, her hâliyle Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin en güzel bir nümûnesiydi”[1].
Bilinçli ve planlı bir infak hayatı vardı. O âdetâ tek başına bir vakıf insandı. Yakınlarının anlattığına göre onun muhtelif hayır fonları vardı. Meselâ bir “eytam” (yetimler) hesabı vardı. Hayır hesabından muayyen bir kısmı, sırf birkaç yetim çocukla ilgilenmek üzere görevlendirdiği yakınlarına teslim ederdi. Onlara da; “İşimiz bunlara sadece burs vermek değil, kendi çocuğunuzla nasıl ilgileniyorsanız bu 3-4 yetim yavruyla da aynı şekilde ilgileneceksiniz.” derdi[2].
Diğer taraftan “tebliğ fonu” diyebileceğimiz kitap fonu vardı. Özellikle merhum Mahmud Sâmi Efendinin kitaplarıyla ilgisi, biraz daha fazla idi. Ama herhangi bir yayınevinin gençliğe, ümmete faydalı olacak bir kitabını gördüyse, onlardan üçer beşer, onar yirmişer alır, evlenecek gençlere, ailelere hediye ederdi. Üniversite bitirmiş olan gençlere Osmanlı tarihi ile ilgili kitapları, tarihi kahramanların menkıbelerinin anlatıldığı kitapları alır, gittiği yerlerde onları hediye ederdi.
İlim ehlini, talebeleri sürekli görüp gözetirdi. Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz Bey anlatıyor:
“Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- her yerin ve her yörenin insanlarının dertleriyle ilgilenirdi. 1986 yılında Mısır’a gitmek üzere önce umreye gitmiş ve kendisini o yıllarda ikamet ettiği Medine’de ziyaret etmiştim. Mısır’a gitmek üzere yola çıkarken kendisini ziyaret ettiğimizde, büyükçe bir meblağ vererek bunu Mısır’da okuyan çalışkan ve imkânı kıt gençlere dağıtmamızı istemişti”[3].
Üstâzın bir başka fonu sağlık hizmetleriyle ilgiliydi. Sağlık hizmetleri noktasında çok daha farklı bir manevi duygu taşırdı. Tedavi ve ilaç alma imkânı olmayan hastalarla ilgilenmek üzere doktor bir yakınını görevlendirmişti. Onların masraflarını, haberleri olmadan karşılardı.
Belirlediği bu fonlar için her sene yılbaşında bütçesini yapardı. Bu sene şu kadar ilaç fonu, şu kadar yetim fonu, şu kadar kitap fonu, şu kadar evlilik fonu, şu kadar hayır hasenat fonu derdi… Tüm bunlar, zekattan hariç hayırlardı. O kifâyet ve ihtiyaç haricini infak etmek isterdi. Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi anlatıyor:
“Merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, her vesîleyle bizlere çok kıymetli nasihatlerde bulunurdu. Bu nasihatlerde en çok üzerinde durduğu husus, infaktı yani Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf edebilmekti. Derdi ki:
“Evlâdım, mutlaka riyâzat[4] hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini yine Allah için infak edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzâtı, yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu, hayatınızın her safhasına yayın. Yani her zaman riyâzatla yaşayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edin! Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe Sarayı’nda da Topkapı Sarayı’nda da yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infak edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir”.
Bu ölçü ve tavsiyeler etrafında bizleri yetiştiren Mûsâ Efendi, bunları uygulamamız hususunda da titizlik gösterir ve henüz çocuk yaşlarımızda iken aldığımız portakal veya elmayı kaça aldığımızı sorar ve:
“Çarşıdaki bütün fiyatları öğrendimiz mi?” derdi.
İki liraya alınabilecek aynı kalitede bir şeyi üç liraya almayı israf sayar ve bizlere iktisatlı olmamız hususunda tenbihte bulunurdu. Kısacası kendine harcarken kılı kırk yarardı. Ancak Allah yolunda alabildiğine vermekten haz duyardı.
