-
ÇOCUKLUK YILLARI
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, Osmanlı Cihan Devleti’nin son dönemlerine rastlayan 1917 (1333) yılında Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Yani o, bir Osmanlı vatandaşı olarak Anadolu topraklarında dünyaya gözlerini açmıştı. Muhterem pederleri, muhaddisin-i kiramdan, Halid-i Bağdâdî’nin halifesi olan Ahmed Kudsî Efendinin torunu, Ahmed Hamdi Topbaş Efendidir. Vâlideleri ise Âdile Hanımefendidir.
Memleket, savaş yıllarını yaşamaktadır. Aile, asırlık ikametgâhı olan Kadınhanı’ndan İstanbul’a göç etme kararı almıştır. Mûsâ Efendi henüz altı aylık bir bebek iken, doğduğu yıl içinde (1917) bu hicret gerçekleşir.
Başlangıçta, İstanbul’un Lâleli bölgesine yerleşilir. İkâmetgâh olarak bu bölgenin tercih edilmesinde, işyerine yakın olması etkili olmuştur. Ahmed Hamdi Efendi o günlerde, Eminönü Sultanhamamı mevkiinde manifaturacılık yapmaktadır. Ancak çok geçmeden asil ve şahsiyetli bir âile reisi olan Ahmed Hamdi Beyde büyük bir tedirginlik başlar. Zira yerleşilen muhitte, âilenin terbiyesine halel getirebilecek bazı yerlerin varlığını hissetmiştir. Neslin korunması bakımından muhitin ehemmiyetini çok iyi bilen firasetli baba, yeni bir kararla âileyi Erenköy’e taşır.
Erenköy, Sultan Abdülaziz (1861-1876) ve Sultan İkinci Abdülhamid (1876 – 1909) dönemlerinde, Osmanlı üst düzey bürokratları ve âlimleri tarafından ilgi gören semtlerden biri olmuştur. Bu dönemde Erenköy, bağ ve bağ evleri ile dolmaya başlamış, geniş bahçeli ahşap köşkler ile konakların yapımı hızla yaygınlaşmıştır. Sessiz, asûde ve huzurlu bir ikâmet mahallidir. Son derece sâkin bir nüfusa sahiptir. Yollar, yeni yeni açılan toprak yollardır. Ulaşım vasıtaları, hem gelişmemiş, hem de nâdiren bulunabilmektedir. İşte bu şartlar altında Ahmed Hamdi Efendinin, işyerine hayli uzak olmasına rağmen böyle bir tercihte bulunabilmesi, dirâyet, firâset ve şahsiyetinin ipuçlarını vermesi bakımından önemlidir.
Böyle bir muhitin daha çocuk yaşlarda iken Mûsâ Efendi üzerinde bıraktığı müspet tesirleri, yıllar sonra kendilerinin şu ifadelerinden anlıyoruz:
“Takriben yedi sekiz yaşlarında idim. Çocukluğumun Erenköy’de geçmesi bakımından o zamanın bilhassa Erenköy’deki halkın birbirlerine karşı, samimiyet, muhabbet ve nezâketlerini düşündüğümde, günümüzle mukayese eder de çok üzülür ve müteessir olurum.
Samîmî bir aile fertleri gibi herkes birbirini candan ciddi olarak severdi. Birinin neşesi hepsinin neşesi, birinin kederi hepsinin kederi olurdu. Düğünlere, derneklere herkes iştirak eder, gönül huzuru ile hoş, güzel günler geçirilirdi. Hastalar ziyaret edilir, tatlı söz, güler yüzlerle kederi izale edilirdi. Gariplere, yoksullara, darda kalmışlara gönül hoşluğu ile Allah rızası için, herkes elinden geldiği kadar yardımda bulunurdu.
Zenginlerin kesesi fakirler hesabına daima açıktı. Doktorlar bir baba şefkatiyle hastaları muayene ederler, çok zaman fakirlerden para almazlar, icap ederse ilâç parasını ceplerinden öderlerdi. Yangın olduğunda o zamanın tulumbacıları ve külhanbeyleri bile harekete geçer, yıldırım hızıyla uzak semtlerden gelirler, söndürme hususunda yardımcı olurlardı.
Bu fedakâr insanların hatırlarına mal çalmak, kötülük etmek gibi en ufak bir şey gelmezdi. Bu gibi yardım ve hizmetler, farz-ı ayn telâkki edilirdi. Aynı semtte bir cenaze vukuunda bütün mahallenin halkı iştirak ederler, en yakın ahbapları gibi üzülürler, cenaze evini teselli ederler ve o kederdîde eve günlerce yemek taşırlardı.
Herkes birbirine karşı saygılı idi. Nezâket, nezâket, edep yine edep sezilirdi. Şimdiki gibi bilgisiz okur yazarlar yerine, ümmî bilgili, görgülü, hatırşinas insanlar çoktu. Yaşlı ile genç, zengin ile fakir kardeş sayılırdı. Zenginler de mütevâzi insanlardı. Yedikleri içtikleri, giydikleri ile övünmezler, verenin Hak -Celle ve Alâ- Hazretleri olduğunu bildikleri için, şükürleri boldu. İsraftan kaçarlar, birikenlerle fakirleri, dulları, yetimleri korurlar, evlenemeyen gençlere evlenme hususunda maddî mânevî yardımda bulunmaktan büyük zevk alırlardı.
Hasetcilik, çekememezlik, gıybetcilik gibi kötü hareketlerde kimse bulunmazdı. Şayet böyle bir şeye cür’et edecek olursa muhataplarından ters tepki husûle gelebileceğini bilir, halkın nazarında itibardan düşmekten korkardı.
Farzdan sonra en mühim ibâdetin (mü’minlerin gönüllerini almak) olduğunu bilirlerdi. dillerinden hep tatlı, ruhu teskin edici sözler sarf edilirdi.
Kimse kimse ile çekişmez, uğraşmazdı. Kimse kimseyi küçümsemez, hor görmezdi. Küçükler büyükleri sayar, büyükler de küçüklere karşı şefkatle muamele ederlerdi. Anne-babanın bir dediği iki olmazdı. Yani evebeyne tam itaat vardı.
Büyükler de küçüklere karşı dikkatli olup, onların yanında hafif hareketlerde bulunmazlardı ki, şımarmasınlar, istikbalin ciddi, vakarlı, mütevâzi insanları olsunlar diye.
Evin hizmetçisine çok güzel muamele edilir, nezâketli davranılır, aynı sofrada yemeklerini yerler, kendilerine tahsis edilen ayrı temiz odalarda yatarlardı. Onlar da bu güzel muamele karşısında, kendilerini evin aslî bir ferdi sayarlar, tembel tembel bir kenarda oturmayıp istikâmet üzere hizmet ederler, kat’iyyen başka bir kapıya gitmek hatırlarından geçmezdi. Hatta böyle bir teşebbüs çok ayıp ve nankörlük sayılırdı.
Hizmetkâr genç ise evlendirilir, yaşlı ise ancak cenâzesi o kapıdan çıkardı.
Çocuk terbiyesine çok önem verilir, tıka basa her istediği yedirilmez, lüzumsuz arzuları yerine getirilmezdi. Bu şekilde çocuk her istediğinin yapılmayacağını bilir, uysallık tarafına meylederdi. Daima dinî, millî, ictimâî telkinat yapılır, güzel ahlâklı, hayâlı, dürüst olarak yetiştirilmelerine gayret sarf edilirdi.
Aile fertleri, muayyen zamanda hep beraber büyük bir muhabbet içinde yemeklerini yerlerdi. Anne ayrı, baba ayrı, çocuklar ayrı ayrı saatlerde yemezlerdi. Akşamdan sonra ekseriyetle evde kalınır, bazen akraba, ahbap ziyâretlerine hep beraber gidilir, bazen de misafir gelirse onlara güler yüz, tatlı dille ikramlarda bulunurlardı. Evde kalındığı zaman da çocukların anladığı şekilde hasbihâller yapılırdı.
Çocuklar izinsiz olarak hiç bir yere gidemezler, izin aldıklarında da söz verdikleri saatte evlerine dönerlerdi.
