Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, içtimai hizmetlere hem bizzat katılırlar, hem de etraflarını teşvik ederlerdi. Onun infak hayatını ve hizmetlerini üçüncü bölümde ayrıca ele alacağımızdan, burada hizmete bakışını ve sevenlerini hizmete teşvik edişini incelemeye çalışacağız.
Muhterem Üstâz, hizmeti seyr u sülûkün bir parçası kabul ederlerdi. Ubeydullah Ahrar -kuddise sirruh-un şu sözlerini zaman zaman naklederek hizmetin önemine işâret buyururlardı:
“Hacegân tarikatında vaktin icabı ne ise, ona göre davranılır. Zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almaya vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zanneder ki, nâfile ibâdetlerle uğraşmak, hizmetten üstündür. Hâlbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Bu yolun sâlikleri, kendilerini halkın menfaatine vermişler ve mukabilinde hiç bir şey beklememeyi şiâr edinmişlerdir. Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetle elde ettim. Herkesi bir yoldan götürdüler, hayır umduğum herkese hizmet ederim”[1].
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- tasavvufun bir kenara çekilmek olmadığını sık sık hatırlatır, herkesin imkân ve kabiliyetine göre yapabileceği bir hizmetin olması gerektiğini ifade ederlerdi:
“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dinî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Bu kâfi gelir mi? Hayır. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tazimle beraber, mahlûkatına şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak fedakârlık ve samimi bir hizmetle elde edilir. Demek ki her aklı selim sahibi müslümanın, farzları edâ, haramlardan kaçındıktan sonra, dikkat edeceği husus, müslümanlığa, cemiyete, mahlûkata hizmet ve yararlı olmayı benimsemesidir. Sırf Allah Teâlâ’nın rızasını kastederek, bedenî, fikrî ve malî hizmette bulanamayanlar, kâmil mü’min olamazlar. Çünkü bu sayılanlar, farzların mütemmimi ve Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sünneti seniyyesinden cüzlerdir.
Cemiyete ve İslâmiyete faydalı olacağız. Nasıl faydalı olacağız? Elimizden gelen vazifeyi îfâ ederek. Mali vaziyetimiz müsait ise kesemizi açacağız. Eli sıkılık, bilhassa Hak yolunda olanlar için makbul birşey değildir. İlmimiz varsa, ehlini bulacağız ve münasip yerlerde onu neşredeceğiz. Cenâb-ı Hak isterse ona o fırsatı verir. Hangi meslek erbabı isek, kendi mesleğimizde her hususta cemiyete faydalı olacağız. Komşuyu ziyarete gideceğiz, hastalarımızı ziyaret edeceğiz. Cenaze teşyiinde bulunacağız. İnsan niyet ettikten sonra daha nice nice tatlı, güzel ameller işleyebilir. Rabbimiz hepimizin muîni olsun.
Bazı kişiler huzurları bozulması korkusuyla halka karışmak ve hizmet etmekten imtina etmekdedirler. Bu da nefsin tuzaklarından biridir, asıl hüner, hem duaya ve hizmete devam etmek, hem de Rabbimizle ünsiyet hâlinde olmaktır”[2].
Hizmetin gönül huzuruna vesile olan en önemli vesilelerden biri olduğunu hatırlatarak, sevenlerini mahzun ve yıkık gönülleri yapmaya seferber ederlerdi. Buyururlardı ki:
“Rasûl-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz- bir hadis-i şeriflerinde: «Farzları ifadan sonra, en mühim ibâdet, mü’min kardeşlerinizin kalplerine, gönüllerine sürûr vermektir», buyurmaktadır[3]. Bu böyle olunca, yetimlerin, sahipsiz dulların, gözü yaşlı, bağrı yanık ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşup, her hususta yardımcı olarak gönüllerine sürûr vermek, Allahü Teâlâ’ya yakınlıkdır ve en faziletli bir ibâdet ve kulluk vazifesidir[4].
