Zaman ve mekânın Yüce Yaratıcısı olan Mevlâmız, yarattığı her bir varlığa ayrı ayrı tecellîde bulunduğu gibi, her ânâ ve mekânâ da tecellisi farklı farklıdır. Ehlullâhın beyanına göre “Allah Teâlâ bir ‘mazhar’a[1] iki defa aynı tecellide bulunmadığı gibi, iki ayrı mazhara da aynı tecellide bulunmaz”.
İnsan, ünsiyet eden bir varlıktır. Bulunduğu çevrenin, ilişki kurduğu muhitin ve içinde yaşadığı zaman ve mekânın, onun şahsiyeti üzerinde tesirleri vardır. Nitekim büyük İslâm âlimi İbn-i Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde konuyla ilgili derin tahlillerde bulunur. İnsanların yaşadığı coğrafi muhitin ve iklim şartlarının onlar üzerindeki tesirlerini örneklerle ortaya koyar. Biz bu tahlillere girecek değiliz. Ancak bu tahlillerin dayandığı ana fikirden hareketle, geçtiğimiz yüzyılın (20.yy) başlarında dünyaya gelip, etrafını parlak bir yıldız gibi aydınlatan, yüzyılın sonuna doğru da aramızdan kayıp giden Mûsâ Efendinin, gelişip büyüdüğü zaman ve mekânın genel çerçevesini hatırlamak, onu daha da yakından tanımaya vesile olacaktır, diye düşünüyoruz. Bu itibarla, tarihimizin bu dönemine anahatlarıyla temas edecek, sonra da yaşadığı coğrafî muhitle ilgili bilgiler vereceğiz.
***
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, 1917’de Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya gelmiş ve 16 Temmuz 1999 tarihinde de İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Doğduğu yıllarda, henüz Osmanlı Cihan Devleti varlığını devam ettirmektedir. Yani Mûsâ Efendi, bir Osmanlı insanı olarak dünyaya gelmiştir. O yıllar, savaş yıllarıdır. Birinci cihan harbi henüz bitmemiştir. Millî mücadele yeni yeni teşkilatlannmanın hareketliliği içindedir. Babası Topbaşzâde Ahmed Hamdi Efendi, din ve vatan sevdâlısı bir Anadolu insanıdır. Fedakâr, memleket meselelerine duyarlı ve aktif bir ticaret adamıdır.
Ahmet Hamdi Efendi, Mûsâ Efendinin doğumundan altı ay kadar sonra İstanbul’a hicret eder. Mûsâ Efendi o yıllardan itibaren artık bir İstanbullu’dur. O dönemde İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başkenti olarak zor zamanlarını yaşamaktadır. Vatanın işgalden kurtarılması için planlar yapılmaktadır. Halk tedirgindir. Saray, işgal kuvvetlerinin gözetimi altındadır. Bu şartlar altında millî mücâdele hareketinin İstanbul’dan yürütülmesi imkânsız gibidir. Bu sebepten dolayı, millî mücâdele için Anadolu’dan bir hareket başlatılması fikri genel kabul görür ve savaşlarla dolu milli mücadele yılları böylece başlamış olur.
Millî mücâdele, dirayetli komutanlar ve fedâkâr Anadolu insanının seferberliği ile kazanılır. Mûsâ Efendi o yıllarda, henüz 3-4 yaşlarındadır. Artık Osmanlı Devleti’nin yerine yeni bir isimle yeni bir devlet kurulmuştur: Türkiye Cumhuriyeti (1923).
Yeni devlet, her şeyiyle yeni ve farklı olma idealini gütmektedir. Sırf bu sepeple eskiyi hatırlatacak her şey kaldırılmış ya da değiştirilmiştir. Saltanat (1922) ve hilâfet (1924) ilga edilmiş, yerine, Cumhuriyet idaresi kurulmuştur. Tevhid-i tedrisat kanunu (1924) ile tüm eğitim faaliyetleri birleştirilmiş, medreseler kapatılmıştır (1926). Osmanlıca adıyla bilinen alfabe terkedilmiş, Latin alfabesine geçilmiştir (1928). Özellikle bu gelişme neticesinde nesiller arası tarihî ve kültürel bağlar da büyük oranda kesilmiştir. Memleket devrim geçirmektedir. İşte Mûsâ Efendinin ilkokul yılları bu döneme rastlar.
