Yüce Rabbimiz âyet-i kerimede: “Kime uzun ömür vermişsek, onun yaratılışını tersine çeviririz (güçten düşürür ve âdetâ çocukluk günlerine geri döndürürüz). Hiç düşünmüyorlar mı (yolculuk nereye?)” (Yâsin Sûresi, 68) diye sorar.
Çocukluk, gençlik, kemâl yaşı, ihtiyarlık, âcizlik, zaafiyet ve ebediyet yolculuğu için kabir kapısından giriş… Doğan her insanın -kendisine ömür verilirse- girdiği zaman tünelinde karşılaşacağı istasyonlar işte bunlardır. Önemli olan yolculuğun güzel ve huzurlu geçmesi ve arzu edilen hedefe selâmetle erişilmesidir.
Kur’ân-ı Kerim’de “Hanginizin en güzel bir hayat tarzı (amel ve davranış) ortaya koyacağını imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur” (Mülk Sûresi, 2) buyrulmak suretiyle, ölümün de hayat kadar büyük bir gerçek olduğu bildirilmiş ve “ihsan kıvamı”nda bir kulluk[1] hedef gösterilmiştir. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- işte tam da bu hedefe kilitlenmiş bir Allah adamıydı. Hayat yolculuğunda telaşlanmadı, rastgele yürümedi, bedîî güzelliklere âmâ olmadı, zaman zaman ibtilâlâra maruz kalsa da, kâinat kitabını okuya okuya, zevk, şevk ve huzur içinde hayat yolculuğuna devam etti. Güzel gidenler için ölüm, elbette bir şeb-i arûstur.
Muhterem Üstâzın tüm hayatı, rüşd çağından itibaren “İnnâ lillah” (Biz her şeyimizle Allâh’a aidiz) muhtevasında geçmişti. 80’li yaşlara gelince ise “ve innâ ileyhi râciûn” (ve nihayet yalnız O’na döneceğiz) (Bakara Sûresi, 156) tecellisi kendini göstermeye başlamıştı.
Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurur:
“Andolsun ki sizleri, muhakkak biraz korku, biraz açlık, mallardan ve canlardan eksiltme ile imtihan edeceğiz. (Ey Rasûlüm!) Sen sabredenleri müjdele! Onlar ki başlarına herhangi bir musibet geldiğinde ´Biz her şeyimizle Allâh’a aidiz ve zaten yalnız O’na döneceğiz´, derler” (Bakara Sûresi, 155-156)
Bu dünya dershanesinde, hayat imtihanından hiç kimse istisnâ tutulmamıştır. Hatta hadis-i şerifte ifade edildiğine göre “En şiddetli ibtilâlara peygamberler maruz kalmış, sonra da onlara yakın olanlar derece derece mübtelâ kılınmışlardır.”[2] Bir peygamber vârisi olan Mûsâ Efendinin ibtilâları da ağır olmuştur. Hak dostlarındaki bu ibtilalar, onların hem safiyetlerini ve terakkilerini artırır, hem de “el-ünsü billâh”[3] sırrının kendilerinde dâimî tecellisine kapı aralar.
Muhterem Üstâz -kuddise sirruh-’un son üç yılında ibtilâları iyice artmış ve âdetâ üst üste yağmaya başlamıştı.
4 Mart 1997’de yarım asrı aşkın bir süredir kendisine hayat yoldaşı olmuş muhtereme refikasını son yolculuğuna uğurlamıştı.
Son iki yılında da bir çok hastalık peşpeşe ortaya çıkmaya başladı. O günlerde Üstâzın tüm sağlık hizmetlerini koordineden sorumlu olan Dr. Süreyya Şeneldir Bey, kendisinin sürekli hizmetindeydi. O, hastalığın seyrini şöyle anlatıyor:
“Bir insanın başına gelebilecek ne varsa, Mûsâ Efendide onların büyük çoğunluğu vardı. Medine’de infakta bulunurken, ihtiyaç sahiplerinin izdihama sebebiyet vermesinden dolayı kalça kemiğinde kırılma olmuştu. Uzun müddet yürüyemedi. Bu hareketsizlik, diğer rahatsızlıkların da âdetâ tetikleyicisi oldu. Bir ara fıtık ameliyatı oldu. Sonra yüksek tansiyon ortaya çıktı. Daha sonra da böbrek yetmezliği zuhur etti ve diyaliz uygulamasına ihtiyaç hissedildi.