Caddelerde “Vatandaş, yerli malı kullan” diye levhalar asılı olurdu. Yerli sanayi tekâmül etmediği hâlde, her vatandaş yerli malı kullanırdı. O zamanki mamuller, cins bakımından bugünkü kadar iyi değildi. Bilhassa erkek kumaşları yerli yünden imâl edildiği için kaba ve sertti. Buna rağmen herkes seve seve yerli kumaş giyerdi. Yerli malı giymek, kullanmak iftihar vesilesi idi. Tek tük yabancı malı kullananlar olurdu. Onlar da ayıplanır, âdeta onlara vatan haini gözüyle bakılırdı.
Bugünkü yerli mamulleri her bakımdan kaliteli, en iyi cinsten olmasına rağmen, gerek dış propagandaların tesiri, gerek bugünkü halkımızın ruhî, dinî, millî çöküntüsü bakımından istenilen rağbeti görmüyor. Dış memleketlerden gelen hatalı, çürük mallar dahi kapışılıyor, daha yüksek fiyatlara almakta beis görülmüyor.
İsraf, savurganlık diye bir şey yoktu. Herkes bütçesini, gelirine göre ayar ederdi.
Hatta memurlar derece ve sınıflarına göre giyim eşyası, yağ, sabun vesaire alırlardı. Meselâ, az maaşlı bir memur, yüksek maaşlı memurun kullandığını kullanmaz, yediğini yemez, giydiğini giymezdi. Fakat mes’uddular, müreffeh idiler.
Maddecilikten uzak bir hayat yaşadıkları için ruhî sıkıntılar görülmüyordu. Hele o avam telâkki edilen tulumbacılar, külhanbeyler, balıkçılar, arabacılar ve emsali zümre o kadar nazik bir lehçe ile konuşurlardı ki tarifi mümkün değil. Keşke hayatta olsalardı ve bugünkü cemiyet insanlarının kaba, haşin, duygusuz hareketlerini görselerdi de nezâket, terbiye, adâb-ı muaşeret dersi verselerdi. Konaklardaki, yalılardaki bahçıvanlar dahi vakarlı, ciddi, emniyetli insanlardı. Hem bahçeleri zevk-i selim üzere tanzim ederler, hem de vekîl-i harçlık[1] ederlerdi.
Günlük satışını yapan esnaf, müşterinin diğer esnaftan alışveriş ettiğine üzülmez, bundan bilakis bir gönül rahatlığı ve huzur duyardı.
Çünkü herkes biri birini yapmacık olarak sevmez, ciddiyet ve samîmiyetle severdi”[2].
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Muhterem Üstâzın çocukluk yılları, bütünüyle Erenköy civarında geçmiştir, diyebiliriz. Bir ara sekiz-dokuz yaşlarında iken babasıyla birlikte ata yurdu Kadınhanı’na bir ziyaretleri olur. Bu ziyaretle ilgili bilgi verirken de, hem doğduğu evi tasvir ederler, hem de aile büyüklerinin sıla-i rahim ve misafire ikram gibi örnek davranışlarını, yeni yetişen nesle güzel bir irşad üslûbuyla şöyle aktarırlardı:
“Merhum pederim, her sene Ramazan ayının on beşinden sonra (sıla-ı rahim niyetiyle) memleketi olan Kadınhanı’na gider, o zaman henüz hayatta olan halamın evine misâfir olurlardı. Bayramı orada geçirip, yolculuğun icabını yerine getirdikten sonra İstanbul’a dönerlerdi. Fakirleri memnun eder, bilhassa büyük bir torbaya doldurdukları çil çil sarı iki buçuk kuruşluklar, bütün kasabanın çocuklarına kâfi gelirdi.
Bir seferinde beni de götürdü, henüz sekiz-dokuz yaşlarında idim. Mutat üzere Ramazan’ın yarısını ve bayramı orada geçirmiştik.
Birgün kasabayı gezerken, büyükçe bir köşk gözüme ilişti. Bu belki, o beldenin en büyük yapısı idi. Merhum pederime bu binanın kime ait olduğunu sordum. Tebessüm etti, bir şey demedi. Sonra kıymetli babacığım, eski misâfirhanesini satın alan yeni sahibinden izin alarak, beni gezdirdi. Cephesi gayet geniş ve odaları büyükçeydi. Duvarları yüksekçe olup üst katındaki geniş pencereler bahçeye nâzırdı. Bahçe taş duvarlarla çevrili olup, tam ortasında mermer bir havuz vardı. Sözün kısası, o semtin en muhkem binası idi. Oradan ayrıldık. Sonra kendi oturduğumuz, yani benim dünyaya geldiğim evi gösterdi. O daracık, iki odalı, basık tavanlı, ufacık penceresi ile, o misâfirhanenin yanında bir bekçi kulübesi mesabesinde bile değildi. Bu, ecdâdımızın ruhî fedakârlıklarını gösteren mühim bir ölçü idi.
O zamanın insanları, bu yüce meziyetlerle ahlâklandıkları için, o kudsî hizmetlerini Allâh’ın rızâsını tahsil yolunda, seve seve îfâ ederlerdi. Gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar devrinde, o zamanın sultanları, vezirleri, paşaları tarafından pek çok hayır müesseseleri yaptırılmıştır. Hanlarda, bulunan misâfirhanelerde yolcuların istirahatleri temin edilmiş, yemekler yedirilmiş ve hastanelerde ise hastalar parasız olarak tedavi edilmiştir.
Fakat maalesef şimdi gerek şehirlerde, gerek kasabalarda bu güzel İslâmî, insânî âdet terkedilerek, herkes kendi nefsinin esiri olmuş, zenginlerde bır kısım komşuları aç iken, her türlü israf, doymazlık, tefâhür, yani zenginliği ile öğünmek illeti baş göstermiştir”[3].
***
Muhterem Üstâzın çocukluk yıllarına ait yakınlarına anlattığı şöyle de bir hatırası vardır: “Erenköy, çocukluk yıllarımızda son derece sakin ve asûde bir semtti. Fakir[4], çocukken tenhaları severdim. Zaman zaman da kapının önünde otururdum. Yarım saatte bir araba geçerdi, o kadar. Akşama doğru yürüyüşü ve bakışıyla dikkat çeken heybetli, sarıklı bir hocaefendi geçerdi. Hemen hemen bir çok günler onunla göz göze gelirdik. Sahrây-ı Cedîd civarından Kazasker yönüne doğru yürüdüğünü hatırlıyorum. Meğerse o zât, Pîr-i Ekmel Muhammed Es’ad Efendimizmiş. Sonra resimlerinden tanıdım”[5].
Kimbilir belki de döneminin Şeyhu’l-meşâyıhı ve “Altun Silsile”nin önemli bir halkası olan aşk şehidi Es’ad Erbilî Hazretleri, manevî istidat hissettikleri bu mâsum yavruya, bakışlarıyla duâ ve himmet ediyorlardı. Nitekim bazı Hak dostlarının menâkıplarında bu nevi keşifler hep rivâyet edilegelmiştir. Reşâhat isimli eserde anlatıldığına göre, Şâh-ı Nakşıbend Hazretleri henüz dünyaya yeni gelmişken Hâce Muhammed Baba Semâsî, Hinduvân Köşkü isimli köyün yanından geçmektedir. Gözlerini Şâh-ı Nakşibend’in evine dikip buyururlar:
«−Bu topraktan emsalsiz bir er kokusu geliyor. Hinduvân Köşkü, pek yakında “Kasr-ı Ârifân” (Âriflerin Kasrı) olacak… Sanırım ki çocuk doğdu. Gidip ziyaret edelim!»
Gerçekten bu sözler söylenirken Bahauddin Nakşibend Hazretleri dünyaya geleli üç gün olmuştur. Eve gidip çocuğu görmek istiyorlar. Çocuğun dedesi, torununu göğsüne alıp Hâce Muhammed Baba Semâsî’ye gösteriyor. Semâsî Hazretleri, dalgın nazarlarını nur saçan çocuğa çeviriyor ve fısıldıyor:
«−Bu benim manevî oğlumdur. Biz onu çoktan oğulluğa kabul ettik!» Müridlerine dönüp ilâve ediyor:
«−Bu, mübarek kokusunu çoktan beri aldığımız er.. Bu çocuk, çok geçmeden zamanın büyük kutbu ve aşk ehlinin kurtarıcı rehberi olacak..»
