Rızâ ve teslimiyet, kulluğun zirve noktalarıdır. Allâh’ın kuldan, kulun da Allah’tan râzı olma hâli diye de ifade edebileceğimiz bu durum, iç çekişmelerin ve vesveselerin durulduğu, kulluğun zevkinin tadılmaya başladığı, sükûnet ve itmi’nân esintileri içinde daha dünyada iken cennet ikliminin yaşandığı ulvî bir makamdır. Hakk’ın kâinât sergisinde, gönlün hamd ve şükürle seyr-i cemâlde bulunma hâlidir.
Rızâ, insan kalbinin başa gelen hâdiselerle sarsılmaması ve kaderin tecellileri karşısında iç çekişmelere düşmeden: “Hoştur bana Sen’den gelen/ Ya gonca gül yahut diken” anlayışıyla huzur duymasıdır. Bu hal başlangıç itibariyle iradî olsa da sevdiklerine Hakk’ın bir mevhibesi olması itibariyle irâde ve ihtiyâr üstü Rabbânî bir ihsandır.
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-, hususiyle Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin “el-Fethu’r-Rabbânî” isimli eserlerini çok okurlar ve sohbetlerinde de ondan bahsederlerdi. Bu kitapta ilgisini çeken bölümler, genelde kulun Allâh’a karşı samimi olmasından ve kadere rızâdan bahsedilen kısımlardı, diyebiliriz. Meselâ onun en çok naklettiği nasihatlerden birisi şu idi:
“Ey oğul! Kadere rıza göstermek, kavgalar, çekişmeler ve didişmeler sonunda dünyalığa nâil olmaktan daha güzeldir. Kadere rızâ göstermenin sıddîklerin kalplerinde husûle getirdiği tatlılık, nefsânî arzularla zevklere nâiliyetin verdiği tattan çok daha büyüktür.
Allah dostlarının nazarında kadere razı olmak, dünyadan ve bütün dünyadakilerden de çok daha tatlıdır. Zira Allâh’ın takdirine razı olmak, her hal ü kârda hayatı güzelleştirir ve huzurlu kılar…”[1]
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- kendileri de buyururlardı ki:
“Kul, her varlığın yegâne sahibinin Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri olduğunu tam idrak ederse, insanların ne mevkide olurlarsa olsunlar, birer aciz zavallılar zümresi olduğunu ve ellerinde mahdut bir salahiyetten başka bir kuvvetleri olmadığını anlar. En yakınlarına, hatta çoluk çocuğuna dahi bel bağlamaz. Malına, şöhretine güvenmez. Her şeyin Hak celle ve alâ’nın yardımı ile tecelli ettiğini bilir, Yaratanına karşı, bilgisi, bağlılığı, sevgisi, teslimiyet ve tevekkülü artar, yaratılmışlardan hiç bir şey beklemez hale gelir.
Mü’min, kader kendisine ne getirirse onu hemen alır, ona razı olur. Aynı zamanda Allah Teâlâ’nın emirlerine uyar, yasaklarından sakınır ve bunu gönül hoşluğu ile ifâ eder. Çünkü Allah’tan gelen her şey, onun için hoştur, sevgilidir. Hatta hastalıklar, fakir düşmeler, her türlü musibetler bile. Allah Teâlâ bir kula yakınlık nasip ettiği zaman, kula hiçbir şey abes gelmez ve en ufak bir çekişme duygusu bile hissetmez. Onun için her iş yerli yerindedir” [2].
Allah katında din, Hakk’a tam teslim olmaktan ibarettir. Gerek kelâmî âyetlerle gelen ilâhî emirlere uymak, gerekse kevnî âyetler neticesinde başımıza gelen her türlü hâdiseyi zuhur ettikten sonra gönül rızası ile kabullenmek ve Hakk’a tam teslim olmak, kulu rızâ makamına eriştirir. Bu makama erişen kulda, telaştan, acelecilikten, şikâyetten ve huzursuzluktan eser kalmaz. O, sebebe değil, müsebbibe bakar. “Madem ki O’ndan geldi, hoş geldi, safâ geldi” der ve huzuru yudumlar.
