Tasavvufî eğitimde en büyük gaye, kulu Hakk’ın muhabbet ve rızâsına eriştirmektir. Bu gayeyi gerçekleştirecek en önemli vasıtalardan biri de hiç şüphesiz “evrâd u ezkâr”dır. İşte bu sebepledir ki, bütün seyr u süluk usullerinde muhakkak bu hususa büyük ehemmiyet verilmiştir. “Evrâd u ezkâr” denilince genelde şu üç husus kastedilir: Kur’ân-ı Kerim tilâveti, duâlar ve zikirler. Bunlara, muayyen bir tertiple düzenli aralıklarla tekrarlanması sebebiyle “vird” denilmiştir. Çoğulu “evrâd”dır. Mâneviyat büyükleri derler ki: “Virdi olmayanın, vâridi olmaz”, yani düzenli bir şekilde virde sahip olmayanların, gönüllerine manevî fuyuzât ve ilham lutfedilmez. Yine buyururlar ki: “Virdini terkedenin, vâridâtı kesilir; vâridâttan mahrûmiyet ise gönül kuruluğuna sebep olur”.
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-, manevî yola giren sâliklerin evrâd u ezkâra ehemmiyet vermeleri nispetinde terakki edeceklerine işâret ederlerdi. Özellikle nefsin kötü vasıflardan kurtulmasında zikrullahın tesirine dikkat çekerler ve buyururlardı ki:
“Allâh’ı devamlı anmak, kalbi yumuşatmak ve tasfiye etmek için şarttır. Çünkü Cenâb-ı Hak -azze ve celle- Hazretleri “Siz beni çok anın, çok çok anın”[1] buyurmaktadır. İnsan ne kadar gönlünü zikre verirse, o kadar çabuk terakki eder. Zikrullaha vâsıl olan, her şeye kavuşmuştur. Zikrullahtan mahrum olan da her şeyi kaybetmiştir. Zikrullaha nail olan, Allâh’a kavuşmuştur. O yüce nimeti tadamayan, ancak kışırda (kabukta) kalmıştır. Kim Cenâb-ı Hakk’ı kalben daimî olarak anabiliyorsa, o îkâna, yani kuvvetli imâna sahip olmuştur. Rabbini büyük bir aşkla sevmiştir. Zikir hâli devam ettikçe, mânevî yollar açılmış, perdeler, hicaplar kalkmıştır. Büyük tâzimle zikrullaha devam ettikçe, letâifler açılır, zikir hâli sıra ile letaiflerde görülür. Daha tekâmül ederse bütün sadrı istilâ eder. Daha da gayret sarfedilirse nefse, oradan da bütün cesede intikal eder. Emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râdıye, mardıye hâlleri görülür. Mutmainne makamı, velâyet-i suğradır. Râdıye, mardıyye makamı, bazı yüksek dereceli velilerde görülür. Zikrullaha devam eden, şen şakrak olur. Hiçbir keder onda barınamaz. Zikrullaha devam edenler, dünyacılarla fazla ülfet etmezler; çünkü gafillerle ülfet etmek, kalbe kasvet verir”[2].
Alaeddin Attar -kuddise sirruh-: “Zikir bir kazmadır ki, onunla gönüldeki yabancı duygu dikenleri temizlenir” buyurur. Yine nakledilir ki: Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh- Hazretlerine onaltı âlim gelmiş ve “bizi irşad et” demişler. Her birini bir odaya yerleştirmiş. Zikir ve ibâdetle bir hafta uğraşmışlar, yanına çağırmış:
«−Kalbinizde ne buldunuz?» diye sormuş.
«−Dünya sevgisi» diye cevap vermişler.
Bir hafta daha devam ettirmiş, yine sormuş:
«−Âhiret sevgisi» diye cevap vermişler.
«−Bunu da atın, yine devam edin» tavsiyesinde bulunmuş.
Bir hafta daha devam etmişler. Yine sormuş:
«−Kalbinizde ne buldunuz?»