Ve müridleri içinde, bilhassa halifelik makamına namzet Seyyid Emir Külâl Hazretlerine hitap ediyorlar:
«−Oğlum Bahauddin üzerinde şefkat, muhabbet ve terbiye vazifeni zerrece esirgeme! Esirgeyecek olursan sana hiçbir hakkımı helâl etmem!»
Emir Külâl Hazretleri cevap veriyor:
«−Eğer en küçük ihmal gösterirsem, mert değilim!»[6]
Allah dostlarının nazarlarında ayrı bir bereket vardır. Bu bakımdan birçok Hak dostu evlâtlarına olan tavsiyelerinde: “Evliyânın nazarına erişmeye bak” demişlerdir.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, kendilerinin verdiği bilgiye göre, önce Enverpaşa İlkokulu’nda ilköğrenimini görmüş, sonra da Kadıköy’de bulunan Fransız Mektebi’ne devam etmiştir[7]. Babaları Ahmed Hamdi Efendinin o dönemde böyle bir yabancı okulu tercih etmesinin sebebi, hem bu okulun eğitim seviyesinin daha ileri olması, hem de yeni açılan bazı okullarda din ve tarih düşmanlığı gibi menfî propagandaların yaygın olarak yapılıyor olmasıdır. Nitekim Mûsâ Efendi Hazretleri bu hakikati bir sohbetinde şöyle anlatırlar:
“…En sonunda bir Fransız mektebini ehven-i şer gördüler ve orada başladık. Maalesef o dönemin okullarında dîne karşı bir cereyan estiğinden, daha az zararlı görüldüğü için bu okulu muvafık gördüler”[8].
Mûsâ Efendi Hazretlerinin böyle titiz bir babanın evlâdı olması, ona Hak Teâlâ’nın ayrı bir lütfu olmuştur. Yine onun çocukluk yıllarının, böyle nezih ve asûde bir muhitte geçmiş olmasını da büyük bir nimet olarak değerlendirmek gerekir. Zira içinde yaşanılan muhitin şahsiyet üzerindeki tesiri, inkar edilemez bir gerçektir. Şanlı ecdâdımız Osmanlının edep ve nezâketinin buram buram yaşanmaya devam ettiği o günlerde geçirilen bu çocukluk yılları, Mûsâ Efendinin şahsiyet ve karakter dokusunun temelini teşkil etmiştir.
-
AİLE TERBİYESİ
Allah Rasûlü -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin de işâret buyurduğu gibi, tertemiz ve arı duru bir İslâm fıtratı içinde doğan her bir çocuk üzerinde müspet ya da menfî ilk terbiye izleri, aile ocağında atılır. Burada verilen terbiye, çeliğe su vermek gibi bir şeydir. Bu itibarla aile büyüklerinin karakter ve şahsiyeti, çocuk üzerinde derin izler bırakır. Çocuk âdeta süt emer gibi anne ve babasından şahsiyet ve karakter emer. Onun hem bedeninin hem de ruh ikliminin imarına vesile olan ilk sanatkârlar ebeveynidir. İşte Mûsâ Efendi, bu yönüyle de çok büyük bir ilâhî ihsana mazhar olmuştur. Kendileri bu ikrâm-ı ilâhîyi şöyle ifade ederler:
“Allah -azze ve celle- Hazretleri, bu günâhkâr fakire[9] çok değerli mürebbîler gönderdi. Merhum pederim Hacı Ahmed Hamdi Efendi, kalbi Allah ve Peygamber sevgisiyle yanar ve daima müslümanların dertleriyle dertlenirdi. Merhamet ve sehâvette Ashab-ı kiram hazaratının meşrebindeydi.
Merhum pederimin âhirete intikalinden sonra, on altı sene kadar Hulûsi ağabeyimle beraber bulunduk. Bu müddet zarfında kendisinde dünyaya yönelik en ufak bir temayül görmedim. Her hatt u hareketi Allah Teâlâ’nın emirlerine uygundu. Bütün güzel ahlâklar kendisinde cem olmuştu”[10].
Mûsâ Efendi Hazretleri, sık sık peder ve validesinden örnekler vererek, çocuk terbiyesinde gerçek şefkatin nasıl olması gerektiğine işâret ederlerdi. İşte onun bu ifadelerinden, kendilerinin de nasıl bir aile terbiyesi aldıklarını öğrenmiş oluyoruz. Meselâ israf ve lükse düşmeden iktisatlı bir hayat tarzının yerleşmesinde ve namaz ibâdetinin sevdirilmesinde babasının terbiye usûlünü şöyle anlatırlardı:
“Merhum pederim evlâtlarına karşı çok şefkatli idi. Yani şimdiki bizim anladığımız şekilde değil.
O, malî vaziyeti müsait olduğu hâlde, çocuklarına lüks giyimler giydirmemiş, lüks gıdalarla beslememişti. Daima, Allâh’a karşı iyi bir kul olmanın telkinatını yapmış, kendisi de her hususta yetiştirici bir rehber olmuştu.
Bizler pek küçük yaşta olmamıza rağmen, sabah namazı için, her zaman hiç ihmal etmeden «Oğlum haydi namaza kalk!» diye tatlı bir lisanla uyandırırdı. Bazen kalkar, uyku sersemliği ile tekrar namaz kılmadan uyuduğumuzda gelir, şefkatle tekrar uyandırırdı. Bazen bu uyanıp tekrar uyumak iki, üç defa tekerrür ederdi. Kendisi heybetli, sırasına göre sert meşrep olduğu hâlde, bu hususta öfkelenmez, hep aynı edâ ile namaza kaldırırdı. Sonra da kendisi imam olur, bizler de cemaat. İşte hakiki merhamet böyle olur.
Hâlbuki bugün bir çok diyânetperver kimseler, evlâtlarına (kendileri namaza kalktıkları halde) aman uyusun diye dünya merhameti gösteriyorlar.
Bu ne garib bir merhamettir ki, kendisi namazı kıldığı hâlde çocuğuna aynı ruhu veremiyor. Bunun neticesi olarak, hem çocuğunun ebedî hayatını hüsrana uğratmış oluyor, hem de kendisinin. İki günlük dünya hayatı için gösterilen bu yersiz şefkatle, evlâdını ebedî hayata hazırlayamamak ne büyük gaflettir, ne affedilmez merhametsizliktir.
Zaman geliyor, böyle rûhî bir telkinattan mahrum, İslâmî bilgi ve eğitimden yeterli nasip alamamış çocuklar, yetişkin delikanlı olduklarında Allâh’a karşı olan ubûdiyet vazifelerini îfa edemiyor ve ibâdet hususunda ihmalci oluyorlar. Hatta bazılarının itikatları bile bozuk oluyor.
Bu hâli gören ana-baba üzülüyorlar. Ama iş işten geçmiş oluyor. Hâlbuki evvelce evlâtlarına karşı ihmalci olmasalardı, o delikanlı, namazın ulviyyetini takdir eder, vakitlerini secdesiz geçirmezdi.
Bir baba, oğluna veya yakınlarından birisine verdiği paranın hesabını detaylı bir şekilde istemelidir.
Eski insanlar bu hususta çok dikkatli idiler. Merhum babacığım bir gün benden beş kuruş istediler (o zamanlar günlük gazete ücretleri beş kuruştu). Onunla gazete aldılar ve okudular. Takriben on beş gün geçmişti ki, «Oğlum senden aldığım şu beş kuruşu al» diye iâde ettiler. Bu harekette ehl-i ferâset için çok ince âdâb ve istikâmet düstûru vardır. Bunu çok akraba ve ahbaplarıma anlatmış isem de sanki masal dinler gibi dinlediler, hiç umursamadılar” [11].
Terbiyenin en önemli esaslarından biri de helâl lokmadır. Hatta şöyle bir olay anlatılır: Zamanın insanları bir Allah dostundan izahat almak için:
«–Çocuğumuzu nasıl terbiye edebiliriz?» demişler.