Hastanede diyaliz uygulamasına ilk başlandığında, hepimizi bir anda şoke eden bir hâdise oldu. Üstâz diyalize girer girmez kalbi durdu. Bir ara, artık son nefesini verdi diye düşündük. Fakat yapılan bir iki müdahele ile kalp yeniden çalıştı. Bu hâdiseden sonra, bir buçuk yıl daha ömür sürdü. Ancak gün geçtikçe diyaliz ihtiyacı daha da arttı. Öyle ki son zamanlarında haftada üç kez diyalize girmek durumunda kalıyordu. Bu sıralarda bir de bağırsak düğümlenmesi oldu.
Bütün bunlara rağmen Mûsâ Efendi, hayata tutunan bir insandı. Hep ümitvardı. Hatta biz ümitsizliğe düşerdik, o bize ümit aşılardı. Son ana kadar bu durum hep böyle devam etti. Kendini hiç bırakmadı, diyebilirim. Hatta bir ara huzurlarına ziyaret için gelen Altınoluk Yayın Kurulu ekibi kendilerine:
«–Efendim sizi daha önceki ziyaretlerimizde biraz daha yorgun görmüştük. Hakikaten bu günkü vaziyetinize, elhamdülillah, çok sevindik. İnşaallah sonraki ziyaretlerimizde sohbetlerimize devam ederiz», diye arzularını beyan edince, buyurmuşlardı ki:
“–İnşaallah, Cenâb-ı Hak’tan biz ümidimizi kesmedik. Yaşatacak O, öldürecek O. Tabiî biraz daha ömür uzun olup da, biraz daha hizmet etmek arzu ediyoruz hepimiz”.
Son iki yılında kendisiyle içli dışlı olmuş bir doktor olarak şunu ifade etmeliyim ki: Mûsâ Efendi hasta hâlinde iken bile konumunun farkında bir insandı. Etrafındakilere karşı hem çok samimiydi, hem de kendilerini çok severdi. Ancak bu yakın alakası, gönlümüzdeki heybetini hiçbir zaman eksiltmezdi. Huzurlarında kendimizi salıp, gevşeyemezdik. Hatta yanına korkarak girerdik, diyebilirim.
Mûsâ Efendi Hazretleri, hasta hâllerinde iken bile tertip, düzen ve nezâketlerinden bir şey kaybetmemişlerdi. Nitekim kardeşleri Abidin Topbaş Bey bir hastane hatırasını şöyle anlatırlar:
“Mûsâ abimin hasta olduğu o en zor dönemde bile kibarlığı üst seviyedeydi. Hatta son diyaliz esnasında çok zorlanmıştı. Kırığı-çıkığı da vardı. Yanındakilere “Beni aşağıya, kendi odama götürün” demiş. Doktorlar ise yukarda kalsın istiyorlar, bu yüzden kimse götürememiş. Tam o sırada beni içeri soktular. Mûsâ abimin yüzünde isteğinin yerine getirilmemesinden dolayı bir farklılık hissettim. Ben içeri girince “Ricâ ederim Hacı Abidin, beni yerime götürün” dedi. “Emredersiniz efendim” dedim. Sitemi bile böyle ricâ içindeydi. Sonra onu hazırlayıp götürdüğümüzde yol boyu gözleri doldu. Yatağına yatırdığımızda “Allah razı olsun kardeşim” dedi. Çok keyiflendi. Yani Mûsâ abimin erişilmezliği çok farklıydı”[4].