Bende kendisinden kalan bir defter mevcut. Orada zekât, hayır ve hasenât notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- yalnız bana gösterir ve açıklardı:
“–Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…”
Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu benimle paylaşmasındaki maksat ise, aynı şekilde infaka teşvik edici bir edepti”[5].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- fakir düşme korkusu taşımadan hem deryalar gibi infak eder, hem de infakta ölçüyü kaçırmazdı. Buyururlardı ki:
“Sûfiyenin ahlâkından biri de, çoluk çocuğu dara düşürmeden, bolca dağıtmak ve mal biriktirmemekdir. Allâh’ını bilen, Hakk’ın hazinelerini bir deniz, kendini de o denizin kenarında oturan biri olarak görür. Çünkü deniz kenarında oturan, her zaman suyun yakınında olduğu için, suyu saklayıp biriktirmeye ihtiyaç duymaz”[6].
Anadolu’nun bir çok il ve ilçesinde ve hatta yurt dışında, cami, kurs ve İmam Hatip Lisesi gibi bir çok hayır müessesesinin yapılmasında ve yürütülmesinde, onun önemli yardımları olmuştur. Bu yardımları yaparken herhangi bir hizip veya grup ayırımı yapmazdı. Anadolu seyahatlerinde yanlarında bulunan hâdimlerinin anlattığına göre, meselâ Anadolu’nun bir yerinden geçerken yarım kalmış bir cami veya bakımsız haldeki bir Allah dostu türbesi görse; “Bununla biz meşgul olalım” derlerdi. Bütün bunları da kendi kazancı içerisindeki bir bütçe ile yaparlardı.
Kimsenin farketmediği iffetli fakirleri arar bulurdu. Darda kalanların -Allâh’ın izniyle- imdadına yetişirdi. Bunun sayısız örneklerinden birini, zaman zaman ailece hizmetlerinde bulunan Mehmet Topçu Bey şöyle anlatırlar:
“Gemlik’te istirahat ve hasbihale devam ettiğimiz günlerden birinde, Mûsâ Topbaş Efendi:
“–Haydi Mehmet Efendi, arabayı hazırla da öğle namazını İnegöl’de edâ edelim!” buyurdular. Hazırlandık, zaman dar olmasına rağmen biiznillah ezana yetiştik. Abdestlerimizi tazeleyip, namazı cemaatle kıldıktan sonra, çıkışta Mûsâ Efendi birisine işâret etti ve:
“–Şu kardeşi çağırabilir misiniz?” dedi. Bu şahıs daha önce tanımadığım birisiydi. Yaklaştım, Mûsâ Efendinin selamını söyleyip kendisiyle görüşmek istediğini ilettim. Adam şaşırdı, gözleri dolu dolu oldu ve beni takip etmeye başladı. Bir yandan da:
“–Allâh Allâh! Nasıl olur. Şimdi ben ne yapacağım!” diyordu. Arabaya Üstazımızın yanına bindirdim. Yaklaşık yarım saat arabada Üstazımızla ağlar vaziyette görüştü. Ve kendinden geçmiş bir hâlde arabadan indi.
Ben bu muammayı çözememiştim. Bu zât kimdi, niçin ve neyle ilgili görüşmüşlerdi? Bunu düşünüp dururken Üstazımız:
“–Allâh’ın öyle ihlaslı kulları vardır ki; bir derdini dinlemek, bir ihtiyacını görmek için kendisinin ayağına kullarını gönderir” buyurdu”[7].
Müslümanı ilgilendiren her konuda gecikmeden oraya koşabilen veya birilerini yönlendiren bir insandı. Bosna-Hersek, Afganistan ve Kosova savaşı gibi zulümlerin yaşandığı ve mazlumların imdat beklediği zamanlarda kampanyalar başlatmış ve hiç şüphesiz en büyük yardımları da bizzat kendileri yapmışlardı.