«−Enaniyet (benlik sevgisi)» diye cevap vermişler.
«−Varlığınızı da terk ederek devam edin» demiş. Bir hafta sonra:
«−Kalbinizde ne buldunuz» diye sormuş.
«−Allah sevgisinden başka bir şey yok» cevabını vermişler. Cüneyd Hazretleri de:
«−Muradınıza erdiniz. Artık böyle devam ediniz» demiş ve onları yolcu etmiştir.
Mûsâ Efendi -kudduse sirruh- bu kıssayı anlattıktan sonra şöyle buyururlardı: “Bu kıssada Allâh’a vasıl olmak isteyenlerin tam ihlâs üzere zikrullaha devam etmelerine işâret vardır” [3].
İstiğfar ve zikrin, gönül hastalıklarını tedavideki tesirini göstermesi bakımından Muhterem Üstâzın anlattığı şu hatıra da dikkat çekicidir:
“Kayserili bir ahbabımız vardı. Arasıra görüşür, hasbihal ederdik. Hal ehli idi. Daimî huzur hâlini devam ettirenlerdendi. Muhabbet ehli, merhamet ehli idi. Uzun müddet görüşmek kâbil olmadı. Üç-beş sene evvel görüştüğümüzde kendisini çok kederli ve üzüntülü buldum. Kendisine sordum:
«–Kardeşim! Üzüntünün, telâşının sebebi nedir?» Cevaben dedi ki:
«–Derdim, dertlerin en büyüğü. Benden merhamet duygusu alındı. Herkese karşı âdeta düşman kesildim. Hatta haklı-haksız aileme zulmediyorum. Görüşlerim çok değişti. Allâh’ın kullarına, mahlûkâtına karşı içimde en ufak bir acıma duygusu kalmadı. Mahvoldum, hâlimin perişanlığını teemmül ediniz. Bir çare-i necat bulunuz».
Kendisine, kişinin, hastalığını bilmesinin büyük bir nimet olduğu söylenildi. Çünkü kusurunu, hatasını bilen, onu gidermeye gayret eder. Şüphesiz ki, kişinin hâlinin değişmesi, bilerek veya bilmeyerek işlemiş olduğu bir günahın neticesidir. Kendisine bilhassa seherlerde büyük bir nedamet içinde, ihlâs ile, can u gönülden, kırık bir kalple ısrarlı olarak “istiğfar”a devam etmesi tavsiye edildi.
Takriben bir yahut bir buçuk sene evvel tekrar görüşmek imkânı hasıl oldu. Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri onu bağışlamış, eski hâlini iâde etmişti.
Kendisine hâlin nasıl diye sorulduğunda:
«−Elhamdülillah, Allahü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, Habibi ve sevdikleri has kulları hürmetine eski hâlimi iade etti», dedi. Çok neşeli idi”[4].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- zikrin ve evrâdın tesirini göstermesi için iki şey üzerinde ısrarla dururlardı: Birincisi, zikrin az değil çok yapılması, ikincisi de gönlü Allâh’a vererek büyük bir itinâ ve tazimle îfâ edilmesi. Buyururlardı ki:
“Az yapılan zikir, kalbin yumuşamasına kâfi gelmez. Kalp çok zikirle yumuşar. Hiç bir şey buna mâni olmamalıdır. İnsanın mükerrem oluşu, zikr-i daimî ile tecelli eder. Beden bununla nurlanır, temizlenir. Her uzvun kendi zikri vardır. Bunların hepsi, bedenin zikrini ve devamlı huzuru kazandığı zaman, insan vücudu artık toprağın içinde çürümekten kurtulur.