Hizmet yapan, başkasının dertlerine derman olmaktan, kendi derdini düşünemez. Bu yüzden stres nedir bilmez, devamlı zinde olur. Hizmet yapan, huzur bulur. Huzur, bir kere gönle girdi mi, o gönlün sahibi, iki cennet saâdetine kavuşmuş demektir. Gönlü genişleyen kimse, isterse kulübede otursun, en rahat, en mutlu kişidir. Gönlü dar olan kişi, ister yalıda-köşkte otursun, yine mutsuzdur, yine şikâyetçidir!.. Ruhu, ceviz kabuğunun içindeymiş gibi daralır da daralır!.. Ne etrafına huzur verir, ne kendisi huzur bulur. Allah korusun, bu hâl iman zaafiyetinin bir neticesidir”[5].
Hizmette edebin, hizmetten daha mühim olduğunu beyanla, hizmette dikkat edilecek inceliklere de şöyle işâret ederlerdi:
“Hizmet ehli olan kişiler, hizmet yoluna devam ettikçe, îsâr yolunu tutmalıdırlar. Israrla hep bütün hizmetleri yalnız ben yapayım gayesinde olanlar, çabuk yorulurlar, sadırları sıkışır, görüşleri değişir. Herkesi küçük görmeye başlarlar. Allah muhafaza etsin, bu şekilde hâllerinde gerileme olur. Hubb-i riyâset sevdâsının esiri olurlar.
Hakikaten insan geniş gönüllü olup, herkesin ağırlığını kendi yüklenmeye gayret edecek. «Ben şöyle hizmet yapacağım, böyle hizmet yapacağım» diye dâva sahibi olmak, o da yok. Ben yapayım, diğer kardeşim de yapsın diyebilmek lâzım. Vazife taksimini büyük bir hoşgörü içinde yapmalıdır. Hulâsa başkasının hazzını kendi hazzına tercih etmelidir ki, isâr ehillerinden olabilelim.
Hizmet ehlinin dikkatli olacağı hususlardan bir kısmı da şunlardır:
- İstikâmet ve ihlâs üzere olmak.
- Hizmetini sırf Allah rızâsı için yapmak.
- Yaptığı hizmetten şımarıp, kendini diğer insanlardan üstün görmemek, bu fırsatı verdiği için Allahü Teâlâ’ya şükretmek.
- Daima kendi kusurlarını görmek.
- Herkesi sevip herkesle geçimli olmak.
- Mütevazi olup, kendini herkesten küçük görmek.
- Hakarete maruz kaldığında, sabretmesini bilip, kinci ve hasûd olmamak.
- Merhametli, affedici ve kabahat örtücü olmak.
En önemli edeplerden biri de hizmet edenlerin, hizmeti nimet bilip tevazularını artırmalarıdır”[6].
Sevenlerinden Mehmet Temiz Bey’in anlattığı şu hatıra, vakıf ve benzeri hayır hizmetlerinde bulunan kimselerin, gönül âlemlerine ne kadar dikkat etmeleri gerektiğine dair güzel bir misaldir:
“Bir ara Üstâzımız Mûsâ Efendi Hazretlerine bir vakıf kurmak arzusunda olduğumuzu arzettik. Buyurdular ki:
«−Mehmet Efendi! Vakıf önemli bir hayır müessesesidir. Edebine riâyet edilirse bereketi çoktur. Gönlü iyi muhafaz etmek gerekir. Meselâ yardım talep etmek için bir kardeşe gidersiniz ve yüklü miktarda hayır alacağınızı ümit edersiniz. O kardeşiniz de başka yerlere verdiğini söyleyerek sizi geri çevirebilir. Bu durumda kalbinizi muhafaza edebilecek ve «Bize nasip olmadı, inşaallah Cenâb-ı Hak başka yerlere vermeyi nasip eylesin», diyerek o kardeş hakkında hayır duada bulunabilecekseniz, o zaman vakıf kurabilirsiniz».
