İhlâs, diğer bir ifadeyle samimiyet, kulluğun da dinin de temelini oluşturur. Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- hemen her konuda samimiyet ve ihlas arardı. Amel ve davranışlarda, manevî evrâd u ezkârda ve içtimâî hizmetlerde, ihlâs ve samimiyet, onun şiârı olmuştu. Nitekim muhterem mürşidleri Sâmi Efendi Hazretleri de, ondaki bu samimiyeti yakinen müşahede ettiklerinden, kendilerine takdim ettikleri “icâzetnâme”de onun bu yönüne işârette bulunmuş ve “Hizmet, gayret ve samimiyetinden dolayı siz evlâd-ı mânevîmiz Mûsâ Efendiyi tebrik eder…” ifadelerini kullanmışlardır.
Mûsâ Efendi -kuddise sirruh- maddî ve mânevî hiçbir nîmeti ve güzelliği kendisine izâfe etmezdi. Her türlü nimeti ve güzelliği Hak’tan bilir ve dâimâ şükür hâlinde olurdu. En hoşlanmadığı husus, benliğin öne çıkmasıydı. Şöhreti âfet bilir, mahfiyeti tercih ederdi. Buyururlardı ki:
“İhlâsı yaralayan şeyler, dünyevî menfaatler, dünyevî şöhretler ve buna mümasil şeylerdir. Bazı insan vardır, parayı çok sever, ona münhemiktir (o işin üzerine çok düşer). Bazı insan vardır, şöhreti sever. Aman şunum olsun veya herkes beni alkışlasın der. Herkesin takıldığı bir nokta var. İşte ihlâsı bunlar zedeliyor. Bunların hepsi kalpten silinirse, ancak o zaman insan ihlâs sahibi olur. Zararlı şeylerden kaçınmalı, ihlâsa sımsıkı sarılmalı.
Herkesin dikkat edeceği en iyi düstur, Cenâb-ı Hak’tan ihlâs talep etmek. Bir mecliste ihlâs var mı, orada herşey var. İhlâs yok mu, istediği kadar kitaplar okunsun, tefsirler vesaire vesaire… yine noksanlıktır. Fakir dualarımda daima “Ya Rabbi ihlâsımı arttır” diye dua ediyorum. İhlâs en güzel şey. İhlâsı olana Cenâb-ı Hak bol bol ihsan eder”[1].
İhlâsın ancak istikâmet ehline bahşedilen ilâhî bir ikram olduğuna inanırdı. “İhlasın başı istikâmettir” buyururdu. Kendi hayatları, her yönüyle Allah ve Rasûlünün gösterdiği istikâmet üzere idi. Kardeşleri Abidin Bey anlatıyor:
“Mûsâ abimin hayatı, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”[2] prensiplerine, şablonuna uygundu. Zaten üstazımız tasavvufu anlatırken şu kavramlarla anlatırdı: İstikâmet, sevgi ve şefkat. Hatta hatırlıyorum, makalelerinden birinde bu yolu anlatırken koyduğu başlık da: “İstikâmet Sevgi ve Şefkat Yolu” şeklindeydi[3].
Üstâzın hayatında kullandığı kelimeler sayılsa, her halde ihlas ve istikâmet en baş sıralarda yerini alırdı. İstikâmet hakkında buyururlardı ki:
“İhlâsa götüren şey de tabiî istikâmet. İstikâmet ehli çabuk terakki ediyor. Kalbinde kötülük namına birşey yok. Tabiî bundan ayrı yolda olanlar, aynı şeyi bulamıyorlar. Kılıkla kıyafetle olmuyor bu iş, ille kalbin temizliği, kalbin huzuru ile oluyor. Bazen şöhretli insanlar vardır, Üstazımız Sâmi Efendi onlara çok ehemmiyet vermezdi. Hâlbuki memlekette meşhur. Gelip eşikte otursun. Şöhreti kendine ait onun. Katiyyen fazla ilgilenmezdi. Tabiî sevdiklerini de yanından bırakmazdı. Yaklaştırırdı mümkün olduğu kadar”[4].