Hiç sevmediği vasıf, pintilikti. Cimrilerde maneviyat âleminin inkişaf etmeyeceğine inanırdı. Bu bakımdan etrafını ve sevenlerini sürekli infaka ve cömerliğe yönlendirirdi. Buyururlardı ki:
“Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri bazılarına fazlasıyla helâlinden servet verir. Buna nail olan kimse, bu nimetin hakiki sahibinin Hâlık Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğunu bilerek israftan kaçınmak suretiyle, verilmesi farz olan zekâtını verdikten başka, müslümanlığın, memleketin ve mahlûkatın hayrına, kibirlenmeden, engin gönülle, seve seve, büyük bir ihlâs üzere, elindeki o meblağdan, Allah rızası için tasadduk ettiği takdirde, kendisinden müslümanlık, cemiyet ve ferdler istifâde eder, hem de o kimse Hâlık Teâlâ’nın rızasını kazanmış olur. Bu zengin kullar, malın hakiki sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu itiraf ederek, böbürlenmeyip, tevazu, sabır ve şükür yolunu terketmezlerse, Allâh’ın izniyle felâha erenlerden olurlar.
Cömertlik, Rabbimiz Teâlâ Hazretlerinin mühim sıfatlarındandır. Başta- sallallahu aleyhi ve selem- Efendimiz olmak üzere bütün peygamberan hazarâtı ve ashâb-ı kirâm ve kibâr-ı ehlullah hazarâtı, bilâistisna bu güzel ve ulvi ahlâkla vasıflanmışlardır. Bir insan, hem Allah dostu olsun, hem de cimri olsun, bu tasavvur edilemez. Cimriler, Hak -celle ve alâ- Hazretlerinin nazarında hiç itibarı olmayan kişilerdir. Cömertlik, Allâh’ı sevenlerin, aşıkların süsüdür. Hasislik ise, değersiz olanların hastalığıdır, lekesidir. Cömertlik, içerisine her güzelliği alan sıfatların anahtarıdır. Cimrilik ise içerisine her kötülüğü alan seviyesizliklerin anahtarıdır”[8].
Muhterem Üstâz, deryalar gibi infak etmesine rağmen, bunu hiçbir zaman nefislerine nispet etmezler, verdirenin Cenâb-ı Hak olduğu şuuru içinde kendilerini bir veznedar telakki ederlerdi. İnfakta edep ve nezâketin, en az infak kadar önemli olduğunu hatırlatır ve kendi şahsında bunun en güzel örneklerini verirlerdi. Bir insanın ulaşabileceği en büyük zarafetle, kibarlıkla, insanı onore ederek ikramda bulunurdu. İkram ettiği şeyi, en güzel bir şekilde vermeyi severdi. Mutlaka güzel bir paket yapılacak ve öylece verilecekti. Yine bir kimseye zekat veya hayrat olarak bir para takdim edecekleri zaman, kullanılmamış düzgün ve güzel bir zarfa parayı yerleştirirler ve zarfın üzerine de güzel bir yazıyla “İkramımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz”gibi bir nezâket cümlesi yazarlardı. Yani o:
“Sadakaları Allah alır.” (Tevbe Sûresi, 104) âyeti mûcibince verdiğini doğrudan doğruya Allâh’a verebilme gayretindeydi. Buyururlardı ki:
“İnfak ehli, infak ettiği kimselere başa kakmak, veya «Ticaretle meşgul olsanız, çalışsanız olmaz mı? Veya şunu sana vermedim mi? Sizden rahatsız oluyorum.» gibi kalp kırıcı sözlerden sakınması lâzımdır”[9].
Sadakanın âdâbını da şöyle beyan ederlerdi:
“Büyük miktar meblağ (herkesin mali vaziyetine göre) bir zarf içine konularak, mümkün olduğu kadar tenha bir yerde, verecek şahsın verilen kimsenin yanına gidip, «Lütfen şu emaneti kabul buyurunuz» diye büyük bir alçak gönüllülük, nezâket ve güler yüzlülükle muhatabına tevdi edilmelidir. Veren, verilenden daha ziyâde minnettar olmalıdır. Zira, fukara ve zuafanın bulunması, sadaka sahibi için büyük bir nimettir.