Her şeyde olduğu gibi sağlık konusunda da körü körüne bir taklid ve teslimiyetten ziyade, akıl ve basiretle hareket ederdi. Doktorlar hakkında tam bir malumat sahibi olmak isterdi. Ehliyetli olduğuna inanırsa, o zaman kendisini tam teslim eder ve verilen reçetelere harfiyyen uymaya çalışırdı. Aksi halde iltifat etmezdi.
Hastanede kendisine hizmet eden o hemşirelere muamelesi de bir başkaydı. Her gelişlerinde kendilerine bahşiş verirdi. Hem de yüksek miktarlarda. Hatta bir hemşirenin aynı gün içerisinde üç kez bahşiş aldığını bilirim. Ben acaba Üstâzımız sabah verdiğini unutarak tekrar mı veriyor diye düşünecek oldum, sanki bu düşünceme muttali olmuşçasına fakiri çağırarak: “Bu hanım kıza sabah da verdiğimizi hatırlıyorum; ama olsun vermeye devam edelim” buyurdular. Onun bu güzel muamelelerinden hastanedeki herkes etkilenirdi. Bunun sonucunda da özel bir ilgi merkezi olurdu”.
“Hâli kabul ve ona rızâ gerekir” şuuruyla, içinde bulunduğu hâlin edebini zayi etmeden günler günleri takip ediyordu. Mânâ ikliminde yaşadıkları, yüzüne yansıyor gibiydi. Sanki Rabbine ve sevdiklerine kavuşmanın içten içe son hazırlıklarını yapıyordu. Ziyaretçileriyle çoğu zaman ancak göz teması kurabiliyor ve sanki bakışlarıyla onları Allâh’a emanet ediyordu. Vefatlarından bir müddet önce yazdıkları ve sonradan yayınlanan bir yazısındaki şu ifadelerinden öğrendiğimize göre Azrâil -aleyhisselam- ile göz göze gelmişlerdi:
“Geçenlerde Azrail -aleyhisselam- ile göz göze geldik. Güler yüzlü, takriben 40-45 yaşlarında, sakalsız, Mısırlı kisvesinde idi. Kendisine ısındım. Bu, ecelimin yaklaştığına bir uyarma olsa gerek. Azrâil -aleyhisselâm-’ın bakışları çok keskindi, neşeli idi. Sanki manevî bir tebşirat taşıyordu”[5].
Bu bilgiye dayanarak diyebiliriz ki, özellikle bu tebşirattan sonra, üzerindeki maddi ve manevî emânetleri, ehline tevdi etmenin planlarını yaptılar. Hayatı son derece nizam ve intizamlı olan bu büyük Allah dostu, ölüme de hem nizam ve intizam içinde gitmek, hem de arkasında muntazam bir sevenler topluluğu bırakmak istiyordu. Bu arzusunu gerçekleştirmek için de vefatından iki yıl kadar önce, üzerindeki tüm emânetleri, her yönüyle emin ve ehliyetli gördüğü muhterem mahdumları Osman Nuri Topbaş Hocaefendiye büyük bir gönül huzuru içinde tevdi ettiler.
Bu mânevî mesûliyetin yerine getirilmiş olmasında dolayı, gönülleri çok rahatlamıştı. Artık ömrünün son günlerini Medine’de mücâvir olarak geçirmek istiyordu. Niyetleri, çok sevdiği Üstâdı Sâmi Efendi Hazretleri gibi Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyat- Efendimizin civarında, Bâkî Kabristanı’nda ebedî istirahatgâhına geçmekti. Ancak yakınları ve sevenleri, tedâvinin Türkiye’de devam etmesi üzerinde ısrar edince, icâbet etmek durumunda kaldılar.
