İnsan hayatında dönüm noktası olan bazı hâdiseler ya da kişiler vardır. Mevlânâ’nın Şems’le buluşmasında olduğu gibi, maneviyat ricâli arasında da böylesi dönüm noktaları vardır. Farklı, bilinmedik bir cezbeyle, Hak aşıklarının birbirine muhabbet ve ülfetle kilitlendiği başlangıç anları olagelmiştir. Bu cezb ve incizâbı, çoğu zaman akılla tahlil edip izah etmek zordur. Muhabbet de ülfet de, ikrâm-ı ilâhidir. Sevmek istediğimiz hâlde sevemediğimiz, dostluk kurmak istediğimiz hâlde ülfet edemediğimiz kimseler olur. Tasavvuf eğitiminde mürşid ile mürid arasında muhabbet oluşmamış ise seyr u sülûk başlamamış demektir. Zira muhabbet olmadan, teslimiyet; teslimiyet gerçekleşmeden de manevî hâl akışı imkânsızdır. Bu bakımdan mürid ile mürşid birlikteliğini bir takım merasimlerden ibaret zannederek, muhabbet bağı kurulmadan şeklî bağlılıklar kurmak ve böylece adam çoğaltma yarışına soyunmak, mânen büyük bir sorumluluğun altına girmek demektir.
Mûsâ Efendi Hazretlerinin Hasib Efendiye intisâbı, kendi ifadeleriyle “öylesine bir intisap” iken Sâmi Efendi Hazretlerine bağlanışı gerçek bir intisaptı. Kendileri ilk tanışmada yaşadıklarını şöyle anlatırlar:
“1950 senesinin yaz aylarının, yerlerini sonbahara terk edeceği Ağustos sonlarında idi. Mûtad olarak, ailece her sene dinlenmek için Bursa’ya gider, Çekirge’deki banyolu otellerde 15 – 20 gün kaldıktan sonra, tekrar İstanbul’a dönerdik.
Fakat bu sene Bursa’ya geldiğimizde, bir haftadan beri halkta diğer senelerin huzur ve neş’esini göremiyorduk. Herkeste bir bezginlik, bir sıkıntı hâli seziliyordu.
Bilhassa yaşlılar, «Biz kuraklığın ne olduğunu biliriz», diyorlardı. Çünkü Bursa ovasının, o zamanki canlı yeşilliğinin donuklaşmaya, Nilüfer Çayı’nın kurumaya, Çeltik tarlalarının suyunun çekilmeye başladığı ve şehrin bazı semtlerinin musluklarının akmadığı görülüyordu. Ulu, Yeşil, Hüdavendigâr ve diğer muhtelif camilerde, sürekli yağmur duaları yapılıyordu. Ayrıca Uludağ eteklerinde, küme küme insanların, ihtiyarların, çocukların, koyun, kuzu, keçi ve sığır sürülerinin götürüldüğü görülüyor ve oralarda devamlı yağmur duaları yapılıyordu.
Günler böylece birbirini takip ediyor, dua ve yalvarmaların tesiri henüz görülmüyordu. Yine bir gün Servinaz Oteli’nin bahçesinde, ovaya nâzır, havuz kenarında muhtelif kimseler oturuyorlar, aralarında muhtelif konulara dair mübahaseler yapıyorlardı.
Cemaat arasında bir fısıltı duyuldu. Sonra bir müddet sessizlik. Adanalı Sâmi Efendi Hazretleri teşrif etti, denildi. İçlerinden biri söz alarak:
“Bu zat Allah sevgilisidir; yemez, içmez, uyumaz, sabahlara kadar Ümmet-i müsliminin salâhı için dua eder. Her hâli ahlâk numûnesidir, her hareketi Kur’ân ahkâmına uygundur. Her gittiği yere bereket götürür, hastalar şifâ, dertliler devâ bulur.” diyordu.
Ben bu ismi ilk defa duymuştum. Bu sözler kalbimde yer etmişti. «Böyle bir zamanda böyle bir Allah dostu nasıl bulunur?» diye içimden geçirdim.
