Yeryüzünde Allâh’ın istediği bir kulluk hayatını gerçekleştirebilmek için, hür bir vatan toprağına sahip olmak, îmandan sonra en büyük nimetlerden biridir. Bu bakımdan din, vatan ve millet sevgisi, birbirinden ayrılmaz bir bütün teşkil eder. Hürriyetin sembolü olan bayrak da bir milletin şeref ve haysiyetini temsil eden en önemli değerlerden biridir. Bu itibarla, insanı ve toplumu çürümeye karşı koruyan ve milletin diri ve dinamik bir millet olmasını teminde en büyük âmillerden biri olan dine hizmet etmek, vatana hizmet olduğu gibi, vatan ve milleti koruma adına yapılan tüm fedakarlıklar da dine bir hizmet sayılır.
“Millî Mücâdele” yıllarında doğan ve gençliği, memleketin en zor dönemleri içinde geçen Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, iman, vatan ve millet bütünlüğünün ne anlama geldiğini en iyi idrak eden, gönül sultanlarındandı. Bu Hak dostu, asırlar boyunca Allâh’ın adını/dinini yüceltme adına (ilây-ı kelimetullah), şanlı bir destan yazmış kahraman ecdâdımızın izinde olmayı, kendisine şiar edinmişti. Coşkun bir tebliğ heyecanına sahipti. Nasihatlerinde, faaliyetlerinde ve hizmetlerinde hep bu aşkı dile getirirdi.
Cihad ve mücâhid kelimeleri, üzülerek ifade edelim ki, günümüzde bilinçli olarak saptırılmakta, şiddet, fitne ve terör gibi olumsuz, kötü ima ve çağrışımlarla ilişkilendirilmektedir. Hâlbuki İslâm, fitnenin ve terörün en büyük düşmanıdır. Yeryüzünden fitnenin tümüyle kaldırılması ve sulhun hâkim kılınması, İslâm’ın nihâi hedefidir. İslâm, insanı kendisiyle, Rabbiyle, diğer insanlarla ve hatta tüm kâinatla barıştırmanın ve daha ötede dost kılmanın adıdır. Mücâhid de, insanla İslâm arasına giren engelleri kaldırmaya var gücüyle çalışan kimse demektir. Bir başka ifadeyle, mücâhid, fitneyi ortadan kaldırmak ve Allâh’ın dinini yüceltmek (ilây-ı kelimetullah) gayesiyla malını ve canını ortaya koyan kimsedir. İşte Mûsâ Efendi bu anlamda tam bir mücâhiddir.
Ehlullah hazarâtı cihâdı iki kısımda değerlendirmişlerdir: Büyük cihad ve küçük cihad. Muhterem Üstâz bu iki cihadı şöyle izah ederlerdi:
“Küçük cihâd: Küffâr ile yapılan mücâhede ve muharebedir. Büyük cihâd: Nefisle cihad etmektir ki, bâtını (yani içimizi, rûhumuzu) ıslâh demekdir. Muharebe zâhiri ıslâhtır. Bâtını ıslâh ise zâhiri islâhdan daha zor ve uzundur. Küçük cihâdın gâyesi, cennet ve rahmete nail olmak; büyük cihâdın gâyesi ise Hak Teâlâ’yı ve Cemâl-i ilâhiyi müşâhedeye vâsıl olmaktır. Küçük cihâdın gâyesi şehâdet, büyük cihâdın gayesi sıddîkıyettir. Şüphesiz ki, sıddîkların derecesi, şehidlerin derecesinden üstündür.
Harp zuhurunda harbe gitmek, harpte Allah yolunda canını vermek cihâd olduğu gibi, Allah yolunda yapılan her iş ve fedakârlık da cihâd cümlesindendir. Nefsimizle meşgul olup onun serkeşliği ile mücadele etmek en büyük cihad olduğu gibi, zenginlerin zekâtlarından başka, bütün yapmış oldukları hayırlar cihaddır, sadakadır.
Öğretmenlerin fî sebîlillâh öğrettikleri meşrû bilgiler, cihâddır, sadakadır.