O da cevaben buyurmuş ki:
«–Helâl lokma yediriniz, sonra sokağa bırakıveriniz, Allah Teâlâ onu himaye eder.»
İslâmî terbiyeyi düstur edinmiş asaletli aileler, çocuk terbiyesinde bu hususa azami titizlik göstermişlerdir. Muhterem Üstâzın kıymetli vâlideleri de bu irfana sahip olduğundan, çocukları üzerinde âdeta titremişlerdir. Validelerinin bu hassasiyetine işâretle Mûsâ Efendi buyururlardı ki:
“Çocukluğumda sabahları evden çıkarken, anneciğim her işi bırakıp kapıya gelir:
«–Aman evlâdım, komşu bahçelerinden en ufak bir şey dahi olsa, sakın sahibinin haberi olmadan alıp, yeme. Çünkü haram olur», diye tenbih ederdi.
Çünkü o zamanlar Erenköy ıssız bir kasaba idi. Evler üç beş dönüm meyvalık bahçeler içinde bulunurdu. Bu tenhalıktan istifâde ederek gizlice meyva koparıp yiyenler olurdu.
Hatta yetişkin oğulları olan bazı kadınlar, müstakbel gelinleri için:
«–Ya Rab! Oğluma helâl süt emmiş bir kısmet ver!» diye dua ederlerdi.
Yaşım küçük olduğu için bu sözlerden bir şey anlamazdım. Hâlbuki şimdi anlıyorum ki, helâl sütle gıdalanan yavrular, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle diyânetli, hüsn ü ahlâk sahibi, dürüst insanlar oluyorlar”[12].
Çocukların tertipli düzenli, muhabbetli ve saygılı olmasında, âile içi nizâmın, ebeveyn arasındaki sevgi, saygı ve hoşgörünün ciddi tesiri vardır. Hatta denilebilir ki, insanın ibâdet, muamelât ve ahlâk dünyasına dair görüş, düşünce ve tavırlarının oluşmasında aile çevresinde görüp yaşadıklarının etkisi pek büyüktür. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- peder ve validesi arasındaki muhabbet ve saygıyı ve aile içi nizam ve disiplini büyük bir gıpta ile şöyle ifâde ederlerdi:
“Babam biraz sert gibi görünse de, bir o kadar da yumuşaktı, yumuşak gönüllü idi. Cenâb-ı Hak ona bir vakar vermişti. Onun vakarından, heybetinden herkes korkardı. Hâlbuki yumuşak, merhamet deryâsı gibi bir insandı. Çoluk çocuğuna karşı edep dâiresinde muâmele ederdi… Anamız, akşam olunca, tek başına mutfağa girerdi. Odundan ucuz olduğundan, yakmaya kütük getirirdi. Belli ki, kütük gıdım gıdım, zorla yarılırdı. Bundan sonra ocak yakmak, börek pişirmek gibi iâşe işleri başlardı. Bunlar ev hanımının her gün tekrarlanan dâimî zahmeti idi.
Fakat âilede İslâmî nezâket vardı. Akşam oldu mu anam, babam gelmeye yakın mutfak elbisesini değiştirip dolabındaki güzel elbisesini giyerdi. O elbiseyi şimdiki kadınlara versen, elbise bile saymazlar. Babamızı güler yüzle karşılardı. Bize de «Haydi yavrularım, babanız geliyor!» diye sanki müjde verirdi. Evvelce evin efendisi elinde öte beriyle gelirdi. Hanımlar bakkala, kasaba, gönderilmezdi. Bize «paketleri alın» derdi. Biz de üstümüzü başımızı düzeltir, babamızı karşılardık.
Çok nâdiren annemin celallendiği olurdu. Bu gibi durumlarda babam büyük bir nezâketle onu idare eder, sakinleştirir, gönlünü alırdı. Hakikaten, temiz, nezih bir âile hayatı vardı”[13].
Eve gelen misafirlerin ve misafirliğe gidilen yerlerin de çocuk üzerinde kalıcı tesirleri olur. Ahmed Hamdi Efendinin evi bu anlamda ilim ve irfan ehlinin âdeta tabiî bir muhabbethânesiydi. Aile halkı da, yıllarca misafire hizmeti, bir ibâdet şevkiyle ve büyük bir zevkle ifâ etmişlerdir. Mûsâ Efendi Hazretleri, ailenin misafirperverliği hakkında buyururlardı ki:
“Bir günde nice misafir döşeği yayılır, yorganı serilirmiş. Babam ömrünün büyük bir kısmının misafire hizmet etmekle geçtiğinden bahsederdi. Hatta misafirler onu evin hizmetçisi zannederlermiş”[14].
Eli ve gönlü açık bu güzel insanların evlerine kimler gelmezdi ki! Yine Muhterem Üstâzı dinleyelim:
“Takriben dört beş yaşlarında idim. Hayal meyal hatırlıyorum. Merhum pederim, ilmiye sınıfını çok sever, sık sık onları evimize davet ederdi. Çok güzel hasbihaller olurdu.
Tefsir sahibi meşhur Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Meclis-i Âyân Reis-i sâbıkı Mustafa Asım Yörük, meşhur Muhaddis Babanzâde Ahmed Nâim ve emsali bir çok faziletli eşhas bulunurlar ve aralarında ilmî mübâhaseler yaparlardı. Pek küçük olmama rağmen konuşulanları anlamasam bile çok zevk duyardım.
Bazı günler misafirler arasında Rebî Molla namında yaşlı, gayet vakarlı, fakat bir o kadar da mütevâzi, her hâliyle mütemeyyiz nurânî bir şahıs bulunurdu. O yüksek dereceli âlimler, o şahsa o kadar hürmet ve tazim gösterirlerdi ki, bulundukları mahallin ısrarla en baş köşesini ona ikram ederler ve onun meclisinde, huzurunda her zamanki hâllerine göre daha derli toplu otururlar, daha alçak sesle konuşurlardı. Sözü (sükûti meşreb olmasına rağmen )ısrarla o zata verirlerdi.
Rebî Molla Hazretleri, Çamlıca’nın Acıbadem semtinde otururdu. Teşrifleri için kendisine fayton arabası gönderilerek, meclise şeref vermesi ricasında bulunulurdu.
Takriben elli sene kadar sonra yani yirmi sene evvel (1970’li yıllar), evvelce Hristiyan olup (Rum ırkından) sonra İslâmiyet ile şereflenerek Cemâl adını alan birisiyle tanıştık. Dört başı mamur bir müslümandı. Bir gün kendisine ne bakımdan İslâmiyeti tercih ettiğini sordum.
Şöyle anlattı:
Bizim Rebî Molla namında çok sevip hürmet ettiğimiz bir komşumuz vardı. Şefkat kanadını açar; iyi kötü, Müslüman Hristiyan diye tefrik etmeden herkese iyilik ederdi. Onun o güzel hâl ve ahlâkı bizi kendisine celbetti. Hâlbuki Hristiyanlar arasında tam mânâsıyla bu şahıs gibi dürüst, Allâh’a tam bağlı, cemiyete faydalı bir insan göremiyordum. Yani, tam hâliyle ve kâliyle örnek bir müslümandı.
Bu muhterem zatın geceleri daimî olarak ışığı yanar, gölgesi, penceresinin perdesinde görülürdü. Yani uyku nedir bilmezdi. Allah Teâlâ kendisine istisnâî bir ibâdet kuvveti vermişti.
Dünyaya hiç kıymet vermez, iki ineğinin sütünü satar, onunla rızıklanırdı. Birgün bu inekler, komşusunun bahçesine girmiş, oradaki otlardan yemişlerdi. Bunu gözleriyle gören bu mübarek zat, telâş içinde işçisini çağırmış, komşuya vaziyeti bildirmesini ve sütü sağarak komşuya teslim etmesini tenbih etmişti.
Komşusu:
«–Zaten otlar kurudur, helâl olsun», diyerek sütü almadı.