Muhterem Üstâzın üzerinde en çok durduğu hususlardan biri teslimiyetti. “Emrin büyüğü küçüğü olmaz; emredenin büyüğü küçüğü olur. Emreden büyük olunca, O’nun her emrini büyük kabul etmek gerekir” der ve bu anlayışla Allah ve Rasûlü’nün her emrine cân u gönülden boyun eğerlerdi. Teslimiyetin insana huzur vereceğini de şöyle ifade ederlerdi:
“Bu yolda huzûra kavuşmak ancak teslimiyetle elde edilir. Kimi evlâdından, kimi malından, kimi de daha farklı hususlardan iptilâlara düşer. Mü’minin dünyada tam rahatlığı olmaz. Cenâb-ı Hak dâimâ mahzun ve gönlü kırıkların yanındadır. Sadrı dar olanlar ise her şeyden huzursuz oldukları gibi etraflarına da darlık verirler. Böyle kişilerin nâfile ibâdetleri çok olsa bile fazla nasip alamazlar..”[3]
Mûsâ Efendinin her hâlinde şükür, rızâ ve hamd sezilirdi. Medine-i Münevvere’de mücâvir bulunan ve Üstâzın sevgi ve iltifatına mazhar olan Fadlullah Nemengânî Efendi anlatıyor:
“Üstâzın son yılları hep rahatsızlıklarla geçti. Yüzünde bir ızdırap izi hiç göremezdiniz. Hep gülümserdi. “Elhamdülillah” derdi. Göz ameliyatı, fıtık ameliyatı oldu, prostatı vardı. Büyüklerin imtihanları da başka oluyor”[4].
Rızâ ve teslimiyet konusunda çok ince edeplere de dikkat çekerlerdi. Afganistan’dan, Filistin’den, Azerbaycan’dan, Bosna’dan ve en son da Kosova’dan gelen feryatlar, ilk onun yüreğini kanatırdı. Târifsiz rûhâniyet meltemlerinin cevelân sahası olan engin kalbi, İslâm’ın garipliğiyle mağmûm, lâkin kader-i ilâhîye teslîmiyetin feyzi ile mütesellî idi. Bir defasında, sevenlerinden bazıları Bosna zulmü üzerinde biraz fazlaca konuşup da ileri gidince: “İnsan üzerine düşen vazifeleri imkânı nispetinde yerine getirdikten sonra kadere tam teslim olmalı ve zihnini fazla yormamalıdır” tavsiyesinde bulunmuşlardı. Bir taraftan Bosna için en büyük yardımlardan birini yaparken, diğer taraftan da kaderin bu ince sırrına dikkat çekmesi, onun kişiliğindeki itmi’nân ve teslimiyet hâlini göstermesi bakımından önemlidir.
Medine-i Münevvere’de bulundukları dönemlerin birinde Mescid-i Nebevî’nin “Bâbü’s-selâm” diye bilinen kapısının önünde infakta bulunurken, fakir ve muhtaçların izdihama sebebiyet vermesi neticesinde, kalça kemiklerinde ciddi bir hasar meydana gelmişti. Bir müddet yürüyememişler ve namazlarını oturarak kılmak durumunda kalmışlardı. Başa gelen bu ibtilâ karşısında herhangi bir şikâyet kendilerinden sâdır olmamış ve hatta “Un helvası gibi tatlı geldi elhamdülillah” diyerek içinde bulundukları rızâ ve teslimiyet hâlini izhar etmişlerdi.
Rızâ ve teslimiyet, kişinin kadere teslim oldum deyip kendisini atâlete vermesi değil, Allâh’ın kendisine lutfettiği akıl, bilgi ve tecrübesiyle, üzerine düşeni yaptıktan sonra, tam bir tevekkülle neticeyi O’na havale etmesi (tefvîz-i umûr) ve sonuca râzı olmasıdır. Mûsâ Efendi Hazretleri bu konuyla ilgili Ebu Muhammed el-Cerirî -kuddise sirruh- ile bir derviş arasında geçen şu hâdiseyi anlatırlardı:
Bir defasında bir derviş Ebu Muhammed el-Ceriri’ye:
«−Ey Muhterem Şeyh! Şu içinde bulunduğumuz belâyı gidermesi için Allâh’a dua etmez misin?» diye ricâda bulunmuştu. Bunun üzerine Ebû Muhammed o dervişe:
«−Ey birader! Şimdi dua vakti değil, rızâ ve teslim olma vaktidir. Çünkü dua, belâ inmeden evvel olmalıdır. Bu gün artık bela geldiğine göre rızâ lâzımdır» buyurdu.
