Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- seyr u sülûkteki yol işâretlerini, herkesin anlayacağı bir üslupla, muayyen ölçüler hâlinde beyan etmişlerdi. Onun hayatında nizam ve intizamın yeri çok büyüktü. Ve ona göre manevî yolculukta da belli bir nizam elbette olmalıydı. Zira bu yol, sonradan ortaya çıkmış bid’at bir yol değildi. İlâhî ve nebevî temellere dayanan ve asırlar içinde müesseseleşen manevî bir terbiye ocağıydı. Madem ki bu âlî yol içinde bugüne kadar bir çok ehlullah yetişmişti; öyleyse ölçülere hassasiyetle uyulduğu zaman o büyükler gibi yine bir çok Hak dostu yetişebilecekti. İşte bu bakış açısıyla Muhterem Üstâz Hazretleri, seyr u sülûkün ana esaslarını kendi üslubuyla açık bir şekilde beyan etmişlerdir. Şimdi bu ölçülerden belli başlı olanlarını kısa kısa burada zikredeceğiz.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-a göre seyr u sülûke girmek isteyenlerde Mürşid-i kâmiller öncelikle şu özellikleri ararlar:
“Mânevî yola talip olanlarda evvelâ; dürüstlük, tevazû, engin gönül, mülâyemet, herkesle geçimlilik, ihlâs, istikâmet aranır.
İkinci olarak da; gayret, samimiyet, fedakârlık aranır.
Seyr u sülûk için müracaat edildiğinde, Şeyh efendi her müracaat edeni hemen kabul etmez. Sîretine ve sûretine bakar. Niyetini hâlis, mânevîyata kabiliyetli görürse istihâre verir, lâyık görmezse tehir eder. Gâyeleri, gelişi güzel önüne gelenleri toplamak değil, lâyıkı vechile gönül ehillerini teşhis edip onları kemâle erdirmektir”[1].
Bu ulvî yoldan istifâde etmek ve muvaffak olmak için şu ölçülere uymak zaruridir:
“Şüphesiz bu ulvi yolda, ana muvaffakıyyet ihlâs, tevâzu ve sa’y ü gayrettir. Bu hususu benimseyenler, dikkatli olup Allâh’ın rızâsını talep edenler, Rabbimiz Teâla Hazretlerinin rızâsını kazanırlar. Bu âli yoldan istifâde etmek isteyenler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği irâde-i cüz’iyelerini hüsn-i isti’mâl ederek, yüksek bir azim ve irfanla hareket etdiklerinde, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği, hakikat kokuları kendilerinde görülmeye başlar. Bunun için de:
- Kullukdaki gâye, ivâzsız garazsız sırf Allâh’ın rızâsını tahsil olmalı,
- Kur’an-ı Kerim’in ve Allah Resülünün emrettiklerini yapmalı ve yasakladıklarından da ciddi olarak kaçınmalı,
- Bilhassa rızkı, helâl kazançtan temin etmeli. Bugün nice insanların müttakî dedikleri kimseler vardır ki, ittika ile hiç bir alâkaları yoktur. Çünkü kazançları şüphelidir.
- Hakiki, yani temkin ehli bir mürşidi kâmile tam teslim olmalı. Hakikatte teslimiyet Cenâb-ı Hakk’adır. Kişi ibâdetinden ziyade, teslimiyetinden istifâde eder. Teslimiyeti zayıf olan sâlik lâyıkıyla terakki edemez.
- Evradlarını büyük bir itina ile gönlü Hakk’a vererek mürşidinin gösterdiği âdâb üzere yapmalı,
- Mürşid yahut kardeş sohbetlerine devam etmeli,
- Hâlimizi muhafazaya çalışıp, dünya sevgisini nefye (yok etmeye), nefsin arzularına karşı muhalefete, ahlâkî durumumuzun inkişâfına, güzelleşmesine dikkatli olmalı,
- Sıdk ile hizmet yoluna girmelidir. Zamanın icabına göre herkes kabiliyet ve liyakatı ölçüsünde, mü’minlere hatta bütün mahlûkata hizmet etmelidir.
Lüzumundan fazla, gâyesiz ve sebepsiz yorulmaktan ise itidal ve mahviyet üzere, bilerek, zekice, en verimli çalışma tarafını tercih etmelidir”[2].