Bu değişiklikler halkta ciddi bir panik havası oluşturmuştur. Yer yer isyanlar ortaya çıkmış ve istenmeyen hâdiseler yaşanmıştır. Sonuçta istiklâl mahkemeleri kurulmuş (1922) ve takrir-i sükun kanunuyla yeni düzenlemelere karşı gelenler susturulmaya çalışılmıştır. Din eğitimi başlangıçta tevhid-i tedrisat kanunu çerçevesinde plânlanmış ve bu plânlamaya uyularak 29 imam hatip mektebi ve İstanbul Dârulfunûn’a bağlı olmak üzere bir de İlahiyat fakültesi açılmıştır. Başlangıçta din eğitimiyle ilgili durum böyle olmakla birlikte, daha sonra bundan adım adım uzaklaşılmış ve hatta din eğitimi tamamen terkedilmiştir. 1930 yılına gelinince, İmam Hatip Mektepleri, öğrenci yokluğu sebep gösterilerek kapatılmış, 1933’te de ilahiyat fakültesi sona erdirilmiştir. Bu tarihten sonra “İkinci Dünya Savaşı” sonrasına kadar (1948) din eğitimi adına hiçbir şey yapılamamıştır. Hatta yasaklanmıştır. Yapmak isteyenler ciddi bir şekilde takip edilmiş ve cezalandırılmışlardır. Bu dönemde din eğitimi alanlar, son derece gizli ve hususi gayretleri neticesinde alabilmişlerdir.
Bu yıllar Mûsâ Efendinin gençlik yıllarıdır. O, lise ikinci sınıfa kadar tahsil hayatına devam etmişse de; babası Ahmed Hamdi Efendinin okullardaki ahlâkî ve manevî gidişâtı pek tasvip etmemesi üzerine, ticarî hayata geçiş yapmıştır. Yine bu dönem, hususî hocalardan aldığı derslerle onun Kur’ân-ı Kerîm ve dînî bilgilerini geliştirdiği bir dönemdir. O dönemleri Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- şöyle anlatır:
“Merhum pederim çok üzgündü. Nasıl üzgün olmasın ki, yedi-sekiz yaşlarında olan oğlu ve torunlarının, dîne ait en ufak malûmatları yoktu. Koca İstanbul’da hangi hoca efendiye müracaat etse, şu cevabı alıyordu:
«–Bizi bağışlayınız, çoluk çocuk sahibiyiz».
Böyle demeleri, o zamandaki baskı ortamının insanlar üzerindeki tesirini göstermektedir.
Sonra Anadolu’dan çocuklara Kur’ân-ı Kerîm ve diğer dinî bilgiler öğretmek için köylü bir hoca efendi iknâ edildi. Ve İstanbul’a geldiğinde kendisine şöyle tenbihatta bulunuldu:
«–Seni herkes bahçıvan bilecek, hergün bahçede bir kaç saat sulama işleriyle meşgul olur, sonra kimseye görünmeden evin arkasındaki küçük kapıdan girer, yavruların dersini verirsin».
Mahallemizde Tatar Zehra Hanım nâmıyla sâliha bir hanım vardı. Yaşlıydı. Yalnız o, bu hususta cesaret gösteriyordu. Ücretsiz olarak, küçük yavrulara Kur’an dersi veriyor, Allah ve peygamber sevgisini telkin ediyor, İslâm’ın farzları, yasakları hakkında bilgilerle onları tezyin ediyordu.