Sadakayı da mümkün olduğu kadar ehline, hakiki ihtiyaç sahiplerini arayıp vermek gerekir. Sokakta dilenmeyi meslek edinenlere hiç vermemektense az bir miktar ile geçiştirmek daha evlâdır. Yani hiç vermemeye, vermeyi tercih etmelidir. Tamamen terk edilirse nefis bundan haz alır ve insanı cimriliğe meylettirir”[10].
O sehâvet güneşinin ince bir nezâketi de, hâlini arzetmeyen hoca efendilere kandillerde veya Ramazan-ı şerifte birer zarf göndermesiydi. Zarfın üzerinde iltifatlı bir ifâdesi olur, hediyenin kabulünü istirham eder ve kabul ettikleri için kendilerine ayrıca teşekkür ederdi.
İnfakın da rastgele değil, bilinçli bir şekilde ehline ulaştırılmasını arzu ederlerdi. “Sadaka tam yerini bulunca, sevabı da çok olur” buyururlar ve İmâm Gazâlî’nin de beyan ettiği şu vasıflardan birine sahip kimselere öncelik verirlerdi:
“Birincisi: Zâhid ve müttakî olmalıdır. Rasûl-i Ekrem -sallallahû aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdular: “Takva sahiplerine yemek veriniz!”[11] Bundan maksat, takva sahipleri aldıkları ile, Allah Teâlâ’ya ibâdet etmeyi düşünürler. Büyüklerden birisi sadakasını böyle bir fakire verir ve derdi ki: Bunlar öyle insanlardır ki, Allah’tan başka hiçbir arzuları yoktur. Onların bir ihtiyacı olursa, düşünceleri dağılır. Bir kalbi Allah Teâlâ tarafına döndürmeyi, arzusu dünya olan yüz kalbi sevindirmekten daha çok severim.
İkincisi: İlim talebesi olmalıdır. Çünkü ona sadaka vermekle, ilim sahibi olmasına yardımcı olunmuş olunur. Böylece onun ilminin sevabına ortak olunmuş olunur.
Üçüncüsü: Fakirliğini gizli tutup, ihtiyacını gizlice Allah’tan isteyen kimseleri aramalıdır. Bu insanlar, kendilerini varlıklı gösterirler. Böylelerine vermek, dilencilik yapan bir fakire vermek gibi değildir.
Dördüncüsü: Hasta veya ailesi kalabalık olanları tercih etmelidir. Çünkü verilenlerin ihtiyaç ve üzüntüleri ne kadar çok olursa, karşılığı ve sevabı da o kadar çok olur.
Beşincisi: Akrabasından olmalıdır. Çünkü hem sıla-i rahim olur, hem de sadaka olur. Allah Teâlâ’nın rızası uğruna kardeşliği olan kimse de, akraba gibidir. Eğer bütün bu sıfatları kendinde toplamış, hatta daha güzel sıfatlara da sâhip olmuş bir kimse bulursa, ona vermek hepsinden daha faziletlidir”[12].
Muhterem Üstâz, paylaşmayı seven bir insandı. Her türlü imkânını paylaşırdı. Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi anlatıyor:
“Çocukluğumuzdaki onun merhametine âit şu hâtıra, dâimâ kalbimde merhametin bir ölçüsü olmuştur: Pazar günleri evde, o zamanın şartlarına gore, güzel yemekler yapılırdı. Muhterem pederim, çoğu zaman bu yemeklerin lezzetli yerlerini hizmet edenlere bırakır ve böylece göz Hakk’ına riâyet ederlerdi. Zîrâ o, âyette buyurulan “ticâreten len-tebûr”[13] sırrına tâlipti”[14].