Hastalık uzadıkça, Muhterem Üstâz da günbegün âdetâ eriyordu. Tamamen duâ ve niyaz hâline bürünmüştü. O günlerde yanından hemen hemen hiç ayrılmayan gelinleri Süreyyâ Hanımefendi anlatıyor:
“Son günlerindeki ağır rahatsızlıklarında, bir eli daima açık dururdu. Uykularında dahi o el kapanmazdı. Yani hep dua hâlinde olurdu. Bazen o açık duran elinin dua hâline dayanamayıp eğilir öperdik. O, bu ağır hastalığına rağmen, imkân ve iktidarı nispetinde sünnet-i seniyyeye muvafık davranmak isterdi. Meselâ hasta yatağından kalkarken, zorlanarak da olsa sağ tarafından kalkmaya gösterdiği özen, hâlâ gözlerimizin önündedir.”[6].
İki yıllık hareketsizliğin neticesinde, ayaklarındaki kan dolaşımında ciddi problemler ortaya çıktı. Vefâtından bir gün evvel de kangren olan ayağı dizüstünden kesilme zaruretini doğurdu. O gün bu operasyonu gerçekleştiren doktor anlatıyor:
“Kendisini çok görmek istemiştim. Bir türlü fırsat olmamıştı. Kısmet, o son anlara imiş… Ayağının ameliyat görevi bana düştü… İki kelimecik işittim o kısa sürede… “ Allah… Allah..”. Zikir ehlinin, genişlik ve zor zamanlarda sığınağı, zâten hep O değil miydi?”[7]
Bu ameliyeden bir gün sonra da, yani mü’minlerin bayramı olan bir Cuma gününde, Üsküdar’ın o coşkulu okunan Cuma ezanları arasında, bir aşk şehîdi olarak son nefesini mahbûbuna teslîm ettiler. Cuma gününe özel bir tazimi vardı. Bazen beyazlara bürünür, huzur ve sükûnet içinde Allâh’ın evleri olan camilere çıkardı. O Cuma da öyle oldu. Yine beyazlara büründü; ancak bu sefer Allâh’ın evine değil, o evin Sâhibi olan Allâh’a doğru yola çıktı. Bir bayram gününde, bayramını Hakk’a vuslatla taçlandırdı. Kendileri Hacı Bayrâm-ı Veli’nin şu ilâhisini çok severlerdi:
Noldu bu gönlüm, noldu bu gönlüm
Derd ü gamınla doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
…
Bayramım imdi, bayramım imdi
Yâr ile bayram ederler şimdi
Hamd ü senâlar hamd ü senâlar
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm
Muhterem Üstâz, bir ömür boyu yana yakıla işte hep O “Yüce Dost”u aramıştı ve artık vuslat günüydü. Muazzez ruhları, münevver cesedini yeryüzüne emânet edip, Refik-i âlâ’ya kanatlandığında, takvimler 16 Temmuz 1999’u gösteriyordu. Rabbimiz kendilerini en güzel ikramlarıyla mükâfatlandırsın ve umduklarına nail eylesin…(Âmin!)
Onun için bayram olan gün, sevenleri için hüzün gününe dönüşmüştü. İlk kurulduğu günden itibaren gelişmesi için büyük emek verdiği ALTINOLUK Dergisi bu hüznü şöyle seslendiriyordu:
“İçimizde teslimiyetten sonra bir burukluk olduğunu nasıl gizleyelim. Hüzün bizim için… Hüzün Allah Rasûlünün -sallallahu aleyhi ve sellem- kalbî sünneti… Hani evlâdının irtihâlinde, gözlerine yaş olarak yansımıştı ya… Bizim de gönül sultanımız göçtü nasıl hüzünlenmeyelim?”[8]
Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi, o günlerde yayınlanan bir yazısında şöyle diyordu:
“Vefatıyla yalnız ben değil, onun himmetinin ulaşabildiği herkes ve her şey yetîm kaldı. Onun aramızdan süzülüp vuslata ayrılışı, gönülleri bir ney hâline döndürdü. Şimdi ise onu biraz daha iyi temâşâ etmenin ayrı bir güzelliği içindeyiz
Her varlığın fânîlikle mahkûm olduğu gibi o da, ilâhî emre ittibâ etmek mecbûriyetinde kalmış ve semâmızdan kaymıştır. O yıldız misâli mübârek insan, benim maddî ve mânevî babamdı. Çoğumuzun hâl ve rûhâniyet babası, aynı zamanda dayanak, barınak ve sığınağı idi.