Asâkir-i İslâmiyye’nin, hudutları düşmandan muhafaza etmeleri, cihaddır, sadakadır. Doktorların, hastanelerde şefkat ve büyük bir itina ile hastaları fî sebîlillâh tedavi etmeleri, cihaddır. Sanatkârların, memurların, işçilerin de üzerlerine aldıkları vazifeyi hüsn-i istimal etmeleri, cihaddır, sadakadır”[1].
Bu büyük Allah dostu, cihâdın her iki çeşitinde de öncü ve önderdi. O, Allâh’a vuslat yolunda en büyük engel olan nefsânî arzularını yenerek, bu alanda başkalarına da rehberlik edebilecek seviyeye gelmiş, öncü ve önder bir insandı. Kendi nefsiyle cihâdı ihmal edip, âleme nizam vermeye kalkanları “laf mücâhidleri” diye adlandırarak şöyle tasvir ederdi:
“Bazı laf mücahidleri vardır ki, yerler, içerler, yerli yersiz devamlı konuşurlar, nefislerinin her arzusunu yerine getirirler. İşleri, güçleri tembel tembel oturup, şunun bunun aleyhinde bulunmaktır. Bilgisiz, gâyesiz mücâhidlik, insanı tembelliğe, lâf cambazlığına, yersiz itirazlara sevkeder. Nefsinin esiri olduğu için, ne kendisine, ne İslâmiyete ne de vatan ve millete faydalı olur. Rûhen inkişaf hâlinde olmadığı için daima kötümser haldedir. Gönülleri Allah, Peygamber ve Allah dostlarından hicaplı (kapalı, perdeli) olduğu için, semereli hiç bir iş ellerinden gelmez, vakitlerini dedikodu ile geçirirler. Buna rağmen mağrurdurlar, kendilerini bu bakımdan mücâhid zannederler. Hâlbuki zannetdiklerinden çok uzaktadırlar. Çok zaman faydalı olacakları yerde, dar bir görüş içinde olmaları sebebiyle, zararlı olmaktadırlar. Yarım yamalak bilgileri ile her konuya burunlarını sokarlar. En ufak bir hizmeti yüklenemezler. Hâlık Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, bunlara hidâyet yolunu açsın! Ve hepimize de hakiki mücahidlerin yolunda gitmeyi nasip eylesin. Amin!”[2]
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, yeni yetişen nesilde fedâkârlık ruhunun yeterince gelişmediğini görür ve üzülürlerdi. “Din, vatan, bayrak ve milletin korunması, ancak fedâkâr bir gençliğin yetişmesine bağlıdır”, diyerek, bu uğurda elinden ne gelirse yapmaya gayret ederlerdi. Hatta İslâm ve Türk tarihinden kahramanların örnek fedakarlıklarının anlatıldığı “İslâm Kahramanları” isimli üç ciltlik kitabı, bunun için kaleme almışlardı. Nitekim kitabın giriş kısmında bu niyetlerini şöyle dile getirmişlerdir:
“Günümüzde bu eseri okumaya çok ihtiyaç olduğu kanaatinde olduğumuz için, kahramanlık derleyen eserlere müracaat edildi. Cenâb-ı Hakk’ın izni ile verimli neticeler alındı. Bu kitaptan kadın-erkek, genç-ihtiyar, her meslek erbâbı istifâde edeceklerdir. Çünkü bunlar hayal mahsulü değil, tarihe mal olmuş hakiki kahramanlık ve fedâkârlık menâkıplarıdır.
Sebat ederek okunduğu takdirde o kahramanların hayatını okudukça, onlara karşı, sevgimiz, takdîrimiz tezâyüd eder, onların o tertemiz Hak uğrunda mallarından, canlarından geçtiklerini görür, kendimizde onlar gibi şerefli bir hayatı düstûr etme arzusu belirir. Zaman gelir bu okuduğumuz menâkıplardan gönlümüzde huzur hâli teessüs eder. Korku kalpten çıkar, icap ederse din ve vatan uğruna ecdâdımız gibi, canımızı, malımızı seve seve fedâ etmeye hazır olmuş oluruz”[3].
Müslümanlık adına vatan ve millete duyarsız kalmanın büyük bir gaflet olduğunu sık sık hatırlatırlardı. Buyururlardı ki:
“Hakiki müslüman, ailesini, büyüklerini, yurdunu ve bayrağını sever, insanlara karşı yumuşak davranır ve imkân buldukça herkese yardım eder”[4].