Bir gün mahallenin bekçisi bundan haberdar olmuş, o kadıncağızı karakola götürmeye yeltenmişti. Bunu duyan bütün civar halkı bekçiye yalvarmışlar, kendisine hediye namıyla hayli dünyalık vererek iknâ etmişlerdi.
O günden sonra o kadıncağız, evinin kapısını sımsıkı kapamış, ölünceye kadar misafir dahi kabul etmemişti.
Bir mahalle bekçisinde o zaman öyle bir selâhiyet vardı ki, onunla karşılaşanlar, gayr-ı ihtiyârî, tir tir titrerler, kaçacak yer ararlardı. Bizler bunlara gözlerimizle şahid olduk. Rabbimiz Teâlâ Hazretleri o kara günleri bir daha göstermesin! Amin”[2].
***
İktisâdî bakımdan da yeniden yapılanma çalışmaları planlanmıştır. Halk, millî mücâdeleden yeni çıkmış olması sebebiyle, ekonomik bakımdan uzun süre kendine gelememiştir. Yeni yeni bazı sanayi dalları açılmakla birlikte, millet yine de çok fakirdir.
1939-45 yılları arasında iktisâdî durum giderek daha da sıkıntılı bir döneme girmiştir. Devlet olarak “İkinci Dünya Savaşı”na girmesek de, hazırlıklı olma adına bu yıllar arasında ülkede yarı seferberlik havasına girilmiştir. Nüfusun en dinamik grubu silâh altına alınmış ve bütçenin en önemli gelirleri savunmaya ayrıldığı için, tabiî olarak savaş ekonomisi yaşanmıştır. İki milyon insanın silâh altına alındığı, üretimin düştüğü, ithalat ve ihracat dengesinin bozulduğu, ülke içerisinde yatırım yapılmadığı ve dolayısıyla tüketim mallarında meydana gelen ciddi darlığın oluşturduğu bu tablo, tam bir kıtlık tablosudur. Devletin çıkardığı Milli Koruma Kanunu, Varlık Vergisi ve Toprak Mahsulleri Vergisi gibi vergilerle de halk iyice daralmıştır. Karaborsa yaygınlaşmış ve ekmek dahil bir çok tüketim malzemesi, karne ile verilir olmuştur.
Bu dönemde manifaturacılık yapan Ahmed Hamdi Efendinin mali durumu, dönemine göre nispeten iyi sayılır. Onun varlıklı oluşu, kendisiyle birlikte muhtaçlar için de büyük bir nimet olmuştur. Zira onun cömert kişiliğinden, fakir fukara, yetim ve kimsesizler istifâde ettiği gibi, medreselerin kapanması sebebiyle maaş alamayan ilim ve irfan ehli de istifâde etmiştir. İşte Mûsâ Efendi böyle bir ailede, hem cömertliğin fiilî talimini görmüş, hem de ehl-i ilim ve irfandan feyz almıştır. 1940’lı yıllar, aynı zamanda Mûsâ Efendinin evlilik hayatına ilk adımını attığı yıllardır (1941).
Ülkede 1934-1946 yılları arasında hukuk ve eğitim alanında da yeni gelişmeler olmuştur. Tekkelerin kapatılması (1925) neticesinde, halkın eğitimle hiçbir ilgisi de kalmamıştı. Hem bu boşluğu doldurmak, daha çok da devrimlerin tabana inmesini temin etmek maksadıyla, Halk Evleri (1932-1950) ve Köy Enstitüleri (1940-1954) gibi bir takım müesseseler açılmıştır. Köy Enstitüleri’nde esasen devrimci öğretmenler yetiştirilmek istenmiş ve bu hedefe de büyük oranda ulaşılmıştır.