Yine onun, imkânlarını paylaşma tezâhürlerinden bazılarını yeğenleri Ahmed Topbaş Bey şöyle anlatırlar:
“Mûsâ Efendinin en önemli hasletlerinden olan; sahip oldukları nimetleri sevdikleriyle paylaşma hasletini, küçüklüğümüzden beri müşahade imkânı bulmuşumdur. Meselâ İstanbul’da arabaların daha henüz çoğalmadığı bir dönemde, amcamın Peugeut marka bir arabası vardı. Pazar günleri bizleri ve mahallenin diğer 5-10 çocuğunu arabaya doldurur, gezdirirdi. Sonra yaşlıları dolaştırırdı. Yani arabalarından herkesin istifâde etmesini sağlardı.
Sultantepe’deki köşkü herhalde ellili yılların (1950) ortalarında veya sonlarına doğru almıştı. Köşkte oturmaya başladıktan sonra, yakın aile fertlerini (ablaları, kız kardeşleri, erkek kardeşleri ve diğer yeğenlerini) davet edip orada üç-beş gün misafir ederlerdi. Sanki evin bir kısmı otel gibi ayrılmıştı. O zamanda tabii boğaza nâzır bir yerde gidip kalmak, bir bahçede üç-beş gün oturmak, bizim için sanki bugünkü deyimle bir seyahate gitmiş gibi, ne bileyim uzakdoğuya gitmiş gibi veya başka bir seyahate gitmiş gibi gelirdi. Bavulunuzu, eşyanızı alıp üç-beş gün Sultantepede çoluğunla çocuğunla, çocuksa anasıyla babasıyla kalması bir değişiklik olurdu.
Aynı şekilde bahçesinde yaptırdığı düğünler, Allâh’ın kendisine verdiği nimeti başkasıyla paylaşabilmesinin güzel örneklerindendi. Çocukluk yıllarımızda düğün denilince Hidiv Kasrı vs. kiralansın, diye bir imkân yoktu. Düğün yapılacaksa mutlaka bahçelerde yapılırdı. Bizim de Erenköy’deki evimizin bahçesi düğünler için müsaitti. Daha sonra Mûsâ Efendi Sultantepe’deki yeri satın aldı. Bir ehibbanın ya da muhtacın düğünü olduğu zaman, o bahçelerde yapılırdı. Gerekçesi de Allah Teala bize böyle bir ikramda bulundu, onun şükrü olarak düğünleri burada yapalım derlerdi. Özenle baktığı bahçesine aman zarar gelmesin diye bir düşünceye kapılmadan, bahçesini başkalarının istifâdesine sunardı.
Bizi de o düğün hazırlıklarında çalıştırırlardı. Fakir ve mahdumları Ebubekir Beyi sofra kurulması, sergilerin serilmesiyle görevlendirirlerdi. Yani bu hizmetler için “Haydi fabrikadan beş tane adam getirin sofraları kursunlar” demezlerdi. Ev halkı, eş-dost veya yakınlar gelip sofrayı kurarlardı. O zamanlar çocukluk hâliyle biraz söylenirdi. “Amcam da ne lüzumu var falanın düğününü yapıveriyor” derdik. Tabiî sonra idrak ettik. Amcam o bahçeyi başkalarıyla paylaşarak, bir nevi bahçenin sadakasını veriyordu”[15].
Mûsâ Efendinin cömertliğine muhatap olan sadece insanlar değildi. O elinden geldiği kadar, Allâh’ın yarattığı diğer canlılara da bir şeyler ulaştırmanın heyecanını yaşardı. Abidin Topbaş Bey anlatıyor:
“Mûsâ abim gerçekten Allâh’ın mahlukâtına büyük bir sevgi beslerdi. Onun sevgisi, “Şu kediyi sevdim, haydi şunu veriver” şeklinde sıradan bir sevgi değildi. Onlarla yaşar, onlarla bütünleşirdi. Sağlıklı olduğu dönemlerde, kendisi gider kasaptan ciğer alır, kendisi doğrar, kendisi verirdi. Kedilere isim takmıştı. İsimleriyle tek tek çağırır, onlara elleriyle yedirirdi. Son zamanlarında bunu yapamadığı zaman etrafındakilere, yardımcılarına bunu yaptırırdı. Ama kedilere bakış tarzı da buydu, köpeğe bakış tarzı da buydu. Hele hele insanlara bakış tarzı bunların çok ötesinde bir şeydi. Çok farklıydı”.