Komşunun bu cevabı karşısında o müttakî zâtın işçisine cevabı:
«–Madem ki almadı, bu sütleri dökmeliyiz», olmuştur. Yanında çalışan şahıs:
«–Bunu komşu helâl ettiğine göre sattığımız yerlere tevzi etmekte bir beis yok», dedi ise de:
Rebî Molla Hazretleri:
«–Hayır, hayır! Ne satarız ne de kendimiz içeriz», diyerek görüşünde ve fikrinde ısrar etmişti. İneklerin sütleri muayyen günlerde sağılmış ve en ufak bir endişe duymadan döktürülmüşdü.
İşte bizler komşusu olmak sıfatıyla, hayal dahi edemeyeceğimiz bu dürüstlük ve istikâmeti görünce, hayranı olduk ve müslümanlıkla şereflendik, dedi”[15].
Bütün bu aktarılanlardan anlıyoruz ki, Mûsâ Efendi, edep, nezâket, hizmet, ilim ve irfan bahçesinin içinde müstesnâ bir anne babadan, çok iyi bir aile terbiyesi ile yetiştirilmiştir. O bu ulvî nimetin farkında ve şükründe olarak, o günleri tahdis-i nimet kabîlinden hem tatlı tatlı anlatırlar ve hem de nimetin esas sahibine işâretle “elhamdülillah” derlerdi.
-
EĞİTİMİ, İLİM VE İRFAN MUHİTİYLE ÜLFETİ
İnsan hayatında eğitim, bir ömür boyu devam eden bir süreçtir. Beşikten mezara kadar insanın müspet ya da menfî eğitimi devam eder. Şahsiyetin tekâmülünde, anne-baba, yakın akraba, arkadaşlar, okullar, cami ve kurslar, özel hocalar, sözü sohbeti dinlenen ilim ve irfan ehli ve hatta kişinin yaşadığı yer ve zaman, onun bilgi, beceri, ahlâk ve manevî terakkisinde hisse sahibidir. Tabiri caizse eğitim seviyesi, bütün bunların toplamından oluşan bir hulâsa, bir öz gibidir.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un okul hayatı, lise ikinci sınıfa kadar devam etmiştir. Zahirî eğitimin bu şekilde yarıda kesilmesinde, muhterem pederlerinin dînî ve ahlâkî kaygıları etkili olmuştur. Nitekim Muhterem Üstâz, okul hayatı hakkında kendisine sorulan bir soruya şu cevabı vermişlerdir:
“Orta mektep bittikten sonra babam «Seni tüccar yapacağız» dedi. Ben «illâ okuyacağım» dedim. Nuruosmaniye’de “İnkılâp Lisesi” diye bir mektep vardı. İki sene kadar ona devam ettik; Babam sonra oradan aldı. Benim zâhiren okuduğum bu kadar”[16].
Mûsâ Efendinin okul hayatı bu şekilde sona ermekle birlikte, eğitim hayatı bitmemiş, aksine husûsî derslerle daha kaliteli bir şekilde devam etmiştir. Dönemin en önde gelen âlimlerinden husûsî dersler almıştır. Meselâ son dönemin en güçlü müfessiri olarak bilinen Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, yine en önemli muhaddislerden biri olan Babanzâde Ahmed Naim Efendi, edebiyatçı ve mesnevîhan Tâhiru’l-Mevlevî Hazretleri gibi daha birçok değerli zevattan ilim tahsil etmiştir. Muhterem Üstâz, istifâde ettiği bu büyük şahsiyetlerle ilgili bilgi verirken hem onların faziletine işâret eder, hem de devam ettiği bu ilim ve irfan meclislerinden büyük zevk aldığını hissettirirlerdi:
“Fakir gençliğimde sâlihlerle ülfeti çok severdim. Muhakkak her gün bir ara gidip huzurlarında bulunacağım. Onlar da benim samimiyetimi bildikleri için hoş karşılarlardı. En ziyâde Elmalılı Hamdi Efendiye devam ettim. O zamanlar 13-15 yaşlarında idim. Kendisine zamanın allâmesi derlerdi. Buna rağmen son derece tevâzu ve mahviyet sahibiydi. Çok ziyaretçisi olurdu. Fatih Camiinin aşağı tarafında, üç katlı, cumbalı bir evde otururdu.
Kur’ân-ı Kerîm okumayı ve ilmihâli kendisinden öğrendim. Çocukluk döneminde bir hocamız vardı. Kur’an öğretmek için gelir, giderdi. Ama o da hoca değilmiş. Sonra farkına vardım; o da tam bilmiyormuş. Ben ne okursam baş sallardı. Esre, ötre, üstün falan ne o bilirdi ne fakir bilirdim. Öyle tahmin ettim. Kaç defa hatim indik falan. İşte “fergab”[17] dedik, hadi evden koca bir bohça hediye alırdık. Sonra Elmalılı Hamdi Efendiye gittim, o okuttu. Dedi ki: «Evlâdım sen bir şey bilmiyorsun». Dişimi sıktım 10-15 günde hocayla hepsini söktüm Allâh’ın izniyle. Kendisinden sarf nahiv de okuduk. Ancak onların usûlleri zor olduğu için, biz de yaşımız ufak olduğundan lâyıkıyla öğrenemedik.
23-25 yaşlarında iken iki sene kadar Mustafa Âsım Yörük Efendinin sohbetlerine devam ettim. Bu iki sene zarfında, îmalı dahi olsa hiçbir ferdin aleyhinde bulunduğunu duymadım. Mustafa Âsım Efendi, Âyan Meclisi üyeliği de yapmış; ama bu üyeliğe hiç itibar etmezdi. “Vaktimizi boşa geçirdik” derdi. Bu zat da tevazuda ön safta gidenlerdendi. Hafız-ı Kur’ân olduğunu vefatından ancak bir kaç gün evvel öğrendim.
1945-1955 seneleri arasında kendisine büyük bir saygı beslediğim Muhaddis Bekir Hâkî Yener Efendiyi sık sık ziyaret eder, onun sözlerinden büyük bir huzur ve zevk duyardım. O senelerde Şehzadebaşı Camii’nde vaaz ederdi. Onun vaazında koca cami tıklım tıklım dolardı. Bu zat, her ziyaretimde ne yapar, yapar, mevzuyu Osmanlılara intikal ettirir, uzun uzun onların menâkıblarından İslâmî gayret ve fedâkârlıklarından bahsederdi.
Yirminci asrın ışık saçan merkezlerinden birisi de hiç şüphe yok ki, Tâhirü’l-Mevlevî Efendi idi. Haldun Bey isminde, çok kıymetli öğretmen bir ahbabımız vardı. Ara sıra buluşurduk. Zamanla biribirimizi çok sever hâle geldik. Çünkü onu diğer meslekdaşlarından ayıran fark, diyaneti ve milliyetseverliğiydi. Fakirin, Tâhirü’l-Mevlevî Efendi ile tanışmasına ve sohbetlerinden istifâde etmesine o vesile olmuştur. Fırsat düşdükçe o yüksek seviyeli, ahlâk-ı hamîde sahibi bu zâtı ziyaret eder, ahlâkî, tarihî ve edebî sohbetlerinden nasibimi alırdım. Şehremini semtinde, mütevâzi bir evde imrâr-ı hayat ediyordu.
Zengin bir gönle sahipti. Misafirperverdi. Evi ziyaretçilerle dolar dolar boşalırdı. Vaktin nasıl geçtiği bilinmezdi. Çünkü onun üzerinde Mevlevîliğin nezâket ve vakârı gözükürdü. İbadetlerini büyük bir itina ile ifâ eder, Cenâbı Hakk’ın yasakladığı şeyler kat’iyyen kendisinde görülmezdi. İzahlarını gayet leyyin, tatlı bir uslûb ve lisanla değerlendirmesini bilirdi. Şâirdi, edibdi, geniş tarihî malûmatı vardı. Divan edebiyatının en son mümessillerinden biriydi. Merhum, çok ince ruhlu bir şâir olmakla beraber, eşsiz bir muallimdi. Takrirleri esnasında güzel fıkraları, ince nüktelerle talebesine dinletir, en ağır bahisleri bile hemen orada öğretirdi. Süleymaniye ve son zamanlarda Lâleli Camii’ndeki mesnevî derslerine devam edenler, ne kadar açık bir lisan, ne kadar güzel bir ifâde ile, tasavvufun en derin bahislerini izah ettiğini görmüşlerdir. Meclisinde bulunanlar, İslâm tarihine, tasavvufa ve edebiyat tarihine dâir, bilmedikleri bir çok şeyleri öğrenir, vaktin nasıl geçtiğini anlayamazlardı. Sohbetine doyum olmazdı.