Yine bu dönemler, dînî mâbedlerin ve vakıfların ihmâl edildiği ve hatta târumar edildiği, samimî dindarların rencide edildiği yıllar olmuştur. Ezan Türkçe okutulmuş ve dindarlık âdetâ suç olarak telakki edilmiştir. Bütün bu olanlar karşısında dindar halk, devlete karşı küstürülmüştür. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- o dönemdeki hâkim zihniyeti şöyle anlatırlardı:
“Erenköy ilkokulunda bir öğretmen vardı. İsmi bizce malum. Yavrulara daima Allâh’ın yokluğu telkinâtında bulunurdu. Hangi talebe, “Allah var” derse, onu sınıfta bırakırdı. Hiç bir talebe velisi de bu hususta şikâyet edecek bir merci bulamazdı.
Hülâsa, o zamanlar eğitim sistemi tersten alınmıştı. Dinine, milliyetine yabancı bir nesil yetiştirildi. Bugünkü seciyesiz ortam öyle zuhur etti. Mazisi temiz olan ecdadımız Hakkında, hep yanlış, düzmece, kötü kötü bilgiler uyduruldu. Hakiki tarihçiler, din âlimleri ve dilciler bertaraf edildi. Bu sûretle iyiler kötü, kötüler iyi gösterildi. Hâinler, zâlimler yüceltildi, hakiki vatanseverler, kahramanlar tezyif ve tahkir edildi. Hülâsa gençlik, bu sûretle bilgiden tamamen mahrum oldu. Cehl-i mürekkebe düştü (yani bilmediğini de bilemedi). Geçmişini bilemediğinden öz vatanının yabancısı oldu. Türlü türlü desîselerle Avrupa’nın fenninden, tekniğinden istifâde ettirilmedi. Ona rağmen onların kötü ahlâkları ve âdetlerinin tesiri altında kalındı”[3].
***
1946 yılından itibaren çok partili döneme geçilmesiyle, artık yeni bir dönemin kapıları da açılmaya başlamıştır. Bu döneme kadar ülkeye tek parti dönemi hâkimdi ve çok sert uygulamalarla idareyi yürütmeye çalışmıştı. 1934’ten itibaren hiç bir müessesede din eğitimi verilmediğinden, halk, cenazeleri kaldıracak din adamı bulmakta bile zorlanmaya başlamıştı. 1950’li yıllara gelince iktidar el değiştirdi ve Türkiye Cumuriyeti’nde yeni bir dönem başladı.
Bu dönemin başlamasıyla birlikte halkta bir rahatlama meydana gelmiştir. Türkçe ezan uygulamasına son verilmiş (1950) ve ezanlar, asırlardan beri devam edegelen aslî şekliyle yine gökkubbeyi inletmeye başlamıştır. Halk arasında duygular taşmış ve gözyaşları arasında şükür secdelerine kapanılmıştır. Celâleddin Ökten Hoca ve Hacı Veyiszâde Mustafa Efendi gibi ehl-i himmetin de dâsitânî gayretleriyle, İmam Hatip Okulları tekrar açılmaya başlanmıştır. Mevcut iktidar, ikinci dönem seçimlerinde de başarılı olmuş ve bu iktidar dönemi böylece on yıl kadar sürmüştür.
Bu dönemde tarım, ulaşım, sanayileşme ve liberal ekonomiye geçişte ciddi ilerlemeler kaydedilmiştir. Aynı zamanda, yabancı sermaye girişini kolaylaştırıcı uygulamalar, para arzının artırılması ve dış krediler ile yardımlar sayesinde de hızlı bir gelişme gözlenmiştir. Büyük kamu yatırımlarına ağırlık verilmiştir.
Bu on yıllık sürecin en önemli gelişmesi ise halkın devletiyle yeniden barışma yolunun açılmasıdır.