Muhterem Üstâz, sadece hizmete teşvik etmekle kalmaz, bizzat öncülük ederlerdi. Birçok hayır müesseselerinin kuruluşunda onun desteği ve teşviki vardır. Kur’an kursu, imam hatip lisesi, cami ve benzeri bir çok hayır kuruluşunda onun maddi ve manevî destekleri olmuştur. Etrafında hem kendisini çok seven, hem de belirli imkânları olan yakınları vardı. Böyle olunca müslümanın ilgilenmesi gereken her meseleyle hem bizzat kendileri ilgilenir, hem de yakınlarını yönlendirirdi. Her türlü yardım faaliyetinde ilk seferberliği aileden başlatırdı. Aileden başlatırken de herkesten önce «Ben şunu veriyorum» derdi. Her zaman ilk adımı atan kendisiydi. Tabiî etrafındakiler, o hizmeti sevenler de onun etrafında hemen yer alırlardı. Gittiği yerde meselâ bir çeşme yaptırılacak, camii yaptırılacak ise mutlaka katkıda bulunurdu.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, 1980 yılında Erkam Yayınlarının kurulmasına, 1986’da da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına bizzat öncülük etmiştir.
Yine 1985 yılında Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdayi Vakfının kuruluşuna maddî ve mânevî destekte bulunmuş, etrafına cesaret ve heyecan aşılamıştır[7].
Yakınları olmayan ya da olduğu halde kendisine sahip çıkılmayan yaşlılarla ilgili “Hüdayi Huzur Yurdu”nun açılmasına ve kimsesiz hastaların tedavi olabileceği “Hüdâyi Kliniği”nin kurulmasına da o öncülük etmiştir.
Hizmet ona zevk ve şevk verirdi. Hizmetin vesile olduğu manevî hazzı şöyle ifade ederlerdi: “Allah Teâlânın rızasını tahsil gayesiyle ihlâsla yapılan hizmetlerin en meşakkatlileri bile yorgunluk bıkkınlık vermez. Bilakis insanın şevkini artırır. Şevkle yapılan hizmetler, hem isabetli olur, hem de sahibine haz ve zevk verir”[8].
Mânen çok zevk aldığı hususlardan birisi de her sene 15-20 gencin evlenmesine öncülük etmekti. Hatta bunun için kendi bahçesini tahsis eder ve “Allah bize bu bahçeleri veriyor, biz kullanıyoruz; diğer Müslümanlara da kullandırmamız lazım. Allâh’ın verdiği bütün imkânlar bizler için diğer mümin kardeşlerimizle paylaşılacak şeylerdir. Şahsımıza ait vazgeçilmez şeyler değildir” buyururlardı.
Ayrıca hem Türkiye’de hem de Medine’de Ramazan aylarında iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini diğer müslümanlarla paylaşırdı.
Hizmetlerin bir ibâdet aşkıyla îfâ edilmesi gerektiğini hatırlatırlardı. Hizmet edenlerin yaptıkları zahiri hizmetlerle yetinmeyip, aynı zamanda manen de terakki etmelerinin önemi üzerinde hassasiyetle dururlardı. Hatta hizmetlerin manevî bir şemsiye altında daha huzurlu yürütüleceğine işâret ederlerdi. Ancak hem böyle bir dirâyete, hem de manevî hale sahip kimselerin çok az olduğunu da üzülerek şöyle ifade ederlerdi:
“Vakıflarla meşgul olunurken asıl mânevî dersler ihmal ediliyor. En mühim mesele, bedenî faaliyetlerin mânevî faaliyetlere mâni olmamasıdır. Bu temin edilirse Cenâb-ı Hak her türlü kolaylığı gösteriyor. Ayrıca mânevî derslerde rehberlik edenler ikinci plâna konuluyor. Bu da mânevî terakkiye mâni oluyor. Vakıfların sıhhatli hizmet etmesi için, faaliyetlere mânevîyat ehlinin tam nezâret etmesi lâzımdır. O da kolay olamıyor. Çünkü bu işle uğraşanlara gayr-i ihtiyari bir duygu geliyor. «Biz vakıf hizmeti yapıyoruz, ötekiler bir kenarda oturuyor» gibisinden… Hâlbuki onun vazifesi ayrı. Orada oturur; ama büyük hizmetler görür. Diğeri zâhiren faaliyet gösterir; fakat onun gösterdiği iş ötekinin dûnundadır. Vakıflar, dediğimiz gibi, çok olgun, mânevîyat ehli zâtların nezaretinde yürürse, o zaman vaziyet değişir. Mânevîyat ehli zâtlar da çok dirayetli olacak. Ama dirayetli insan bu zamanda çok az. Sâlih insan var ama, hem sulehâdan olacak, hem dirayetli olacak. Birbirini tutmuyor işte. Zamanla inşallah Cenâb-ı Hak başka hâller verir de tahakkuk ettirir”[9].