Seherlerde kalkıp dersimizi seve seve ve büyük bir aşkla yapmamız lazımdır. Neşesizlik ve huzursuzluk içinde yapılan dersten tam semere alınmaz. Manevî dersimizi yaparken de havâtıra fırsat vermemek lâzımdır. İnsanın dili bir taraftan “Allah Allah” der, zihni, aklı başka yerdedir. Tabiî böyle bir zikir iyi netice vermez. Rabbimizden başkasına kulluk yok. Başka hiçbir şeye zihnimizde yer vermeyeceğiz, herşeyi bertaraf edeceğiz. Hülâsa vazifemiz mühim bir vazifedir. Cenâbı Hakk’a yaklaşmak istiyorsak, Cenâb-ı Hakk’ın has kulu olmak istiyorsak bunu yapmaya mecburuz.
Kul, mâsivaya gönlünü kaptırmadan Kur’an-ı Kerim ahkâmına, sünnet-i seniyye ittibaına ve evradlarının ulvîliğini idrak edip onları itina ile yapmaya devam ettikçe, Cenâb-ı Vâcibü’l Vücut Hazretlerinin inâyeti ile ihlâsı tezâyüd eder, îkanı tezâyüd eder, tam manasıyla istikâmet ehli olur.
Mânevi dersler, sathî çalışmadan ziyade gönül alemiyle ilgilidir. Bizler zikrederken mutlaka Cenâb-ı Hakk’a gönlümüzü vereceğiz. O hususa çok dikkat etmek gerekiyor. Cenâb-ı Hak’la başbaşa kaldığımız zaman, sanki Rabbimiz yeryüzünde tek bizi yaratmış gibi bir halet-i ruhiyede olacağız. Zikrederken zikrin tadını çıkartmalıyız. Acele acele «Aman ben dersimi yapayım da rahata kavuşayım», gaye bu olmamalıdır. Gündüzleri de yine zikre sabahtan akşama kadar devam edeceğiz. İşimiz gücümüz buna mani değildir. Ağzımız kapalı olarak, elimizde tespih olmadan günlük işimizle de meşgul olarak gönlü Cenâb-ı Hakk’a vereceğiz. Şoför arabasını kullanır, muhasebeci defterini tutar, tüccar aklı başında olur, bilir ki kendisi emanetçidir, malını alır satar, fakat bu işler yapılırken gönül Allah ile olur, O’nu anarsa zikir yapılmış olur”[5].
Evrâd u ezkârın özellikle seher vakitlerinde yerine getirilmesi hususunda da önemle dururlardı. Zira mâneviyat ehli için geceler, âdetâ vuslat demleridir. Hemen hemen bütün Hak dostları, gecenin feyz ve bereketinden istifâde etmişler ve sevenlerini de bu ulvî sofraya davet edegelmişlerdir. Seher vaktinin manevî terakki için büyük bir ikrâm-ı ilâhî olduğunu Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- şöyle ifade ederlerdi:
“Seher vakti ne lahûtî bir zamandır; Allahü Teâlâ’nın kullarına bahşettiği en mühim ikramıdır, mânevî ziyafetidir. Bütün Hak âşıklarının, kışın sıcak yataklarını terkedip, gönüllerini Hâlık Teâlâ’ya verdikleri, kudsî, ulvî anlarıdır. Göz yaşları ile namaz, niyaz, istiğfar, tefekkür, zikrullah ile nefislerinden çıkıp, Rabbu’l-âlemîne samimiyetle iltica ettikleri demleridir. Bu manevî ziyafetten istifâde etmek isteyen, gereğini yerine getirmesi lâzımdır. Bunun için gece geç vakitlere kadar oturup, seher vaktinin kadrini bilmeyenlerden olmayalım.
Bu öyle bir vakittir ki, feyz-i ilâhî yağmur gibi semâdan nüzul suretiyle, seherîlerin kalplerinde tecelli eder. Bütün ruhâniyet ve melâike-i kiram hazeratı da iştirak ederler. Gece kılınan iki rekat namaz, gündüz kılınan (farzlar hariç) bütün namazların fevkindedir.
Seher vakti, gafil zümrenin uyuduğu, gönül sultanlarının samimiyet ve tevazu ile Rableriyle hemdem oldukları bayramlarıdır. Manevî terakkiyât; ilerleme vesilesidir.