Yüksek ahlâk sahibi, daima fakirlerin ve kimsesizlerin yardımına koşan, dünyaya kıymet vermeyen âlicenab bir şahıstı. Kendisi ile ülfet edenler, onun güzel ahlâkından ve sözlerinden istifâde ederler, yanından ayrılmak istemezlerdi. Hülâsa kâmil bir insandı.
Ali Yekta Efendi, Ömer Nasuhi Efendi ve Ali Fuat Başgil gibi pek değerli âlim, fâzıl ve, kâmil kişilerin de fırsat buldukça ziyaretlerine giderdim. Herhâlde bu zâtlardan da istifâde ettim.
Enver Paşa İlkokulunda Memduh Bey isminde bir öğretmenimiz vardı. Herşey yasak oldu; ama o Amme cüzünü ezberletti bize. Cumaları ufacık çocukları camiye götürürdü. Hepimizi Zihni Paşa Camii’ne götürürdü. İman hiçbir zaman sönmez.
1950’li yıllarda Bediuzzaman Said Nursi ile tanışmış olduk. Üç sene kadar, zaman zaman hizmetinde bulundum. İstanbul’a geldikçe fakire haber gelirdi. Onun hâdimi, Konyalı Muhsin Bey vardı. Otelden alırdık, doğru surların dışına. 40 sene evvel[18] surların dışı çok ıssız olurdu. Orada yere halı gibi bir şey serer ve üçümüz oturur sohbet ederdik. Böyle güzel güzel anlatırdı. Bazen çok yumuşak, bazen de celâllenirdi. Meşrebi öyleydi. Üstazımız Sâmi Efendiye karşı çok da sevgisi vardı. Çok mücahid bir zattı.
Bediüzzaman Hazretlerini bir ara imtihana kalkmışlar, imtihan etmişler. Sabaha kadar cevap vermiş, yetiştirmiş. Sonra o bununla biraz mağrur olur gibi olmuş. Pîr-i Ekmel Es’ad Erbilî Efendimizin yanına dergâhâ gitmiş. 8-10 sual soracakmış. O’nun soracağı soruların hepsinin cevabını Es’ad Efendimiz o sormadan veriyorlar. «Ben şimdi mutmain oldum, hepsinin cevabını aldım» diyor. Sonra «Ben Kadiri’den ders isterim» diyor. Dersi alıyor ama fazla kalmıyor; bir iki ay kadar falan kalıyor. İçi heyecanlı. Ondan sonra çıkıyor. Uzun müddet de görüşmemişler. Sonra bir ara Draman’a gelmişler. Draman Fatih’in aşağısında bir semt. Muhterem Üstazımız Sâmi Efendinin haberi olmuş. Fakir de Üstazımızı aldım ziyaretine götürdüm Draman’a. Neşelendiler, Mûsâfaha ettiler uzun uzun. Uzun müddet de görüşmemişler siyaset itibariyle. Hatta orda şeker ikram etti Bediüzzaman Hazretleri. Muhterem Üstâzımız o şekeri aldı, fakire verdi. «Bunu Arafat’ta sonra yeriz» dedi. Arafat’ta o şekerden birer tane verdi yedik. Yani çok muhabbeti vardı. Muhterem Üstazımız herkesi severdi. Derece derecedir tabiî”[19].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, yine gençlik yıllarında, kardeşi Abidin Topbaş Bey’le birlikte, son dönemin büyük araştırmacılarından Muhammed Hamidullah Bey’in İstanbul Üniversitesinde bir dönem devam eden seri konferanslarına iştirak etmişlerdir.
***
Muhterem Üstâzın, ilim ve irfan ehlini ziyaretleri de hiçbir zaman eksik olmamıştır. Özellikle Sultanu’l-ârifîn Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri ile birlikte bir çok kıymetli zevatla buluşmuşlar ve elbette onlardan da istifâde etmişlerdir. Kendileri bu ziyaretler hakkında buyururlardı ki:
“Sâmi Efendimizle evvela Sarıyer’de Hacı Nuri Efendiye uğrardık. O da Pîr-i Ekmel Es’ad Erbilî Efendimizin kıdemli halifesi. Oraya giderdik, ilk ziyaret orada olurdu. O da hüsn-i ahlâk sahibi zarif birisiydi. Hacı Nuri Efendi, üstazımız için arkasından «o melektir» dermiş. «Melek sıfatlı Sâmi Bey» diye sorarmış hep sorarken.
Ondan çıkılırdı, Abdülhay Efendiyi Yahya Efendi Dergâhı’nda ziyaret ederdik. O da ehli keşif birisiydi.
Hacı Cemal Öğüt Efendiye gidilirdi. Hakikaten Üstazımız onu da çok severdi. Kendine göre bir hâli vardı. «Biraz hafif vaaz ediyor» derlerdi; fakat hususi hayatında çok mazbut bir insandı. Çok vakarlı… «Ben hanımlara, ancak böyle bir şeyler söyleyebiliyorum» derdi. Evi Beşiktaş’ın oralarda bir yerlerdeydi. Evinde zeminden tavana kadar kitap doluydu. Hatta bir sıra kâfi gelmemiş birkaç sıra yapmış. Elhamdülillah onları Yüksek İslâm Enstitüsüne vakfetti. Hâlbuki hiç bir hocaefendi kitaplarını vaktiyle vakfetmediler. Vefatlarından sonra da eridi gitti kütüphaneleri.
Bekir Hâki Efendiye de gidilirdi ara sıra. Bayramlarda hayli yerler dolaşılırdı.
Oradan çıkardık Şişli’den, Beyoğlu’ndan, Eyyüb Sultan’a Şefik Arvasi Efendiye giderdik. Sultanahmet Camii imamlığını yaptı. Nur gibi, hakikaten sevilecek bir insandı. Kendisi de Kadirî Şeyhi olmasına rağmen Üstazımıza çok bağlı birisiydi. «Ben yüzlerce meşayih gördüm fakat bu zâta karşı sevgim başka» derdi. Hastalandığı vakitlerde ne zaman Üstazımız ziyarete gitse yataktan kendini aşağı atar, aşağıda otururdu. Sonra bizim ihvana çok sevgisi vardı. Kim gitse, namaz vakti olursa hemen onu imam yapar, kendi de ona iktidâ ederdi. Çok değerliydi.
Oradan çıkardık Çarşambalı Ali Haydar Efendiye. O da evvelce ehl-i ilim, ama tasavvufa karşı imiş. Zaman gelmiş bu sefer Allâh’ın izniyle karşı çıkmayanlardan olmuş. Kendisi de ders verirdi. Üstazımız bayramlarda ziyaretine giderdi.
«−Eee Sâmi Efendi gizle bakalım kendini, gizle kendini. Görünüşte kendi halinde bir insan gibisin ama…» derdi.
Hatta o kadar tutkundu ki, «Ben ölürsem cenazemi bu zat kıldıracak» derdi. Üstazımız bir müddet Şam’a gittiğinde üzülmüş, «Madem gidecek, hiç olmazsa yerine birisini tayin etse, namazımı o kıldırsaydı» demiş. O kadar meraklı. 1960 senesinde vefat etti. Üstazımızın da hiç namaz kıldırmak âdetleri olmadığı halde taze bir abdest aldılar, Ali Haydar Efendinin cenaze namazını kıldırdılar. Vefatlarından sonra müridlerin intisabı için Sâmi Efendiyi işâret ederlerdi.
Kısıklı’da Silistreli Süleyman Efendinin de son zamanlarda birkaç defa ziyaretine gidildi. «Şeyh baba hoşgeldin, ben senin ziyaretine gelemedim ama» filan derdi. “Şeyh baba” derdi Üstâdımıza. O da onların en büyük itibarı. Yaratılışlar türlü türlü”[20].