Vermek, vermek yine vermek. Aile yakınlarından İbrahim Çağlar Bey anlatıyor:
“Vefatlarından önce rahatsızlık döneminde zaman zaman refakatçi olmaya çalışıyorduk.
Bunlardan bir gün gecenin ilerleyen saatinde biraz sancıları vardı. Masaj yaparak biraz rahatlatmaya çalışıyorduk. Bir müddet sonra «Bana güzel bir şeyler anlatın» dedi. O an aklıma unutamadığım hatıralar geldi.
1960’lı yıllarda her gün öğleden sonra Erenköy’e gelirlerdi. Geliş saatleri her gün aynı idi. Ben ve çevremizden bazı çocukluk arkadaşlarım, onun geleceği saatleri bildiğimizden oyunu bırakır yolunu gözlerdik.
Bizlere karşı gösterdiği yakınlığı, bizi ona yöneltiyordu. Geliş saatinde arabasının yolunu keserdik. Hiç üşenmeden otomobilden iner, daima bir şeyler bulunan bagajı açar, oradan bizlere ikramda bulunurdu. Sonra bizleri okşar, biz de onun elini öperdik. Ve ertesi günü sabırsızlıkla beklerdik.
Bunu kendilerine anlattım. Bir müddet durdu. «Herkese vermek ne kadar güzel, daima verebilsek» dedi gözyaşları arasında”[16].
Mûsâ Efendi Hazretlerinin bu sehâvet ve infak coşkusu, son anlarına kadar devam etmiştir. Nitekim zaman zaman hizmetlerinde bulunan Zâhide Topçu Hanımefendinin anlattığına göre “Hayatının son demlerinde hasta döşeğindeyken, konuşmakta güçlük çekiyordu. Bir defasında işâretlerle divanın üstünü gösterip, orada duran battaniyelerin fakirlere ulaştırılmasını istemişlerdi”[17].
Bu anlatılanlar, onun deryalar misali sehâvet ve infakından sadece bir kaç örnektir. Esasen onun bu vasfı, zorlanarak îfâ edilen bir davranış değil, meleke hâline gelmiş ahlâkının dışa yansıyan tezâhürlerinden bazılarıdır.
[1]. Bkz. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 10, Ağustos 1999.
[2]. Abdullah Sert, “el Vedûd İsminin Mazharı Bir Allah Dostu”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 245, sh. 11, Temmuz 2006.
[3]. Bkz. H. Kamil Yılmaz, “Bir Güzel İnsan”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 18, Ağustos 1999.
[4]. Riyâzat: Nîmetleri kendi nefsi adına kullanırken kifâyet miktarıyla yetinmek.
[5]. Osman Nuri Topbaş, “Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un İnfak Edebi ”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 257, sh. 5, Temmuz 2007.
[6]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 52.
[7]. Mehmet Topçu, “Mûsâ Topbaş Efendiyle Seyahatlerden”, Altınoluk Dergisi, sayı: 233, sh. 10, Temmuz 2005.
[8]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 183-184; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 40-41.
[9]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 60.
[10]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 29-30.
[11]. Ebû Dâvud, Edeb, 16, Hadis No: 4832.
[12]. Bkz. İmam Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet (Ter. Ali Arslan), I, 182-183; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 139-140.
[13]. “Zarar etmeyecek bir ticaret” anlamındadır. Bkz. Fâtır Sûresi, 29.
[14]. Bkz. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 10, Ağustos 1999.
[15]. Ahmed Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 209, sh. 9, Temmuz 2003.
[16]. İbrahim Çağlar, “Vermek Ne Kadar Güzel”, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 14, Temmuz 2000..
[17]. Zâhide Topçu, “Ahlâkı, Nebevî Ahlaktandı”, Şebnem Dergisi, Sayı: 15, sh. 13, 2006.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-