Gerçekten de o zülcenâhaynin (ilim ve irfân sahibinin) aramızdan ayrılışı, bizler için târifsiz bir kayıp oldu.
Şimdi onun ardından bizler ve sayısız sevenleri yetim kaldığımız gibi, bahçesinde etrafına toplanan kediler, kuşlar ve açan çiçekler de yetim kaldı. Herkes, şefkat ve merhamet dolu bir kanat kaybetti.
Hazret-i Hüdâyî ne güzel söylemiş:
Kim umar senden vefâyı yalan dünyâ değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı alan dünyâ değil misin?
Evet Muhammedü’l-Mustafâ’yı alan dünyâ, onu da aramızdan çekip aldı. O, bu fânî âlemden nâdîde bir yıldız misâli, ukbâ âlemine süzülerek bizlere “elvedâ” dedi. Lâkin kalplerimizde ebediyyen yaşayacak ve bize feyz ve ışık saçmaya devam edecektir. Zîrâ o, vuslatına meclûb olageldiği Rasûlullâh’ın rûhâniyetinin tecelliyat-ı uzmâsıyla kucaklaştı. Cenâb-ı Hakk’a kavuştu.
Bu büyük vuslata mazhar azîz rûhunun fânî âlemde kalan cenâzesi de, sanki eller üzerinde değil, onbinlerce ehl-i gönlün muhabbet tahtları üzerinde ve büyük bir sükûn içinde süzülerek şeb-i arûsa yolcu edildi.
Rahmetullâhi aleyh! Cenâb-ı Hak şefâatine mazhar eyleye!
Yâ Rabb! Bir asra yakın ömrünü senin yolunda tüketen, Kur’ân ve sünnet istikâmetinden bir nefes ayrılmayıp, dîn-i mübîne hizmeti kendisine sertâc edinen muhterem pederimizin, üstâdımızın, reh-nümâmızın gönül iklîminden bizlere de hisseler nasîb eyle! Onun, rızâna medâr kıymetli hizmetlerini devam ettirmeye bizleri muvaffak kıl! Fânî firâkımızı, Firdevs-i Âlâ’nda, Habîbin Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in sohbet halkasında ebedî bir visâl ile neticelendir Allâh’ım!.. Âmîn!”[9]
****
Muhterem kardeşleri Abidin Topbaş Bey de o günkü hissiyatını şu cümlelerle dile getirmişlerdir:
“Doğrusu ben, kendimi birden çocuk gibi hissettim ve babasını kaybetmiş çocuk hissine kapıldım. Altmış yaşımdan, sanki altı yaşıma iniverdim. Abim hayattayken, bizleri âdetâ onun verdiği enerji yaşatıyordu. Onun vefatıyla birden sıradan insan oluverdim. Birden sanki yalnızlaştım, yetim bir çocuk gibi kaldım”[10].
Vefât haberi duyulur duyulmaz, sevenlerinin yüreğine bir kor düşmüştü. Yaşlı gözlerle Anadolu’dan İstanbul’a bir sel gibi akın etmeye başladılar. Memleketin her köşesinden ve yurt dışından taziye mesajları yağıyordu. Her seviyeden insan O’nu takdir ediyor ve son yolculuğunda onu uğurlamak istiyordu. Diğer taraftan onun elinin ulaştığı bir çok hayır müessesinde de hatimler ve dualar yapılıyordu.