Hayır işlerinin zor olduğunu, uzun süre devam ettirmenin büyük bir sabır ve sebat gerektirdiğini hatırlatırlardı. Hâdimlerinden Mustafa Temel Bey anlatıyor:
“Bir defasında Üstadımız Hazretleri, vakıfta çalışan birkaç kardeşle, iki saat kadar sohbet etmişlerdi. Fakir de hizmet maksadıyla orada bulunmuştum. O sohbette dikkatimi çeken şu sözleri hâlâ hatırımdadır:
“−Kardeşler! Vakıf hizmeti çok dikkat ister. Hayır müesseselerini yürütmek zordur. Biri küser gider, biri kızar gider, biri yorulur gider, biri de bırakır gider; sonunda kimse kalmayıverir. Başlangıçta herkes gelir gibi olur; ama sonunu getiren pek azdır”.
Muhterem Üstâz, konuşmadan ziyade faaliyet insanıydı. Yapılacak bir iş üzerinde uzun uzun konuşmak yerine, gerekli istişareler yapıldıktan sonra hemen başlanılmasını tavsiye ederlerdi. Hayır işlerinde lüzumsuz tartışmaların ve konuşmaların hayrı geciktirdiğine işâret eder ve buyururlardı ki:
“Konuşmaları azaltmak, o da çok mühim. Fazla konuşmak, işin gecikmesine sebep olur. Herhangi bir mevzuda, meselâ bir iş vardır; on dakikada yapılacak bir iş için iki saat konuşulursa, çok zaman kaybı olur. Hazırlanıp beş-on dakikada lübb (öz) olarak konuşmalı, istişaresini yapmalı ve hemen bitirivermelidir. En ziyade işi oyalayan şey de fazla konuşmalardır. Fakirin görüşü böyle. Fazla konuşmayı icap edecek nezâket bile muvâfık değil. Her şey ölçüsünde olacak. Bazıları vardır, telefon açar, nezâket nezâket, artık onbeş dakika telefon devam eder. İltifat iltifat. Bunlar da pek muvâfık değil. Her şeyin orta yolu muvâfık”[10].
Mûsâ Efendi Hazretleri istişâreye son derece ehemmiyet gösterirlerdi. Ancak istişarelerin de usulüne uygun yapılmasına dikkat çekerler ve alınan kararlara harfiyyen uyulmasını isterlerdi. Bu konudaki uyarıları, içtimaî hizmetlerde vazife alanlar için ne büyük mesajlardır:
“İstişâre etmek islâmî âdaptandır. Samimi olarak yapılan ihlâslı istişâreler, çok iyi neticeler verir. Yalnız istişâre sonucu alınan kararlar harfiyyen tatbik edilmelidir. Samimiyetsiz, âdet yerini bulsun diye baş sallayarak yapılan görüşmeler, hatta daha zararlı olur. Çünkü Allahü Teâlâ’nın rızası, ihlâs ve samimiyettedir. Günümüzde istişâreye tevessül edilmemekte, edilse bile, verilen kararlar hasır altı edilmektedir. Böylece sun’î anlaşmanın bir değeri olmamakdadır. Hâlbuki hüsn-i niyet ile yapılan her işte, Cenâb-ı Hakk’ın rızası vardır. Âdâba riâyet etmekte, Hak celle ve alâ Hazretlerinin rızâsı vardır. Bir şeyden ki, Allahü Teâlâ hoşnuttur, ondan alınan neticede de şüphesiz isâbet vardır. İstişarede herkes çekinmeden fikrini açıkça söylemelidir ki hakikat tahakkuk etsin.
İstişâre, benliği, iddiacılığı, nefsin serkeşliğini giderir. İstişâre eden mes’uliyetten kurtulup rahata kavuşmuş olur. İstişârede orta hal, yani hakikat tecelli eder. Çünkü üç-beş kişi ile istişare edildiğinde, zıt meşrepli, aksi görüşlü insanlar olur. Teenni ile hareket edeni, atak olanı, cesuru, müsamahalısı, bilgilisi, bilgisizi, sert meşreplisi, basiretlisi, hulâsa her türlü görüşlüsü olur ki, işte bunlardan, hakikate en uygun, en yakın yol tayin edilmiş olur”[11].