Otelin, ovaya bakan iki odalı bir bölümüne, iki refiki ile yerleşmişlerdi. Aradan kısa bir zaman geçmişti. Gökyüzü birden bulutlandı, karardı. Gök gürültülerini tatlı tatlı yağan yağmur takip etti. İki üç gün aralıksız devam etti. Dereler doldu, soluk otlar yeşillendi. Herkes «Elhamdülillah, kuraklık tehlikesi atlatıldı» diye Cenâb-ı Rabbü’l-âlemîn Hazretlerine şükürlerini izhâr ediyorlardı.
Gülmeyen yüzler gülmüş, sıkıntıda olan sîneler açılmıştı. Muhterem Üstâz ve iki arkadaşı, yağmur altında, şemsiyelerini açarak, devamlı olarak Hüdavendigâr Camii’nde vakit namazlarını edâ ediyorlardı… Yaz olmasına rağmen, şemsiyelerini yanlarına almalarının bir sebebi, hikmeti vardı.
Öyle bir cezbeye, sevgiye tutulmuştum ki, bahçenin bir kenarında onların gidiş ve dönüşlerini bekliyor, geriden temâşâ etmekten, büyük bir haz duyuyordum. Çocukluğumdan beri, kemâl ehline karşı derin sevgim vardı. Büyük zatların ziyâretine gider, onlarla oturmaktan, onları dinlemekten zevk alırdım. Onlar da âlicenab insan oldukları için, samimiyetimi gördüklerinden, yaşımın küçüklüğüne rağmen huzurlarına kabul ederlerdi. Fakat bu Allah dostundaki hâl, vakar, edâ, tavır şimdiye kadar gördüklerimden hayli farklı idi.
Kendilerine yaklaşmak, hizmet-i âlilerinde bulunmak, dualarını almak istiyordum. Refiklerinin izni ile huzurlarına çıktım. Nereye arzu ederlerse arabam ile hizmete âmâde olduğumu söyledim. Dışarıdaki vasıtalarla ihtiyaçlarını gördüklerini beyân ederek özür dilediler, yani kabul etmediler. Yalnız birkaç gün sonra Mudanya yolu ile İstanbul’a döneceklerini ve beraberce oraya götürmeme muvafakat ettiler. Zikredilen günde Mudanya’ya kadar beraberce gidildi. Vedâlaşıp ayrıldım. Vapur ufukta kayboluncaya kadar, yaşlı gözlerimle seyrettim.
Bu mürşid-i kâmilin sevgisi gönlümde o kadar yer etti ki, hayâli gözümden hiç gaib olmadı”[1].
***
Mûsâ Efendi -kuddis sirruh- bu mülâkattan sonra Sâmi Efendi Hazretlerini zaman zaman ziyaret etse de, altı yıl kadar bu âlî yola zâhiren intisap nasip olmamıştır. Ancak yıllar geçtikçe içindeki iştiyak dayanılmaz hâle gelmiş ve büyük bir istekle bu ulu kapıya bağlanmaya karar vermişlerdir. Muhterem Üstâz o günlerini de şöyle anlatır:
“Asıl intisabımız 1956 senesinde nasip oldu. Fakat 1950-56 arasında da ara sıra ziyaretlerine giderdim. Bu arada, bir defa olsun «Ders alsanız» şeklinde bir kelâm etmediler.
1956 senesinde ailecek Malatya’ya bir seyahate gittik. Bu seyahat 15 gün sürdü. Kendi aramızda devamlı Necip Fazıl’ın Halkadan Pırıltılar’ını okuyoruz. Tasavvufa alâkamız artıyor. Bu esnada ara ara yaptığımız ziyaretlerle, Üstazımıza olan muhabbetimiz de dayanılmaz bir derecede büyüdü.
Seyahattan döndük, benim içim yanıyor. Üstazımı ziyaret etmek, ders almak istiyorum. O zaman, Erenköy’deki «Güllü Köşk»te ikamet ediyorlar. Gidiyorum, daha teşrif etmemişler. Yarım saatte bir orada bitiyorum. Hâlbuki bu, biraz sû-i edep oluyor; ama o zaman onu düşünecek hâlim yok. Böyle, yedi sekiz kere gittim çaldım kapıyı. En sonunda teşrif ettiler, kabul buyurdular. Zaman ne kadar çabuk geçiyor, dün gibi.