Particilik ve hizipçilikten şikayetçiydiler. Yakınlarını ve sevenlerini bu alandan uzak tutmaya çalışırlar ve bu konuda da şöyle bir ölçü koyarlardı:
“İfrattan, tefritten, hizipçilikten, particilikten kaçınmalıyız. Bazı çalışmalara ifrat derecesinde bağlanıp namazı terkedecek şekilde onun peşine düşmek de mahzurludur. Biz hayrı şundan veya bundan değil, Cenâb-ı Allah’tan bekleriz. Ama ehlini severiz, sırası geldiği zaman desteğimizi veririz. Her işin ehli vardır, onun ehli de işleriyle meşgul olsunlar”[5].
Kim olursa olsun, dine, vatana ve millete hizmeti dokunanları takdir eder ve kendilerine dua ederlerdi. Meselâ Rahmetli Adnan Menderes’in imar hareketlerini, millet sevgisini ve nezâketini hep takdir ederlerdi.
Muhterem Üstâz, câhil ve görgüsüz bir gençlik yerine, bilgi ve irfan ehli bir neslin yetişmesi gereğini her fırsatta dile getirir, kendisi de bu uğurda üzerine düşeni yapardı. Meselâ her yıl düzenli olarak özel infak fonu içerisinden “kitap fonu” diye önemli bir miktar ayırır ve bu fondan ilgili gençlere yüzlerce kitap hediye edilmesini temin ederdi. Üniversite bitirmiş olan gençlere Osmanlı tarihi ile ilgili kitapları, tarihi kahramanların menkıbelerinin anlatıldığı kitapları alır, gittiği yerlerde onları hediye ederdi. Arabalarında bu nevi kitapları sürekli olarak bulundururlardı. Hatta “Bir kitap her zaman bir çikolatadan kıymetlidir. Bir çikolatayı verirsiniz ama birkaç günde biter, kitap ise nesillere kalır”[6] buyururlardı.
Gönlünün arzuladığı vasıflara sahip gençleri gördüğü zaman neşesi artar, onlara ayrı bir teveccühü olurdu.
Muallimlere vazifelerinin önemini hatırlatır, zaman zaman kendilerine hususi ikaramlarda bulunurlardı. Hatta “Yeniden hayata başlayacak olsam, muallim ya da doktor olurdum. Çünkü her ikisinde de insana hizmet vardır.” buyururlardı.
Dildeki yozlaşmanın neslimize yapılan en büyük kötülüklerden biri olduğunu ifade eder ve üzüntülerini dile getirirlerdi. Azerbeycan Milli Şairi Mehmed Aslan Bey’e verdiği mülakatta bu konuda şunları söylüyordu:
“Ne yazık ki, Türkiyemiz’de eskisi gibi güzel edebiyat lisânı kalmadı. Yazarlar basit, şâirler de altın kelimelerimizi ya bilmediklerinden ya da beğenmediklerinden kendi kendilerine acâip garâip şeyler uydurdular. Altın tuğlaları edebiyat duvarından söküp atıyor, yerine çamur dolduruyorlar. Bu dil kargaşası, hiçbir halkın başına gelmemiştir. Böyle bir memlekette bundan sonra şâirler nasıl yetişebilir? Şüphesiz dili yozlaştıranların gayesi, Müslüman düşmanlığı! Müslümana karşı savaşın mantıkî devamı!..
Bir lisan en az üç – beş asırda şekillenip meydana gelir. Osmanlıca oldukça zengin bir dil! Türkçe’yi, Arapça’yı, Farsça’yı ve daha bunun gibi birçok dili kendi içerisinde eritip zengin bir dil olduğunu, Osmanlı İmparatorluğu zamanında açık bir şekilde ispatlamıştır. Bugün dilimizin, dinimizin, mâneviyatımızın düşmanları güyâ bu lisanla asrın medenî – teknik inkişâfını ifâde etmek zor olur diye, uydurma gülünç kelimeler kullanıyorlar. Türkçemiz, muâsır ilmî – teknik asrın bütün mefhumlarını ifâde edebilecek güçtedir. Yeter ki, sen ona şefkatle yakınlaş, onun geniş imkânlarını öğrenmeye gayret göster! Dünyada hiçbir kavmin lisanı, bizim dilimiz gibi sun’î mücadeleye mâruz kalmamıştır. Dil, yüzyıllar süren zaman zarfında ancak halk tarafından oluşturulur. Onu kanun ve kararlarla atıp, yerine uydurma kelime koymakla kısır hâle getirenler en başta bu halka ihanet etmiş olurlar.