***
Hizmette mazeret üretmenin muvafık olmadığını hatırlatır ve “Mazeret bulmak için sebep yok. Bazıları mızmızdır, onu çok yaparlar. Hakikaten mızmız olmak yok. Mazeret bulmamak lâzım”[12] buyururlardı.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, hizmeti Hak sevgisine bağlardı. Kulda Allah sevgisi arttıkça O’nun mahlûkâtına karşı şefkati de artar buyururlardı. Şu cümleler mâneviyat tâlipleri için ne güzel mesajlardır:
“Bir kimse Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar severse, insanlara karşı şefkati o kadar artar. Çünkü yaratılanların hepsi Cenâb-ı Hakk’ın mahlûkudur. Kendini aradan çıkarır, mahlûkata karşı hâdim (hizmetçi) yapar. Bir kimsenin cemiyete ve İslâmiyete hizmeti ne kadarsa, Cenâb-ı Hak katında mertebesi o kadar yücedir. Hakikaten bunlar mühim hasletlerdendir ve ibâdetlerdendir. Oturup sadece tespih çekmekle mes’uliyetimiz bitmiyor. Hem o ibâdetleri yapacağız, hem bu ibâdetleri yürüteceğiz. İnsan zaman gelecek inzivaya çekilecek, hakkıyla ibâdet edecek, zaman gelecek iş görecek.
Bizim yolumuz âtıl-bâtıl bir kenara çekilme yolu değildir. Bilakis ashab-ı kiram hazarâtının yoludur. Ashab-ı kiram yemedi, içmedi, gazaya giderken gezmeye gider gibi seve seve gittiler. Bilâistisnâ hepsi mallarını Allah ve Resulü yoluna serdiler. Bizim yolumuz onların yoludur. Gece gündüz hep hizmet yoludur. Biz de seve seve hem evrâdımızı yürütürüz, hem sohbetlerimizi yaparız, hem de cemiyete hizmet hususunda elimizden gelen gayreti gösteririz inşaallah. Çalışacağız, gayretli olacağız, hayatımızı cennet hayatına benzeteceğiz. Cenâb-ı Hak bakarsınız bir avuç müslümana koca bir kütleye karşı zafer kazandırır. Cenâb-ı Hak herşeye kâdirdir; fakat bizler elimizden geldiği kadar yardım edeceğiz. İster yarım hurma ile olsun, ister daha ziyade olsun”[13].
[1]. Ali b. Hüseyin Vâiz Kâşifî, Reşâhât-ı Aynü’l-hayât (thk. Ali Asgar Mu´îniyân) II, 407-408.
[2]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 117, 167; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 64.
[3]. Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XI, 71, Hadis No: 11079.
[4]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 167.
[5]. Zâhide Topçu, “Medine Hatıraları-1”, Şebnem Dergisi, sayı: 22, sh. 16, Aralık 2006.
[6]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 244, 246-249; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 81-82.
[7]. Son zamanlarda yayınlanan Soner Yalçın’a ait “Beyaz Müslümanların Büyük Sırrı – Efendi 2” kitabında üstü örtülü bir biçimde, kadim Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı ve 1985 yılında kurulan Aziz Mahmud Hüdâyi Vakfı ve hatta Mûsâ Topbaş Efendi hakkında bazı şüpheler ortaya atılmak istenmiştir ki, bunların hakikatle hiçbir ilişkisinin olmadığı, bir röportajda Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı Başkanı Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz Bey tarafından delilleriyle açıklanmıştır. Söz konusu röportajda, kitap yazarının dayanaklarının ilmî kriterlerden son derece uzak olduğu da açıkça ortaya konulmuştur. (bkz. Altınoluk Dergisi, sayı 246, sh. 52-55, Ağustos 2006; Ayrıca bkz. www.gerceginpesinde.com).
[8]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 247-248.
[9]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 97-98.
[10]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 149-150.
[11]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, IV, 20-21; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, II, 247.
[12]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 206.
[13]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 38, 40, 67-68; Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları), sh. 97.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-