Gece, vücut istirahat ettiği, dinlendiği için zindedir. Sâlim, mâsivâdan silinmiş bir kalple yapılan murakabe, tefekkür neticesi olarak, insan kitaplarla elde edemediği, öğrenemediği bir çok ruhânî bilgilere sahip olur.
Gece ibâdetini kolaylaştıracak sebeplerin en kuvvetlisi, Allah sevgisi ve imân kuvvetidir. Çünkü gece namaz kılan insan, okuduğu her kelime ile Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerine münacaatta bulunduğunu, hatta kalbinden geçenlere de Allâh’ın agâh olduğunu, kalbinden geçen hatıraların ilhâm-ı ilâhî olduğunu bilir. Allahu Teâlâyı seven kimse, elbette O’nunla tenhâda kalmayı ister ve sevgilisi ile münacaattan da zevk alır. Bu zevk onu, kıyamını uzatmasına sevk eder.
İnsan uykudan uyanınca, gönlü fıtrî sâfiyetine dönmüş olur. Bu yüzden gönlün, zikr-i ilâhî’den gayrı şeyle meşgul olarak değişmesine, uyandığında fıtrat nurunun zail olmasına fırsat verilmemelidir. Gönülde masivânın yer tutmasından korkarak, mümkün mertebe Allâh’a iltica etmek gerekir. Çünkü bu işin ölçüsü Allâh’a ilticadır. Bu ölçü sayesinde nurlu yol bulunur. İlahi nefhalara erilir.
Gece namazına mani olan şeylerden bazıları, dünya işlerine fazla itina göstererek onlarla çokça meşgul olup azaları yorgun düşürmek, halkın arasına karışıp fuzûli, faidesiz sözler konuşmak… Gece kalkmaya muvaffak olan kimse ise, vaktin değerini bilen, hastalığının şifasının ne olduğunun farkında olan kimsedir. Böyle olan kimse ihmalkâr davranmaz, ihmal ederse ihmale uğrayacağını bilir”[6].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- bir ömür boyu seherlerini en güzel şekilde değerlendirmenin gayreti içerisinde olmuşlardır. Hatta zor zamanlarında bile seher vaktini ihya etmenin derdinde olmuşlardır. Nitekim geçirdikleri bir ameliyat sonrası narkozdan henüz uyanmışlardı ki, etrafındakilere ilk sorduğu suâlleri:
«− Saat kaç oldu?» cümlesi olmuş,
Kendisine:
«− Saat üç olmak üzere Efendim!» denilince de:
«−Gece ibâdeti pek mühimdir; ihmâl edilmez!» diyerek yanındakilerin yardımıyla hemen teyemmüm almışlar, içinde bulunduğu ızdıraplı hâli âdetâ unutmuşçasına, gönlünü Rabbine vererek tarifsiz bir mânevî zevk u şevk içinde, mûtâd olan zikir ve ibâdetlerini îfâya koyulmuşlardı[7].
Muhterem Üstâz, evrâd u ezkârın bir ömür boyu devam etmesi gerektiğini de hatırlatırlardı. Zira ona göre, seyr u süluk zâhiren bitmiş görünse bile hakikatte bitmesi düşünülemezdi. Çünkü manevî terakkinin nihayeti yoktu. Buyururlardı ki:
“Muhakkak günü gününe dersimizi yapacağız. Ne zamana kadar? Ruhumuz cesedimizden ayrılıncaya kadar manevî dersimize devam etmekle mükellefiz. Rabbimiz Teâlâ Hazretleri hepimize muvaffakiyetler versin! Âmin”[8].
[1]. Bkz. Ahzab Sûresi 41.
[2]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 67, 74.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 77.
[4]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 145-146.
[5]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 73-74; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 33, 37, 63; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 45.
[6]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 89, 92-93, 97-98.
[7]. Osman Nuri Topbaş, “Gecedeki Sır”, Altınoluk Dergisi, sayı: 168, sh. 32, Şubat 2000.
[8]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 34.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-