Edebî geçmişimizde eserlerinin dilini öztürkçe kullanan büyüklerimiz olmuş. Yunus Emre gibi. Ana sütü gibi temiz, tatlı, duygulu, halkın öz dili gibi şekerli bir dil! Okudukça rûhunun karanlıklarına ışık gelir; gözün – gönlün açılır!..
Önceleri okuyan ve okumayan belli olurdu. Kimin akıllı, kimin câhil olduğu göz önünde idi. Bir mahallenin sakinleri, bir bahçıvan, bir işçi, Türkçemizi derinden bilir, fasih şekilde konuşabilirdi. Şimdiki üniversite bitirmiş, hattâ 5-6 fakülteye girip-çıkmış, mezun olmuş nice gençler var, ik -üç kelimeyi lâyıkı vechile yan yana getiremiyor. Çünkü Türkçemizi bilmiyorlar, onun geniş imkânlarından habersizler.
Önceden Türkçemizin mükemmel imlâsı vardı. İmlânın edebi gözetilirdi. Ya şimdi, Türkçemizin örnek olabilecek imlâ yazı şekli bile yok! Herkes kendi bildiği gibi yazıyor. Türkçemiz ortalıkta sefil çocuk gibi kaldı. Bu “Sefil”in hâli her gün biraz daha fenâlaşıyor. Derde devâ bulunmayınca illet kök salar, vücuttan çıkmak istemez…”
Dil çok mühim! Dil halkın târihi hâfızası, dil milletin varlığının esâsı! Dil, kısaca diyecek olursak, milletin özü! Bu yüzden de onu unutturmaya çalışıyorlar. Şimdi arşivlerde, kütüphânelerde eski harflerle kaleme alınmış çok kıymetli eserler var. Genç nesil mâzisinden kopmuş bir halde, geçmişinden, soyunun târihî gayretinden habersizdir.
Ey bugünün münevver Türk gençliği!
Tarihini iyi öğren! Kütübhanelerdeki eski eserleri oku! Bilgini çoğalt. Eski Türk Osmanlıca harflerini bilmiyor isen, çalış öğren, bilhassa Kur’an-ı Kerim’i kolaylıkla okuyabilenler, beş altı ayda kolaylıkla öğrenebilirler. Zannedildiği gibi zor değildir. Cenâb-ı Hakk’ın izni ile kısa zamanda istenilen netice elde edilir”[7].
Batı taklitçiliğinin revaç bulduğunu ve kendi medeniyet değerlerimizin zayıfladığını üzülerek ifade ederler ve bu durum karşısında pasif durulmamasını, bir şeyler yapılmasını arzu buyururlardı. Her şeyde pazarlamanın önemli olduğunu hatırlatırlardı. Kendi değerlerimizi ve güzelliklerimizi iyi anlatamazsak, bâtılın revaç bulacağını ve bundan da sorumlu tutulacağımızı beyan ederlerdi. Bu bakımdan basın ve yayın dünyasıyla da yakından ilgilenirlerdi. Erkam Yayınlarını ve Altınoluk Dergisi’ni kuran ve başlatan oydu. Hatta bir defasında kendisine bu alanla ilgili şöyle bir soru sorulmuştu:
“–Efendim Topbaş ailesi olarak siz ve yakınlarınızın, Türkiye’de ilk islâmî gazetenin çıkarılmasına yardımcı olduğunuzu biliyoruz. Zât-ı âlinizin de basınla ne kadar ilgilendiğinize şahidiz. Hem Altınoluk’a hem diğer İslâmî gazete ve dergilerin tirajlarına yönelik alâkanıza muttali oluyoruz. Şimdi bu alan genişledi malûmuâliniz. Radyolar var, televizyonlar var. Bu alanlardaki çalışmalara yönelmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?”