Manevî terakkide esas olan, Kur’ân-ı Kerim ahkâmına ve Allah Rasûlü’nün sünnetine uymaktır. Bu sağlanmadıktan sonra diğer yapılanların manevî terakki adına bir değeri olmaz. Muhterem Üstâz bu konunun ehemmiyeti üzerinde hemen hemen her sohbette dururlar ve buyururlardı ki:
“Çok kimseler zannederler ki mânen terakki etmek, yalnız fazla ibâdetledir. Hayır, hakiki terakki, Cenâb-ı Hakk’ın huzur-i ilâhisinde olduğunu bilerek, sünnet-i seniyye gölgesinde, ne yapılması icap ederse onu yapmaktır. Çok kimseler vardır ki, bunların nafile ibâdetleri çoktur; fakat helale harama dikkat etmeyip, İslâmî ahlâk ile mütehallik olmaya gayret etmezler. Boş zamanlarını dedikodu, gıybet ile geçirirler. Ellerine ne geçerse mideden aşağı indirirler. Hâlbuki bunlar keşke nafile ibâdetlerini azaltsalar da ahlâklanma hususunda gayret edip hak-hukuk mevzuunda uyanık olsalar”[3].
Muhtereme gelinleri Süreyyâ Hanımefendi anlatıyor:
“Babamız Mûsâ Efendi, Kur’an ve sünnetin emir buyurduğu çerçeve dışına çıkmazlardı. Ev içinde bile olsa, tesettüre riâyet etmemizi emir buyururlardı. Evde ve sokakta, İslâmî tesettür ve tertip ölçüleri içinde kıyafetler giyilmesini isterlerdi. Hatta muhterem validemizin rahatsızlığında dahi «Aman evlâdım, annenizin başı açılmasın» buyurmuşlardı. Çocuklarımızın çocuk yaştan itibaren tesettüre riâyet etmelerini arzu ederlerdi. Mâneviyatta kemâle ermenin, emirlere itaate bağlı olduğunu sık sık hatırlatırlardı”.
Manevî yola girenlerde çoğu zaman kerâmet hevesi olur. Fakat en büyük kerâmetin istikâmet olduğu bilinmelidir. Mûsâ Efendi-kuddise sirruh- bu konu üzerinde de hassasiyetle dururlar ve Hak yolcularını bu tehlikeye karşı şöyle uyarırlardı:
“İstikâmete yönelmeli. İstikâmet, hakkıyla Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ahlâkî bakımdan durumumuzu düzeltmeye gayretli olmak, şefkati merhameti ziyadeleştirmektir. Çok insan, istikâmet ehlidir; ama kendisine kerâmet verilmemiştir, Cenâb-ı Hak vermemiştir. Bazı insan ise istikâmeti olanın dûnundadır; ama kerâmet sahibidir. Cenâb-ı Hak bazı sevdiği kullara kerâmet de verir. Allah Teâlâ, müminin görüşünü açtı mı, hakiki mânâda dostunu düşmanını bilir oldu mu, o kerâmettir. Kerâmet, muhakkak havada uçmak, suda yürümek değildir. Kerâmetin de aslı Cenâb-ı Hakk’ın verdiği istidadı kullanmaktır”[4].
Gönül âlemi, feyz-i ilâhî ile beslenmeyecek olursa, insanda manevî şevk kalmaz. Bu uzun yolda ise şevksiz yürünmez. İlâhî fuyuzâtın bereketli bir şekilde gönül âlemine nüzûlü için de Mûsâ Efendi Hazretleri şu tavsiyelerde bulunurlardı:
“Mârifetullah ilminde terakki, kalp, gönül âleminin parlaklığına, temizliğine bağlıdır. Hak yolu yolcusunda şu dört haslet olursa, sünûhât-ı Rabbanî gönül âlemine bütün bereketi ve rahmeti ile nüzûl eder. Onlar da şunlardır:
- Kuvvetli ihlâs sahibi olmak,
- Samimi istikâmet ehli olmak,
- Gayretli, sebatkâr olmak,
- Tam teslim olmak”[5].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- evrâd ve ezkârı gaye değil, büyük kapıları açan bir anahtar olarak görürdü. Ona göre manevî yolda dersin ilerlemesiyle birlikte, hâlin de ilerlemesi esastı. Şayet ders ilerlediği halde, ibâdette, mumelatta ve ahlâkta hal ilerlemezse, bu terakki sayılamaz. Nitekim kendileri bunu şöyle ifade ederlerdi:
“Bu yolun âdâbı vardır. Kalp, ruh, sır, hafî, ahfâ gibi manevî latifeler çalıştırılacak. Sonra nefis ve murâkabeler vesaire vesaire… Bunlar kâfi mi, bunlar da kâfi değildir. Bunlar bir yol. Gidilecek istikâmetin yolu. Dersi yükselenin, muhakkak hâli ve kâli de tekâmül etmiş olmalı. O zaten belli olur, ehli irfân onu anlar. İnsan, dersi tekâmül ettikten sonra kendine daha dikkatli olacak, öyle kötü huyları terk edecek. Terk edemiyorsa, demek ki dersleri hakikaten terakki etmiş olmuyor. Dedikodu falan yaptıklarına gore, sûretâ oluyor. Bakıyorsunuz kalpten ruha, ruhtan sırra, üç dört günde, üç dört letaif değiştiriyor. Sonra da ‘ben terakki ettim’ diye kabarıyor. Dersin nerde, “muhabbette”. Hiç alakası yok. Herhangi bir tıp doktoru diplomasını aldığı zaman doktor mudur? Hakiki mânâda değildir. Ama anahtarlar vardır elinde. Mânevi dersler de anahtarlardır. İstimal edilirse, Cenâb-ı Hakk’a kurbiyetini artırır. Edemezse, kuru bilgi ile kalmış olur”[6].