1944 yılında, Mûsâ Efendinin muhterem pederleri Ahmed Hamdi Topbaş Bey vefat etmiş ve Mûsâ Efendi, kardeşleri ile birlikte ticarî hayata devam etmiştir. 1950’li yılların başından itibaren ise manifaturacılıktan tekstil sanayiine geçilmiş ve Bahariye Fabrikasına ortak olunmuştur. Bu yıllar, aynı zamanda Mûsâ Efendi için farklı bir hayatın başlangıç yıllarıdır. Zira o, 1950 yılında Sultânu’l-Ârifîn Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri ile tanışmış ve 1956’da ise onun en yakın halkası arasına girme bahtiyarlığına erişmiştir. 83 yıllık ömrünü ikiye ayırmak gerekirse, işte o ayırıcı çizginin geçtiği yıllar, bu yıllardır. Artık Mûsâ Efendi için hayatın anlamı değişmiştir. Allâh’ı, âhireti ve kulluğu her şeyin merkezine alan bir hayat tarzı ile âdetâ yeniden doğmuştur. Bu dönemden sonra Mûsâ Efendi, son nefesine kadar bir şekilde yine ticâretin içindedir; fakat gittikçe azalan bir mesaiyle, oğulları ve kardeşleri vasıtasıyla bu ilgisini devam ettirmiştir.
Üstaz Hazretleri hiçbir zaman aktif politikanın içinde yer almamıştır. Ancak memleket sevdâlısı, akıllı ve halkına saygılı devlet adamlarını sürekli takdir etmiş ve kendilerine duacı olmuştur.
1960’lı yıllardan 1990’lı yıllara kadar çok partili siyasi ortam devam etmekle birlikte, hemen her on yılda bir, ülke darbelere maruz kalmıştır. Gençlik, zaman zaman kaosa sürüklenmiş ve birbirine düşürülmüştür. 1980’li yıllardan sonra ise nispeten normalleşme sürecine girilmiştir.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, 1960’lı yıllardan 1984 yılına kadar ticari hayatın içinde olmakla birlikte, vaktini daha çok Sâmi Efendi Hazretlerinin yanında, onun maddi ve manevî hizmetlerini koordine etmekle geçirmiştir. Hatta Sâmi Efendi Hazretlerinin 1979’da Medine’ye hicretinden sonra, Anadolu’daki sevenlerinin yegâne müracaat kaynağı, Mûsâ Efendi olmuştur. O, bu kargaşa döneminde, engin dirâyet ve basiretiyle, büyük bir titizlik ve tedbir içinde, manevî hizmetleri yürütmüştür. Aynı zamanda Üstazın manevî tekâmülünün gün geçtikçe kendini göstermeye başladığı ve nihâyet irşad icâzetinin kendisine takdim edildiği (1976) yıllar da bu yıllardır. 1975 yılından itibaren de Medine ziyaretleri çoğalmıştır. Hatta senenin yarısı ve belki bazen yarısından fazlası Medine’de geçmektedir.
1980’li yıllar, Mûsâ Efendinin manevî irşad hayatının başladığı yıllardır. Çok sevdiği Üstâzını 12 Şubat 1984’te dâr-ı bekâya uğurlamış ve tüm sevenlerinin manevî mes’uliyeti omuzlarına yüklenmiştir. O, büyük bir titizlik, tedbir ve mes’uliyet şuuruyla, birleştirici, koordine edici ve yönlendirici üslûbuyla Anadolu’yu karış karış gezmiş, sevenlerinin gönüllerini Hakk’a kulluğa ve mahlûkâta hizmete yönlendirmiştir. Her gittiği yere yeni tohumlar ekmiş ve daha önceden oluşan manevî fidelikleri çınarlaştırmıştır. 1999 yılının 16 Temmuz’una kadar da bu hizmet ve gayreti devam etmiş ve nihâyet çok sevdiği Mevlâsına kavuşmuştur. Rahmetullahi aleyh.
***
Mûsâ Efendi Hazretlerinin yaşadığı muhite gelince:
Muhterem Üstâz Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya gelmiş ise de hayatı, İstanbul’da geçmiştir. Doğumundan kısa bir süre sonra (1917), o dönemde pâyitaht olan İstanbul’a göç etmişler ve İstanbul’un en mûtenâ semtlerinden biri olan Erenköy’e yerleşmişlerdir.