Bu görüşmemizde istihâre tavsiye ettiler. Ne görülecek bakalım, onu öğrenmek istiyorlar. Kadirî’ye mi yoksa Nakşî’ye mi kabiliyet var? Gece yattım. Beyaz bir kâğıt, tertemiz. Siyah bir yazı ile “Nakşibend” yazıyor. Ondan sonra huzur-i âlilerine gittim. Teveccüh ettiler, vazifeyi verdiler.
Büyüklerin teveccühü de bir başka oluyor tabiî. O anda dünyaya bakışım ve görüşüm değişti. Eski sevdiklerimi sevemez hâle geldim. Her gün beraber yiyip içtiğim arkadaşlar vardı; bir anda silindi. Ne onlar fakiri aradı, ne de ben onları aradım. Mânevî tasarruf da başka bir şey. Hatta Bekir Hâki Efendi vardı her hafta ziyaretine gittiğim hocaefendi. Ona da gidemez oldum. Böyle himaye ettiler elhamdülillah.
Mâneviyat ayrı bir şey. Cenâb-ı Hakk’ın has kulları, yine O’nun izniyle bir nazarla, isterlerse, karşıdakinin de kabiliyeti varsa, vakti saatinde ise bir anda işini bitiriverirler. Bir anda. Öteki 3 sene, 7 sene, 10 sene, 30 sene çalışır, onun dûnundadır. Onun için bazıları gençleri hesaba koymazlar. Biz yaşlıyız, 30 sene hizmetimiz var, 40 sene hizmetimiz var derler.
Muhterem Üstâzım Mahmûd Sâmi -kuddise sirruh-’un huzur-i âlilerine girdiğimizde, tasavvufa dair hiçbir malûmatım yoktu. Bize evrad verecekler, yapacağız, o kadar. Mânevî değişiklik gibi şeylerden haberimiz yoktu. Zâhirî bir ders gibi telâkki ediyorduk. Nakşibendiliğin farkı bu işte. Diğer tarikatlerin nihayeti onun başlangıcı oluyor. Ne kadar mühim. Kalbe kuvvetli bir aşk aşısı vuruluyor. Sâlik hakikaten zeki, anlayışlı ise onun kıymetini biliyor, o hâlini muhafaza ediyor. Biraz noksanlığı olan ise, istifâde etse bile o kadar alamıyor”[2].
Mûsâ Efendi Hazretleri bu intisaptan sonra, müthiş bir incizapla kendilerini bu manevî yola adıyorlar. Büyük bir insan sarrafı olan Sâmi Efendi Hazretleri de, bu müstesnâ kabiliyeti büyük bir ihtimamla yanlarına alıyorlar. Tâlip ve matlûb birbirini sevince, maneviyâtın o uzun ve tehlikelerle dolu yolculuğu, büyük bir zevk ve iştiyakla devam edip gidiyor. Muhterem Üstâz Mûsâ Efendi, Sâmi Efendi Hazretlerinin kendisine olan hususi ilgi ve iltifatını “Bu âli yola kabul buyurulduktan sonra Üstazımız bu fakire karşı istisnâî bir ihtimam gösterdiler”[3] sözleriyle ifade ettikten sonra, yine büyük bir tevazu içinde “Otuz üç sene geçmesine rağmen nefsimden sıyrılamadım. Bütün ömrüm hata, nisyan ve gaflet içinde geçti. Buna rağmen Rabbimize hüsn-i zannım, sevgim daima tezayüd etti. Rabbimin sevdiklerini cân u gönülden sevdim, düşmanlarına da adavet ettim”[4] buyururlardı.
Mûsâ Efendi Hazretleri bu tanışma ve intisaptan sonra artık büyük bir Allah dostu ve Peygamber varisinin yanıbaşında, tam bir hizmet insanı olmaya kendini adamış bir mürid-i sâdıktır.
[1]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 119-120.
[2]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 44-45, 58-59.
[3]. “Kendi Kalemlerinden Kısa Terceme-i Hal”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 12, Ağustos-1999.
[4]. “Kendi Kalemlerinden Kısa Terceme-i Hal”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 12, Ağustos-1999.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-