Aile yakınları, sevenleri de iştirak edebilsin düşüncesiyle, cenâze namazının bir gün sonra kılınmasına karar verdiler. Güzel bir tevâfukla, yurtdışında bulunan bir çok hizmet ehli seveni de o günlerde İstanbul’da bulunuyordu. Cumartesi günü olunca, sabahın erken saatlerinden itibaren tüm hazırlıklar yapıldı ve mübârek naaşı, öğle namazına yetiştirilmek üzere Sahrây-ı Cedîd Camii’ne getirildi. Âdetâ yer gök insan olmuş, çevredeki yollarda trafik durmuştu. Cenâze namazını, çok sevdiği dostlarından biri olan Kemâlettin Altıntaş Hocaefendi kıldırdılar. Namazdan sonra ise sevenlerinin elleri üzerinde âdetâ bir kuş gibi süzülerek, aile kabristanı olan “Sahrâ-yı Cedid Mezarlığı”na doğru uçup gittiler. Sevenlerinden oluşan o muhteşem tablo, güzel kulluğuna şehâdet eden en güzel bir “hüsn-i hal vesikası”ydı. Kısacık bir mesafe, kalabalık sebebiyle uzun bir zamanda katedilebildi. Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendi, o günkü manzarayı şöyle resmeder:
“Cenâzesindeki mahşerî kalabalık, onun ölümüyle bile gönülleri rikkat, ruhâniyet, diğergâmlık ve vahdet itibarıyla üstüste çakışmış gölgeler gibi tevhîdin müşahhas bir misâli oldu. Cenâzesini teşyî edenler, o anda dünyâ kîl ü kâlinden sıyrılmış, ürpertili hissiyat ve tefekkürle Allâh’a gerçek bir kul vasfında yönelebilmenin feyz ve ruhâniyet iklimine ulaşmıştı. Eğik başlar, dökülen sıcak gözyaşları, kulluktan murad olan gerçek hâlin, zâhirdeki pek âşikâr bir tezâhürü idi. Adım atmakta güçlük çeken o dâsitânî kalabalığın üstünde ise, gören gözler için bir rahmet bulutu hâlinde sayısız melek, kabre doğru süzülerek onu teşyî etmekte idi”[11].
Ve nihâyet, kendisine emanet edilen 83 yıllık ömür defterini, Hakk’ın rızâsına mazhar olacak güzelliklerle doldurduktan sonra, yüz akıyla Rabbin huzuruna girmek için kabir kapısına geldiler. Hayatı boyunca tevâzu ve mahfiyeti şiâr edinmiş bu Hak dostu, ölümünde de mutevâzı bir kabre girerek âdetâ hiçliğe büründüler. Hüzün, gözyaşı, rahmet ve huzurun birlikte harmanlandığı bu manevî atmosfer içerisinde, dualar ve niyazlarla ebedî istirahatgâhında aile dostlarının arasına katılmış oldular. Kimbilir belki de Medine’de bulunan Bilâl-ı Habeşî Camii müezzini Mir Ali Süleyman Efendinin şu sözü gerçek olmuştur:
“İmâm-ı Mâlik -rahmetullahi aleyh-’in Cennetülbaki ile alakalı müjdesine istinad ederek diyorum ki: O her ne kadar TÜRKİYE’de vefat etti ise de onun cismi TÜRKİYE’de; pak ruhu CENNETÜL BAKİ’dedir”[12].
***
Üstazın vefatına Prof. Dr. Mustafa Kara Bey şöyle bir tarih düştüler:
Gönül bu, iki hece
Esrârı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh “ŞÂM-I HATM-İ HÂCE”
1999 Milâdî
Hayatın mânâsını bilir sâhib-i iz’ân
Kalplerin esrârını çözer sahib-i ihsân
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lafız, işte “HUZUR VE İRFAN”
1420 Hicrî[13]
Ardından nice şâirler nice şiirler söylediler. Vefatından sonra bir ara İstanbul’a gelen Azerbeycan Millî Şâiri Mehmed Aslan, hüzün yüklü duygularını şöyle ifade ediyordu:
Hayali nur dolu bir çimen olan,
Gönlü Hak sırrına tercüman olan,
Misk ile yoğrulmuş pür-iman olan
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.
Bütün varlığıyla Kur’an meâli,
Bu ahlak içinde ehl ü iyâli,
Çiçekten iffetli, gülden hayalı
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.
Mübarek kuluydu Rabbin cihanda;
Yarı Medine’de, yarı bu yanda!