O zamanlar İstanbul, büyük bir medeniyetin ve hatta medeniyetlerin başkenti olması sebebiyle ilim, irfan, edep, kültür, sanat ve nezâketin en yüksek seviyede yaşandığı bir Osmanlı şehridir. Sıradan halkta bile, büyük bir irfan ve edep sezilmektedir. Bugünkü çarpık yapılaşma henüz başlamadığından, dünya incisi İstanbul’un tabiî ve bediî güzellikleri, ehl-i zevk ve selîm fıtratlar için âdetâ ilhamlar fısıldamaktadır.
O dönemler dil, din ve tarih kültürünün bütün canlılığıyla hayatiyetini devam ettirdiği ve henüz kaybolmadığı dönemlerdir. Aile ocağının sıcaklığı, akraba ve komşu ilişkilerinin samimiyeti, hissedilir bir şekilde yaşanmaktadır.
İşte Mûsâ Efendi Hazretlerinin çocukluk ve gençlik yılları, böyle bir ortamda yeşerip gelişmiştir. Onun fıtratındaki güzellik ve zarafet ise, bu coğrafyanın tüm imkânlarından azami derecede istifâde için kendisine lutfedilmiş ilâhî bir ikramdır. Onun Efendiliğinde, İstanbul’un yeri küçümsenemeyecek derecede büyüktür.
1950’li yıllarda Sâmi Efendi Hazretleri tarafından Mûsâ Efendinin gönlüne yapılan manevî aşı ise, onu hep rahmet mekanlarına yöneltmiştir. Buram buram tarih kokan ve taşına toprağına ecdâdın medeniyet ruhunun sindiği bir diğer il de hiç şüphesiz Bursa’dır. Bu büyük ruh, Bursa’yı da çok sevmiştir. Hatta ikinci ikâmetgâhı orasıdır. Her yıl muayyen zamanlarda mutlaka Bursa’ya giderler ve orada Çekirge’deki evinde bazen iki-üç hafta kadar kalırlardı. Bursa’nın hem tabiî güzelliği, hem tarihî zenginliği, hem de manevî derinliği âdetâ Üstazın iç âlemini beslerdi.
Onun hizmet maksadıyla, Anadolu topraklarının güzel insanlarıyla, güzel mekanlarda buluşmaları da az değildir. Hemen her yıl, bir aydan az olmamak üzere, güzel yurdumuzun en ücrâ köşelerine varıncaya kadar, sukûnet ve huzur dolu seyahatleri olmuştur. Yine aynı maksatla, ata yurdumuz Orta Asya topraklarından, Kudüs’e, Avrupa kıtasından Afrika topraklarına kadar dolu dolu ziyaretler gerçekleştirmiştir.
1970’li yıllardan itibaren de Üstâzın en çok zevk aldığı manevî vatanı, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’yi içinde barındıran Haremeyn toprakları olmuştur. Hac ve umre maksatlı gidişlerinden ayrı olarak, ehl-i Medîne’den sayılacak kadar, o diyarın manevî huzur ikliminde bulunmuşlar ve gönül âlemine ulvî duygular yüklemişlerdir. Medine-i Münevvere’de bir yıl içinde bazen sekiz ayı bulan ikâmetleri olmuştur.
Hulâsa Mûsâ Topbaş Efendi, yeryüzünde cennet diye ifade edilebilecek en güzel coğrafî bahçelerin, nâdîde bir “insân-ı kâmil” gülüdür. Elbette bu nimetler, çok sevdiği Rabbinin müstesnâ ikram ve ihsânıdır. Bu ikram ve ihsana karşılık Mûsâ Efendi Hazretleri de “Rabbine şükreden ne güzel bir kul” olmuştur.
[1]. Hak Teâlâ’nın tecellilerinin ortaya çıktığı (zuhur ettiği) herhangi bir şeye “mazhar” denilebilir.
[2]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 156-157.
[3]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 157.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-