Bu bakımdan bu mektebin talebelerinde görülmesi arzulanan başarı ölçüleri, Mûsâ Efendinin gözünde ve gönlünde şunlardır:
“Hak yolcuları, ihlâslı, müstakîm, zekî, nâzik, nezîh, edepli, mahviyetli, fedâkâr, dirâyetli, sehâvetli, merhametli, herkesle geçimli, hulâsa tam manası ile ahlâk-ı hamîde sâhibi olmalıdırlar”[7].
Üstâzın sık sık hatırlattığı ölçülerden biri de şudur: Mânevî yola giren herkesi, kâmil mümin seviyesine ermiş gibi düşünmemelidir. Herkes kendi istidadı, gayreti ve nasibi kadar bu ulvî yoldan istifâde eder. Önceden yola girmiş olmak, güzel bir fazilet ise de her zaman için o kişinin iyi yetişmiş olduğu anlamına gelmez. Sâlik, zeki olmalı, büyüklerine karşı hürmette kusur etmeden, mürşidini ve tavsiyelerini esas almalıdır. Üstaz Hazretleri bu konuda buyururlardı ki:
“İhvan denince onun da hiç günahsız, her bakımdan tamamen mazbut birisi olduğu sanılmaması lazımdır. Her türlüsü var. İhvan’ın yüzde 5 ihvan olanı da var, yüzde 90 ihvan olanı da; ama o da ihvan o da. Birisi verimlidir, kemâle ermiştir, diğeri de kemâle erememiştir. Hatta muamelelerinde bile zayıf olanlar oluyor. «Efendim bu ihvandı bana bunu yapmasaydı» diyenlerle karşılaşıyoruz. Herkes gözünü açsın, dikkatli olsun. İhvanlık ayrı, diğer iş, muamelât ayrı. İhvan denilince hepsi dört başı mamur bir insan tasavvur edilemez. Gönül ister; ama öyleleri de kolay kolay ele geçemiyor.
Meselâ bazı gençler var; bu yola giriyorlar. Girerken büyük ihlâs üzere oluyorlar, hakikaten hâllerinden de belli. Sahib-i edeb, dikkatli, nezâketli, vakarlı… Zaman geliyor, bakıyorsunuz 3-5 sene sonra o hâlini kaybediyor. Sebebi ise muhtelif kimselerle ünsiyet etmesidir. Bilhassa onların da aldandıkları husus, «şu yaşlı zat 20 senedir bu yola girmiş» diye onun yanlış davranışlarını ölçü olarak alıp, bu yolda böyle de olabiliyor düşüncesiyle eski samimiyetini, istifâdesini kaybetmesidir. Hâlbuki bu ulvî yola gönül veren sâlik, iyi huy, hal ve ahlâkça tekâmül edemezse, mânevî yolda ilerleyemez ve Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olamaz. Herkesin istidatları ayrıdır. Kimileri eski olup uzun zamandan beri çalıştıkları halde, bu yolun gereğini îfa edemedikleri, yani lâzım gelen ihlâs, edep, gayret, sevgi, bağlılık ve itaatı gösteremedikleri için mânen yol alamazlar. Kimileri ise üç beş aylık yahut üç beş senelik olmalarına rağmen ihlâs, hüsn-i niyet ve tevazu üzere akıllıca çalıştıklarından, çok güzel ve semereli neticeler alırlar. Yaşlıların hatalı hafif hareketlerini benimsememek şartıyla onlara hürmet göstermek ve saygılı olmak islâmî âdapdandır”[8].