***
Muhterem Üstâzın içinde gelişip büyüdüğü âile, ilim ve irfan ehlinin tabiî bir uğrak yeri olduğundan, o dönemin meşhur zevâtı ile tanışmak, onların hizmetinde bulunmak ve kendilerinden istifâde etmek hiç de zor olmamıştır. Esasen bu durum, gençliğinin baharında olan Mûsâ Efendi için büyük bir ikrâm-ı ilâhî olmuştur. Hatta anlatıldığına göre o dönemde medreselerin kapanması sebebiyle, çok kıymetli hoca efendilerin büyük bir kısmı, geçim sıkıntısı ile karşı karşıya kalmışlardı. Muhterem pederleri Ahmed Hamdi Efendi, bu mağdûriyeti giderme adına büyük bir nezâket içerisinde “Bu millet üzerinde sizin Hakk’ınız çoktur, lütfen şu emaneti kabul buyurunuz” diyerek bu hoca efendilere düzenli yardımlarda bulunmuşlardır. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- babasının bu fedâkâr ve asil gayretini büyük bir gıpta ile şöyle anlatırlardı:
“Babamın meşgalesi o kadar çoktu ki, bizimle uğraşacak kadar vakti dahi yoktu diyebilirim. Üç beş kuruş kazanacak, cemiyete faydalı olacak. Bütün mağdur olan kimselere destek olacak. Meselâ Elmalılı Hamdi Efendi çıkmış, maaşı yok, parasız. Mustafa Âsım Efendi, çok değerli insanlar. O durumdaki insanların hepsine o zamanki parayla yüz lira maaş verirdi. Yüz lira maaş ne demek, yani bugün için bir servet. Kendisi ona rağmen, otomobile binmezdi meselâ. Evdeki yenen yemek mahdut. Cumaları koyun kesilir, misafirler gelir güzelce yerler, bir hafta da kemiğini memiğini evin halkı yerdi. Öyle alışılmıştı. İlla biz diyen nefis ehli değillerdi”[21].
Mûsâ Efendi, yalnız dînî ilimlerle değil, zamanın gereği olan diğer bilgilerle de mücehhez olmaya gayret etmiştir. Meselâ o zamanın geçerli yabancı dili, Fransızca ve Almanca idi. İngilizce, bugün olduğu kadar önemli görülmüyordu. O günün münevverleri Fransızca öğrenmeye daha büyük ehemmiyet veriyorlardı. İşte Mûsâ Efendi de dönemin bu kültürünü elde etmiştir. Fransızca’yı çok iyi derecede öğrenmiştir. Almanca’sı da konuşacak seviyededir. Kendileri dil öğrenme gayretlerini şöyle anlatırlar:
“Profesör Anjel isimli bir hocadan 4-5 sene hergün Fransızca dersi aldım[22]. Hakikaten adam çok bilgiliydi. Fransızca, Almanca, İngilizce ve Osmanlıca’yı gayet düzgün konuşur ve öğretirdi. Kendisine kolay gelmesi bakımından, Fransızca kelimelerin karşılığını, hep eski Türk harfleri ile yazar ve mecbûrî olarak Osmanlıca kelimeler kullanırdı. “Mösyö” denmediği zaman canı sıkılırdı. Ben Fransızca konuşurken lehçeye çok dikkat ederdim. O zamana göre bir Fransızca kitabı tercüme etmiştim. Şimdi galiba nüshası da yok. Anjel’den Almanca dersleri de almıştım. Pek köklü değildi ama Almancayı kendime göre konuşurdum, hepsi geldi geçti”[23].
Mûsâ Efendi Hazretlerinin Fransızca bilgisi hakkında kardeşleri Abidin Topbaş Bey de şu hatıralarına yer verir:
“Mûsâ abimin ileri derecede Fansızcası vardı. Çocukluğumuzda bizim Fransızca hocalığımızı yapardı. Afif Topbaş Bey, Osman Topbaş Bey ve bana özel Fransızca dersi verirdi. Hakikaten ondan aldığımız bir haftalık derslerle okul bitene kadar son derece yüksek seviyede Fransızca notları alırdık. Bizdeki eğitim seviyesinin düşüklüğünü de göz önüne alırsak, bu zor olmazdı. O Fransızca ile de mezun olduk. Fransızca bilmesine rağmen hayatı boyunca Fransızca’yı bildiğini ihsas bile etmemiştir. Hem ihsas etmezdi, hem de zaruret olmazsa kullanmazdı da. Fakat Kenya’da Nairobi’de bir otelde otururken bir Kur’an-ı Kerim gösterdiler. Kur’an-ı Kerim’in İngilizce ve Fransızca tercümeleri vardı. Bizim Arapça’sından ve İngilizce’sinden anladığımızın çok daha fazlasını bize Fransızca’sından anlatmış ve bize «Bakın böyle böyle yazıyor» diye okumuştu. Yani ileri derecede Fransızcası vardı”[24].
Mûsâ Efendinin eğitimi, buraya kadar anlattığımız zâhiri bilgilerden ibaret kalmamış, o aynı zamanda “insân-ı kâmil” olma yolunda, ciddi bir manevî eğitimin, mümtaz bir tâlibi olmuştur. Ledünnî ilme ulaşma yolunda, özel bir eğitim metodu diyebileceğimiz “kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesi mektebi”ne önce iyi bir öğrenci olmuş, sonra da bu mektebin muhterem ve mübârek bir hocası seviyesine erişmiştir. En şerefli ilim olan mârifetullah bilgi ve irfanına vâsıl olmanın hazzıyla, ilmin kıyl u kâlinden geçerek, ilâhî aşkın tecellileri altında, derûnî ve ulvî duygularla engin bir deryaya dönüşmüştür. Onun bu yönünü üçüncü bölümde daha detaylı bir şekilde incelemeye çalışacağız.
-
GÜZEL SANATLARA İLGİSİ
Fıtratı bozulmamış her insanda cemâle (güzelliğe) ve kemâle (olgunluğa) karşı tabiî bir meyil ve sevgi vardır. Her şeyde olduğu gibi bu bediî zevklerde de nasipler derece derecedir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bu mevzuda da büyük bir lütfa mazhar olmuştu. O âdetâ kardeşi Âbidin Topbaş Bey’in ifadesiyle “Küçüklüğünden itibaren her güzelliğe âşık gibiydi. Sanatın her çeşidine, özellikle hat sanatına, Türk musikisine, güzel manzaralara âşıktı”[25].
Onun bu bediî güzellik tutkusu, her şeyine yansırdı. Oturuşunda, yürüyüşünde, mütenâsip giyinişinde, konuşmasında, ilgisinde, hediyesinde, ev ve bahçe tanziminde, sofranın kuruluşunda, yemesinde ve içmesinde, hülâsa hayatın her alanında, onun en güzele tâlip olduğunu hemen hissederdiniz. Ona göre, yapılan iş, her ne olursa olsun, hem “en güzel (ecmel)” olmalı, hem en mükemmel (ekmel) olmalı, hem de “ahsen kıvamında” yani Allâh’ı görüyormuşcasına ya da O’nun huzurunda yapılıyormuşcasına bir titizlikle îfâ edilmeliydi. Böyle yapılmayan işlerden haz almaz, aksine çok üzülürdü. Evlatlarının ve sevenlerinin de bu hassasiyetlerle tezyin olmalarını arzu ederlerdi.
Muhterem Üstâzdaki bu güzellik meyli, onu gençliğinde hüsn-i hatta yönlendirdi. Son dönemin en meşhur hattatlarından biri olan Hamid Aytaç Beyden dersler almaya başladı. Geceleri uykusuz kalacak kadar güzel yazı yazmaya çalıştı. Bir sohbetinde bu ilgilerini şöyle anlatırlar:
“Bir kitapta, Hamid Bey’in güzel bir yazısını gördüm. «Allah Allah, demek böyle hattatlar da varmış» dedim. Halbuki evvelce hattatlar bitti zannediyordum. Fakir, Elmalılı Hamdi Efendiye gittiğimde o da değerli yazılar yazardı. Abidin Bey’in evinde bir kaç tane yazısı vardır. Hatta yorulduğu zaman kitabı defteri bırakır yazıya çalışırdı. Bir de kardeşi Mahmud Yazır Efendi vardı. O da güzel yazardı.