“–Her şey ehlinin elinde olursa, çok faydalı. Ehlinin elinde olursa. Vakıflar gibi”.
“–Meselâ bazı toplantılarda soruluyor Efendim. Altınoluk’un bir gazetesi olacak mı? Radyo, televizyon düşünüyor musunuz?” diye.
“–Radyo, televizyon kurulup da hüsn-i istimal edilirse, ihtiyaç var; hem de çok. Koca Belediye reisi, koca parti başkanı, bir neşriyat vasıtası yoksa derdini anlatamıyor. Ama bir gazete, radyo, televizyon olursa birden bire iş değişiyor. Ehlinin elinde olursa her şey iyi. Daruşşafaka meselâ, ne kadar güzel bir müessese idi eskiden. Çocukluğumuzda en değerli hocalar oradan çıkıyordu. Namazlarını kılarlar, oruçlarını tutarlar. Yirmibeş sene kadar evvel nâehil ellere geçti. O güzel müessese bir anda altüst oldu gitti. Bir de bu tür müesseseleri kaptırmamak lâzım. O zaman en faydalı şey, en zararlı hale geliyor”[8].
Mûsâ Efendinin dinî gayreti, vatan sınırlarını da aşardı. Dünyanın neresinde bir müslüman ve mazlum varsa, onun gündemini oluştururdu. Güney Afrika, Filipinler, Filistin, Afganistan, Bosna-Hersek, Karabağ vb. coğrafyalardaki müslümanların durumu onun gönlünde hep yerini aldı. Bunları sadece dile getirmekle kalmaz, açılan kampanyalara ciddi destekler verir ve etrafını harekete geçirirdi. Oturup sızlanmak yerine, bir şeyler yapmak gerektiğini hatırlatırdı.
Komünizm belâsından yeni kurtulmuş din ve kan kardeşlerimizin imdadına koşulmasını telkin ederdi. Hatta muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendinin bu uğurda gösterdiği büyük himmet ve gayretleri “elhamdülillah” diyerek takdir ederler ve hiç şüphesiz büyük destek de verirlerdi. Balkanlar’a bu niyetle giden esnaftan samimi ve gayretli kardeşler huzuruna geldiğinde “Gelin bakalım mücâhidler, neler yaptınız anlatın bakalım” diyerek büyük bir zevk ve neşeyle kendilerini dinlerler ve “İnşaallah güzel şeyler olacak, yılmadan, yorulmadan devam edin” buyurmak suretiyle gönüllerine sürur verirlerdi.
Endonezya’da ekonomik sıkıntıyı istismar eden Batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek Hıristiyanlığı yaymaya çalışması söz konusu olduğunda, “Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse..” diyerek teessürünü ifade etmişlerdi. O sadece etrafını görüp gözeten birisi değil, nerede ihtiyaç varsa orayı gören ve ihtiyacı gidermeye çalışan derya gönüllü bir Hak dostuydu.
Uzun zaman Medine’de mücâvir olmuş ve Üstâzın yakınlarında bulunmuş Hattat Ali Hüsrevoğlu Bey anlatıyor:
“Mûsâ Efendi Üstâzımızla Medine’de bir zatın ziyaretinde bulunmuştuk. Bu muhretem zat, Üstâz Hazretlerine bir ricada bulundular. Bu rica şu idi: Yetkili makamlardan biriyle görüşüp bazı konularda Türkiye’deki Kur’an hizmetine yardımcı olmak istediğini, bu konuda verecekleri işâretin kendileri için fevkalâde kıymetli olduğunu ve hizmetini bu istikâmette gerçekleştirmek istediğini söylüyordu. Muhterem Üstâz ona şu cevabı verdi:
“−Allâh’a şükür Türkiye’de bu konunun önemi anlaşılmış ve imanlı halkımız, kendini bu hizmete vermiştir. Zenginler bir tarafa, fakirler bile verecek paramız yok demeyip, Kur’an hizmetinin yürütüleceği yerlere bedenen hizmet ederek yardımda bulunmaktadırlar. Siz, yapmak veya yönlendirmek istediğiniz yardımları, daha çok Avrupa ülkelerine yönlendiriniz. Oralara çalışmak için giden binlerce müslümanın çocuklarını, papazlar ve misyonerler Hıristiyan yapmaktadırlar. Asıl faydalı olan, bir çeşmenin yanına bir çeşme daha yapmak değil, suya ihtiyacın bol olduğu, fakat suyun bulunmadığı yere çeşme yapmaktır”.