Hal sahibi olmanın ve kendini korumanın en emin yollarından birisi, sâlih ve sâdıklarla beraber olmaktır. Muhterem Üstâz bu beraberliğin ehemmiyeti hakkında da buyururlardı ki:
“Bazı kimseler vardır, ibâdeti filan azdır; ama gönül dostlarıyla ülfeti fazladır ve istifâde eder. Tabiî gönül dostları da kısım kısım. Onların tekâmül etmişleriyle ülfet edilirse daha iyi olur. Esas iş, sâdıklarla, sâlihlerle beraber olmak. Düstur bu olacak. Ana hat bu. İlle sâlihler, sâdıklar. Sâdık; içi-dışı sağlam, tertemiz, pırıl pırıl Allah yolunda olan birisi. Onlarla her oturan muhakkak istifâde eder. İstifade etmemesine imkân yok. Ama kendi farkına varmaz. Ana hat böyle”[9].
Allah dostlarının gözüne ve gönlüne girme arzusu, elbette güzel bir arzudur. Zira onların bereketli nazarlarına erişmek, dualarında yer bulmak, büyük bir nasiptir. Fakat bunun da bir adâbı ve yolu olmalıdır. İşte Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, mürşidleri tarafından sevilen, korunan ve onların gönüllerine giren kimselerin özelliklerinden de şöyle bahsederlerdi:
“Bazı sâlikler bütün gayretlerini Üstâzlarının gözüne girmek, iltifatına nail olmak hususlarına harcarlar. Doğrudur. Bu çok güzel bir istektir; fakat bunun da bir adâbı, erkânı olduğu muhakkak bilinmelidir.
Mürşidinin gönlüne girmek isteyen, muhakkak Kur’an-ı Kerim ahkâmına dikkatli olup, sünnet-i seniyyeye ittiba etmekle mükelleftir.
Muhakkak istikâmet, sevgi ve şefkat yoluna yönelmesi gerekir. Bunlarla muttasıf olan sâlik, herkesi sever, şefkat gösterir bu nedenle kalbindeki paslar silinir.
Herkesle geçimli olur; çünkü şefkatlidir, mütevazidir.
İbâdetlerinde kusur etmez; çünkü Allâh’ı sever ve Allah’tan korkar.
Muamelâtı temizdir; çünkü bilir ki muâmele temizliği imandan gelir.
Haramdan sakınır; çünkü bilir ki haramla kazanılan rızık, insan için mânevî zehirdir.
Akranlarını sever ve onların hizmetinde olur; çünkü bilir ki onları sevmek, Üstâzını sevmektir, onlara hizmet etmek, Üstâza hizmet etmektir, Üstâza hizmet etmek ise Allâh’ı sevmektir.
Ahlâkı güzelleşir, hep iyi huylar kendisinde tecelli eder; bunlar da, evrâdlarını büyük bir agâhlık içinde yapıp, mânevî sohbetlere devamla elde edilir.
Hased, nifak, gıybetçilik, baş olma hırsı, tecessüs, sû-i zancılık gibi kötü huylar kaybolur.
Ancak böyle sâlikler sevilir ve korunur. Böyleleri mürşidlerinin gönüllerine girer, sevilir ve iltifâtına nâil olurlar”[10].
Muhterem Üstâzın sevenlerine hatırlattığı önemli bir husus da, maneviyat âleminin uçsuz bucaksız bir umman olduğunun farkında olup, geldikleri manevî seviye ne olursa olsun, orada takılıp kalmamaları, daha da ilerlemek için yola devam etmeleridir:
“Şunu iyice bilmelidir ki, kulluğun nihâyeti olmadığı gibi, seyr u sülûkün de sonu yoktur diye kabul etmek lâzımdır. Çünkü kulluğun ve derece almanın nihayeti yoktur. İşim tamam oldu diyenler, yarı yolda kalmışlar, kendi noksanlarını görenler yol almışlardır. «Efendim ben “muhabbet”e geldim, Allâh’ın has kuluyum, yan gelip yatayım» denirse, bu uygun değildir”[11].
Bütün ölçülerin hulasası olarak da şöyle buyururlardı:
“Netice olarak şu hususu iyice bilmeliyiz ki: Bizim kurtuluşumuz, selâmet ve saâdetimiz; her hâl ü kârda yani, her nefeste, her adımda her türlü hal ve hareketlerimizde Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazretlerine tam olarak uymak, onun boyasına boyanmak, onun ahlâkı ile ahlâklanmak, onun sünnet-i Muhammediyesi’nden kat’iyyen ayrılmamaya çalışmakla mümkündür”[12].
[1]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 31-32.
[2]. Bkz. Sevenlerine yazdığı mektuplarından, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 6, Ağustos 1999; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 210; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 40-41.
[3]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 19-20.
[4]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 80-81.
[5]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 25.
[6]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 73, 187.
[7]. Sâdık Dânâ, Sultânü’l-Ârifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmi Ramazanoğlu, sh. 12-13.
[8]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 72-73, 78.
[9]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 186-188.
[10]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 109-110.
[11]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 33-34, 185; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 64.
[12]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 135.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-