25 yaşlarında iken fakirde de böyle bir merak başladı. Bir dönem kendimizi kaptırdık. Böyle bir meşgalemiz oldu; ama yarım kaldı. Hattat Hâmit Bey, hakikaten çok mülâyim bir hocaydı. Biraz sert olsa, biraz bir şey öğrenirdik belki. Hep âferin verirdi. Biraz da ümitsiz olarak çalıştık. Hâlbuki çalışan kişi «Ben bunu yapacağım» demeli. Halbuki biz «Nasıl yapacağız?» diye başladık işe. Onu da tam yürütemedik. Nizamlı olarak çalışmak lâzım. Her gün ne kadar? Yarım saat kâfi veya bir saat. Meselâ onun bir hastası olduğu zaman, uyku muyku kalmıyor. 24 saat yazmak istiyor. Ama herşeyin iptilâsı var, o da zararlı. Hakikaten yazı ile yatardık. Rüyada yazı görürdük. Yazı toplardık[26]. Bizim için en kıymetli şey yazı idi. Üstâzımız Sâmi Efendi Hazretlerinin huzur-i âlilerine geldik, bir anda o da gitti, silindi. Hatta o yazıların yüzde 80’nini dağıttım sağa sola. Ömer Kirazoğlu Beye de güzel bir hat vermiştim; ama böyle fevkâlade bir şey. Şimdi onlar parayla alınmaz. Dağıttım. Bütün akrabalarda birer ikişer yazı vardır. Ama hepsi de değerli yazılar”[27].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un yazdığı her yazıda, bu güzellik kendini gösterirdi. Muhatapları Osmanlıca okuyabilecek durumda ise mektuplarını eski Türkçe ile yazardı. Bu mektuplardaki yazıların güzelliği, mektup kağıdının tertip ve düzeni, üslûbundaki letâfet, ilk nazarda sahibinin güzelliğini ele verir mahiyetteydi. Latin alfabesiyle yazdığı zaman da el yazısını inci dizer gibi bir güzellikte yazardı.
Hattatları sever ve bu ecdâd yâdigârı güzel sanatımızın devam etmesi için elinden gelen yardımı yaparlardı. Hattatların maişetine destek olmak için, onların eserlerini bolca alır, yakınlarına ve sevenlerine hediye ederlerdi.
Hattat Hasan Çelebi Hocaefendi anlatıyor:
“Bugün hat sanatı, Türkiye’de ayakta kaldıysa bunun müsebbiplerinden biri de Topbaş ailesidir. Özellikle Hulusi Topbaş, Nuri Topbaş ve Mûsâ Topbaş Efendiler ve bir de onların eniştesi Nazif Çelebi Bey, bu sanata ciddi omuz vermişlerdir. Allah kendilerinden râzı olsun, bu âilenin bu ihsanları ile hepimiz bir yerlere gelebildik, diyebilirim.
Özellikle Mûsâ Topbaş Efendi’ye karşı büyük hürmet ve sevgim vardır. Bir zamanlar geçim sıkıntısı çekmekteydim. Hatta yanlarında çalışmak bile istedim. Fakat benim imamlık vazifemi bırakmama razı olmadılar. «Bu vebâlin altına giremeyiz» diyerek, başka şekilde bizlere yardımcı oldular.
Şeyh Mustafa Devâtî Camii’nde vazife yaparken, hat sanatına yeni başlamıştım. Henüz icâzet almadığım halde, fakire bazı yazılar yazdırırlar, sonra da onları benden satın almak suretiyle bize destek olurlardı. Rabbim kendilerine rahmet eylesin!”
Üstaz Hazretleri yine bir gün son dönemin büyük hat üstâtlarından M. Necmeddin Okyay (v. 1976) Hocaefendinin Üsküdar’da bulunan evinin kapısını çalmış. Hocaefendi:
«−Buyurun kardeşim, kimi aramıştınız» deyince, Mûsâ Efendi:
«−Efendim, hatlarınıza bakıp bir şeyler almak istemiştim» cevabını vermiş. Hocaefendi hayretini ifade ederek:
«−Fesübhânallah! Hâlâ bu ülkede demek hüsn-i hat meraklısı varmış?» diyerek kendilerini içeriye buyur etmişler.
Muhterem Üstaz, huzuruna ziyaret için genç hattatlar geldiğinde, onlarla zevkle sohbet eder, yazı sanatının güzelliğinden bahisle kendilerini teşvik ederdi. Fakat bu sohbetlerin sonunu hep kulluğa getirir, fânî güzelliklere gönül kaptırmamak gerektiğini hatırlatır ve kalpleri, güzeller güzeli olan ve her güzelliğin ezelî ve ebedî yegane kaynağı bulunan Cemâl-i ilâhîye yönlendirirdi.
İşte Mûsâ Efendinin gençlik yılları, böylece ilim ve irfan muhitlerinde bereketli bir mevsim olarak yaşanmıştır. O, lisenin ikinci sınıfından ayrıldıktan sonra ise baba mesleği olan ticarete daha aktif olarak katılmış ve âile adına bazı sorumlulukların da altına girmiştir.
[1]. Ailenin alış veriş gibi dış hizmetlerini de gören hizmetkârı.
[2]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 7-20.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 106-107.
[4]. Mûsâ Efendi kendisini kastetmektedir.
[5]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 15.
[6]. Ali b. Hüseyin Vâiz Kâşifî, Reşâhât-ı Aynü’l-hayât (thk. Ali Asgar Mu´îniyân) I, 71-72.
[7]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 12-13.
[8]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 12-13.
[9]. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- kendilerinden bahsederlerken “Ben” demezler, bunun yerine tevazu ifadesi olarak“Fakir” derlerdi..
[10]. “Kendi Kalemlerinden Kısa Terceme-i Hal”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 12, Ağustos-1999.
[11]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 132-133; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 98.
[12]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV,119.
[13]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 33.
[14]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 35.
[15]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 123-125.
[16]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 12-13.
[17]. Kur’ân-ı Kerim okumaya yeni başlayanlar, öncelikle namaz sûreleri diye bilinen kısa sûreleri ezberlerler. Kur’ân-ı Kerim’in 114. sûresi olan “Nâs Sûresi”nden 94. sûresi olan “İnşirah Sûresi”ne kadar bu ezber dersi sondan başa doğru devam eder. İnşirah Sûresi’nin son kelimesi “Ferğab” olunca, bu seviyeye gelenler kısaca “Ferğba’a çıktık” diye bulundukları ders seviyeyisini ifade ederler.
[18]. 1950’li yıllar..
[19]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 13-14, 36-37, 195-196, 60; “Kendi Kalemlerinden Kısa Terceme-i Hal”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 12, Ağustos-1999; Sâdık Dânâ, İslâm Kahramanları, III, 170; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 136-140.
[20]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 61-64.
[21]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 37.
[22]. Soner Yalçın’ın “Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı – Efendi 2” kitabında Mûsâ Efendi Hazretlerinin aslen Mûsevî olan Profesör Anjel’den Fransızca öğrenmesinden hareketle, onun sabetayist akımlarla ilgisinin olabileceği gibi bir şüphe oluşturma çabası, gerçekten hayalleri bile zorlayan bir bühtan gayretidir. Bir insanın yabancı dil öğrendiği hocasının dini, öğrenen kişi hakkında değerlendirme ölçüsü olacaksa, bugün ülkemizde yabancı dil bilen birçok kimseye şüphe ile bakmak gerekecektir ki, böyle bir yaklaşımın akıl, iz’an ve vicdan ölçülerinin hiçbirine sığmayacağı açıktır.
[23]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 13.
[24]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 22, Temmuz 2001.
[25]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 21, Temmuz 2001.
[26]. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-’un güzel yazı toplaması, bir koleksiyon oluşturmak için değildi. Daha çok yakınlarına ya da sevenlerine hediye etmek veya hat sanatını ve hattatları desteklemek maksatlıydı.
[27]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 24-26.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-