Peygamberimizin soyundan olan bu zat, Üstâzın yukarıdaki cevabını duyunca hayran kaldı. Muhterem Üstâzın bu teklife çok memnun olacağını hemen adres göstereceğini zannediyor olmalıydı. Böyle bir cevabı da beklemiyordu. Birkaç dakika düşündükten sonra dedi ki:
“Biz bu muhterem zattan layıkıyla istifâde edemiyoruz. Meseleleri hep tek yönlü düşünüyoruz. Hâlbuki o çok yönlü düşünüyor. Gerçekten dünyanın birçok yerine ulaşamıyoruz ve binlerce müslüman evlâdı onlardan gördüğü ilgi neticesinde mânâ zaafına düşüyor”[9].
Mü’minlerin birbirlerine karşı “Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker”, yani “iyiliği emretme ve kötülükten vazgeçirme” vazifesine ehemmiyet verirler, ancak bu konuda da üslûba daha çok dikkat edilmesi gerektiğini bir hatırasını naklederek şöyle ifade ederlerdi:
“Takriben yirmi sene kadar evvel Eyyüp Sultan Camii’nde namazımızı edâ ettikten sonra, çıkarken kapı önünde bir kadın bekliyordu. Gayet saygılı ve samimi bir şekilde yanımıza yaklaştı. Bilmediği bir şeyi öğrenmek istiyordu. Kadıncağız sualini sormadan yanımdaki yaşlı şahıs onu öyle hakaretâmiz bir şekilde azarladı ve kovdu ki, o sualini soramadan yanımızdan hemen uzaklaştı. Hürmet ve saygısının yerini kin almıştı muhakkak.
Herkesin bilgisi görüşü aynı olmadığına göre, o kadıncağızın saygı ve samimiyetinden istifâde ederek onu tenvir etmek gerekirdi. Onun soracağını iyice dinledikten sonra, önümüze bakarak tatlı bir eda ile:
“–Hemşire! Bundan sonra başını örtmeyi ihmâl etme! Bu Cenâb-ı Hakk’ın emridir ve hemşirelerimizin haysiyet ve şerefidir”, denilse idi, Allahü a´lem çok tesirli olurdu. Çünkü kadın saygılı ve samimi idi.
Bu hususta çok dikkatli ve bilgili olmak gerekir. Bu vazifeyi yapan kimse, evvelâ kendi nefsini ıslâh etmeli, sonra da başkası ile meşgul olmalı. Yerinde yapılmayan müdahale, bazen zararlı bile olabilir, kaş yaparken göz çıkarılmış olur, hatta ikaz edilen muhâtabın küfrüne dahi sebep olunabilir”[10].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, edebiyle, irfanıyla ve gayretiyle örnek bir insandı. Kendisine “Siz birşeyler verebilmek için çırpınıyorsunuz. Onu hissediyoruz efendim” denilince buyurmuşlardı ki:
“–İşte yılmak yok. Allah için, Hak yolunda nasıl işe başladık, öyle yürütmeye, elimizden geldiği kadar, sa’y u gayret edeceğiz Allâh’ın izniyle”[11].
Hakikaten yılmadılar. Son nefeslerine kadar bu azim ve heyecanlarından hiçbir şey kaybetmediler.
[1]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 29; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 169.
[2]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 169; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, VI, 26-27.
[3]. Sâdık Dânâ, İslâm Kahramanları, I, 6.
[4]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 199.
[5]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 39-40.
[6]. Abdullah Sert, “el Vedûd İsminin Mazharı Bir Allah Dostu”, Altınoluk Dergisi, Sayı: 245, sh. 12, Temmuz 2006.
[7]. Bkz. Mehmed Aslan, Bir Sultan Yaşardı Sultantepe’de, sh. 69-72; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 143.
[8]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 99.
[9]. Ali Hüsrevoğlu, “Medine Günleri”, Altınoluk Dergisi, sayı: 197, sh. 11, Temmuz 2002.
[10]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 144-145.
[11]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 203.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-