Abdestli kalemi Hakk’ı beyanda
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.
Arzular Sultanı, bir gönül eri!
Sevgisi sarmıştı bahr ile beri!
Unutmuş dünyayı, çarkı çemberi,
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de.
Köşkünün üstünde beyaz martılar
Nurlu çehresinden hep şımardılar,
Kedisi, köpeği hür yaşardılar…
Bir Sultan yaşardı Sultantepe’de..
Geldim huzuruna bir daha bugün,
Günler nazarımda ejderha bugün,
Azaldı ümidim hem çarka bugün;
Sultanım görünmez Sultantepe’de.
Cîfe-i dünyadan uzaklığıyla,
Duygu temizliği, söz aklığıyla,
Kavuşmuş Rabbine yüz aklığıyla!
Ruhu dolaşmada Sultantepe’de.
Bu bağ cümbüşlüydü O’nun aşkında,
Güller renk yitirmiş Şeyhin köşkünde,
Dünya değişirmiş nasıl beş günde,
Bir hüzün yaşıyor Sultantepe’de[14].
24.06.2000
Üsküdar (İstanbul)
Ülkemizin genç şairlerinden Muhammed Ali Eşmeli Bey de, Üstaz Hazretlerinin ebedî vuslatını, mahzun ve mükedder gönüllerin bir tercümanı olarak şöyle tasvir ediyordu:
En büyük vuslat olurken son nefes emr-i Hüdâ,
Yaktı hicrânın efendim, ağlıyor arz u semâ!..
Soldu güller goncalar, lâl oldu bülbüller bugün,
Âh efendim, bâğ-ı mâtemdir bu mahzûn elvedâ!
Kalbi dağlarken firak, yalnız tesellî eyleyen,
“Rabbe dön!” emriyle ey yar, tattığın zevk u safâ!..
“Küllü nefsin” hikmetinden mevti âşık kalbine,
Sırr-ı vuslat bir düğün kılmış Cenâb-ı Kibriyâ!..
Sen ki gül kalbinde yârin pervâne oldun bir ömür,
Seyredip aylar, güneşler, aldı nûrundan ziyâ!..
Öyle hizmet eyledin dînin gülistânında sen,
Havz-ı kevser bekliyor olmak için Hak’dan atâ…
Ey cihâd-ı ekberin gâzîsi, ey mâzîsi pâk,
Ey şehîd-i aşk efendim, her dem oldun reh-nümâ…
Ömrünün rahmet sarâyından bıraktın bizlere,
Cân evinden yâdigârın nûr-i çeşm-i evliyâ!..
Vardığın mecliste hoş geldin buyurmuş Hak Habîb,
Tut bu ellerden, kucaklarken Muhammed Mustafâ…
Ayrılıklar burda mecbûr, ey süreyyâ yıldızı,
Yevm-i mahşer kalmasın ihvanların senden cüdâ!..
Hicretin olsun mübârek, bayramın olsun saîd,
Öpmek ister ellerinden pür edep Seyrî gedâ…
En büyük vuslat olurken son nefes emr-i Hüdâ,
Yaktı hicrânın efendim, ağlıyor arz u semâ!..
16.07.1999
SEYRÎ (Muhammed Ali EŞMELİ)
***
Muhterem Üstâzı hayatında görüp sohbetinde bulunanlar nasıl hüzne garkolmuşlar ise ismini duyup da göremeyen nice muhabbet fedâileri de aynı şekilde gözyaşlarına hâkim olamamışlardı. Kimi nesirle, kimi de şiirle gönül feryâdını dindirmeye çalışmıştı. Bu yüreği yanıklardan biri de Azerbeycan’lı genç gönüldaşımız Nurlan Mehmedzâde’ydi. “Biz Onu Görmedik Ama…” başlığıyla gönderdiği mektubunda diyordu ki:
“Mevlânâ denince akla hep Konya gelirmiş. Fakat bizde Mevlânâ, Konya ile beraber merhum Mûsâ Efendi`yi ve muhterem hocamız Osman Efendi Üstazımızı canlandırır hatıralarımızda. Zira biz onlarla tanıdık Mevlana`yı da, Türkiye`yi de…
Sıcak Temmuz`un bir Cuma günü ikindi vakitleriydi. Hosrov İslâm Medresesi`nde tatil döneminde üniversiteye hazırlık için birkaç arkadaşla kalmışdık. Namazdan çıkar çıkmaz üzücü bir haber karşıladı bizi. Keşke duymasaydık. Muhterem Üstaz Mûsâ Efendi, birkaç saat önce Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. O sıcak yaz günü, damarlarımızdaki kanı donduracak kadar buz kesildi sanki. “Yaz günü Şubat yaşamak!” derler ya, işte öyle.