Muhterem Üstâz, hemen her konuda akıl ve basiretle hareket eder ve üzerine düşen zâhirî ve bâtınî tüm tedbirleri bihakkın yerine getirmeye çalışırdı. Ancak sonuç ortaya çıktıktan sonra da “Hâli kabullenmeli ve hâle rızâ göstermeli” buyurarak, o ânın edebine bürünürlerdi. Buyururlardı ki:
“İnsan şuna inanmalı ki, bir iş için isteme ve tedbir alma yetmez. O işin ne sonuca varacağını bilemez. O halde bunu bilene bırakmak lâzımdır. Nasıl ki bir altın bileziğin hakiki altın olup olmadığını ancak bir sarrafa göstermekle tatmin olur isek, bir işin sonunun hayır veya şer olup olmadığını da ancak her şeyi bilen Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin bileceğine inanarak ona güvenmek lâzımdır.
Teslimiyet, mevhibe-i ilâhiye ise de kula düşen teslimiyetin ehemmiyetini idrak edib teslimiyet yolunda gayret sarfetmektir. Kalp ancak teslimiyetin tam olmasıyla huzura kavuşur. Teslimiyet gönüldeki kederi ve sıkıntıyı izâle eder, ruh sevdiği ile berâber olur. Kulun mâneviyattaki derecesi, teslimiyeti ölçüsündedir. Teslimiyet ehli daima Rableriyle berâberdir. Teslimiyet noksanlığından bir çok verimsiz üzücü hâller tecelli eder. Her şeyde tereddüdü, vesvesesi artar. Teslimiyet tam bir huzur ve rahatlık verir. Teslimiyeti olmayanların her işlerinde kararsızlık görülür”[5].
Hakk’ın dergâhından başka gidilecek bir sığınak ve barınak bulunmadığını her hâliyle yaşayan ve sevenlerine hissettiren Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, zaman zaman şu menkıbeyi anlatarak, yegane çârenin Hakk’ın kapısına baş koymak olduğunu ifade ederlerdi:
“Meşhur bir hikâye vardır: Dervişin biri rüyâsında şeyhinin cehennemlik olduğunu görmüş, çok üzülmüş. Ne yapsın bir türlü karara varamamış, tereddüt içinde kalmış. Söyleyeyim mi, yoksa söylemeyeyim mi? En sonunda kararını vererek, cesâret edip şeyhinin huzuruna varmış, görmüş olduğu rüyayı kederli bir halde anlatmış.
Şeyhi dikkatlice dinledikten sonra, fazla teessüre kapılmaksızın “Evlâdım, müracaat edecek başka bir kapı mı var ki?” diyerek, namaza durmuş, tâdil-i erkân üzere, büyük bir huşû içinde, uzun müddet namazına devam etmiş. Aradan hayli zaman geçtikten sonra, ayni derviş bu sefer şeyhini Firdevs Cenneti’nde bin bir türlü nimetler içinde olduğunu görmüş. Bu sefer pek ziyâde memnun ve mesrûr olarak tekrar gelip şeyhine sürurlu müjdeyi büyük bir neş’e içinde vermiş. Bu sefer de şeyhi hiç itidalini bozmadan: “Evlâdım müracaat edecek başka bir kapı mı var ki?” diyerek evvelki cümleyi tekrar etmiş ve aynı minval üzere büyük bir hulûs-i kalple namaza dumuş.
Bu hikâye Hak yolunda yürüyenlerin derecelerini ölçecek pek ehemmiyetli bir kıssadır. Yüksek durumda bulunan Hak âşıkları yapmakta oldukları ibâdetleri, Hakk’ın emrini yerine getirmek ve yalnız rızâsını kazanmak için yaparlar. Başka hiç bir karşılık beklemezler. Ne cennet arzusu ve ne de cehennem korkusu. Yaptıkları bu salih ameller, gözlerine asla çok görünmez. İşte bu, âriflerin ve âşıkların durumudur”[6].
[1]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 95; Bkz. Abdulkadir Geylânî, el-Fethu’r-Rabbânî, sh. 216-217.
[2]. Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 91-92; Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, V, 19.
[3]. Zâhide Topçu, “Mûsâ Efendi İle Bursa Seyahati”, Şebnem Dergisi, Sayı: 9, sh. 7, 2004.
[4]. Fadlullah Nemengânî Efendi ile yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 165, sh. 37, Kasım 1999.
[5]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 83-84.
[6]. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, I, 79-80.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-