Olamazdı… Biz ona doyamadan gidemezdi. Hasta olduğunu ve ameliyat olacağını biliyorduk ama, böyle beklemiyorduk sonunu. İlahi kader işte… Bizlere düşen yapamasak da sabır ve teslimiyetti.
Henüz on sekizini tamamlamamış bir gençtim. Hep büyük hayeller kurardım kendi dünyamda. Bize İslâm`ın hizmet ve rahmet şuurunu kazandıran o yüce insanı, gün gelecek ziyaret edecektim. Görenlerden hayranlıkla onu dinler, gıptayla dolu düşlerimizde, acaba bir gün olur da biz de kendisiyle buluşabilir miyiz, diye sorular sorardık. Ümmetin günahkâr yüzkarası olan bizler için sabahları Rabbine açtığı o mübarek ellerinden bir defa olsun öpebilecek miydik acaba?
O bize yetmeden gitti. Sahibü`l-Vefa`ya bir borcumuz kaldı.
Biz onu göremedik ama, aramızda hissettik. O da bizi görmemişti. Ama kalbinin hep bizimle attığını biliyorduk. Hâlık için mahlukâta sevgi dolu kalbinin küçücük bir köşesinde, bizim de bir yerimiz vardı herhalde.
Biz onu görmedik ama, nerede bir sahipsiz kedi görsek hep onu hatırladık.
Biz onu görmedik ama, her gelişinde ondan esintiler getirenleri gördük.
Sayfaları o kokan dergilerde buluştuk hep.
Biz onu görmedik ama, ne zaman deniz kıyısına uğrasak beyaz martılar gördük hasretini bize taşıyan.
Biz onu göremedik. Sahibü`l-Vefa`ya bir vefa borcumuz kaldı.
[1]. “İhsan”, hadis-i şerifte: “Allâh’ı görüyormuşçasına ya da O’nun tarafından sürekli görüldüğü şuuru altında O’na kulluk yapmaktır” şeklinde tarif edilmiştir.
[2]. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 369.
[3]. “el-ünsü billah”: Allah ile dostluk mertebesi.
[4]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 22, Temmuz 2001.
[5]. “Kendi Kalemlerinden Kısa Terceme-i Hal”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 12, Ağustos-1999.
[6]. Bkz. Altınoluk Dergisi YUVAMIZ Eki, sayı: 173, sh. 4, Temmuz 2000.
[7]. Bkz. Ahmet Taşgetiren, “Kâmil ve Mükemmil”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 3, Ağustos 1999.
[8]. Altınoluk Dergisi, sayı: 162, Giriş Yazısı, Ağustos 1999.
[9]. Bkz. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 8-11, Ağustos 1999.
[10]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 24, Temmuz 2001.
[11]. Bkz. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 8, Ağustos 1999.
[12]. Mir Ali Süleyman “Medine’den Bir Ses”, Altınoluk Dergisi, sayı: 163, sh. 39, Eylül 1999.
[13]. Mustafa Kara, “Muhterem Mûsâ Topbaş Efendinin Vefatına Tarih”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 12, Ağustos 1999.
[14]. Mehmed Aslan, Bir Sultan Yaşardı Sultantepe’de, sh. 77-78.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-