Maddî olsun, manevî olsun, karşılık beklenilerek yapılan ibâdetlerin, ihlas ve istikâmeti bozacağına işâret ederler ve özellikle manevî yolda kerâmet düşkünü olmanın noksanlık alâmeti olduğunu şöyle beyan ederlerdi:
“Maalesef günümüzde herkes böyle kerâmet meraklısı insanların peşinde koşuyor. Şu kerâmeti var, bu kerâmeti var, şöyle dedi, böyle dedi diye. Hâlbuki onların hiçbir kıymeti yok. Bâtıl yollarda olanlarda da kerâmet oluyor. Ama hâlis kerâmet değil, istidrâç. Büyükler kerâmet göstermekten tir tir titrerler. Fakat zamanı gelir, kerâmet göstermeye mecbur olurlar. Muhatabları kâmil insanı anlamaz, bu sefer o şekilde zuhur ederler.
Ashab-ı Kirâmın ihlâsı kuvvetli olduğu için, onlar böyle şeyler hiç yapmazlardı, göstermezlerdi. Sade bir insan gibi, yer, içer, oturur, kalkar, konuşulması icap ederse konuşurdu. Onlar böyle insanlardı. Sonra zaman geldi dinde zâfiyet peyda oldu, çok kimselerin muhakkak bir şeyler görmesi icap etti. Büyükler kerâmetlerini ancak o zaman göstermeye başladılar. O da icap ettiği zaman.
Çok büyükler vardır, hiç kerâmet zuhur etmez. Her hâli kerâmettir ama onu ehli anlar. Bazı insan vardır, onun çok dûnundadır; ama devamlı kerâmet saçar. Hangisi daha üstündür? Evvelki onun fevkindedir tabiî”[5].
Muhterem mahdumları Osman Nuri Hocaefendinin şu tespitleri, onun ihlas, tevâzu ve şahsiyetini ne güzel yansıtır:
“O, âdetâ bir tevâzû âbidesiydi. Hayatı boyunca gösterişten korkmuş, ürkmüş ve çok sakınmıştır. Çünkü tasavvufun bir gâyesi de, ilâhî azamet, saltanat ve tanzim karşısında kulun kendi zayıflık ve “hîç”liğini ve Rabbin yüce kudretini idrâk etmesidir. Muhterem pederimiz Mûsâ Efendinin de, tevâzû, hiçlik ve kendinde bir varlık hissetmeme yolunda, vârislerine yapmış olduğu vasiyetnâmesini açtığımızda ilk paragraflarda onun bu yüksek hâl ve fazîletini ifâde eden şu satırlarla karşılaştık:
“Her dünyâya gelen, vakti saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî âleme intikal edecektir. Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür!..
Fakir de, bu hususu nasîbim derecesinde bilebildiğim halde, lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum halde kendime çeki düzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu ve şerefli hayatlarını okudum, lâkin nefsimde tatbik edemedim. Hatâlarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretlerinin huzûruna ancak mağfiretini umarak gidiyorum. Çünkü O, Rahmân’dır, Gaffâr’dır”[6].
Sözündeki sadakati, muamelesindeki titizliği, kulluğundaki samimiyeti, ilişkilerindeki edep ve nezâketi, Allâh’ın tüm mahlûkâtına karşı şefkat ve hizmeti, ondaki ihlas ve istikâmetin dışa yansıyan tezahürleriydi. Şimdi şu infak hareketindeki mahfiyeti, ihlastan başka ne ile izah edebilirsiniz ki? Yine muhterem mahdumları anlatıyor:
“Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkesin kendi adına belli bir yardımda bulunduğu mecliste, O, büyük bir meblağ uzatmış ve:
“Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti.
Ehl-i basîret müstesnâ, orada bulunanlara bu ifâde, verilen paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği bir yardım olduğu intibaını uyandırdı. Ancak onun emânet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh’tı…”[7]
“İstikâmet farz-ı dâimîdir” buyurarak titiz bir hayat süren Mûsâ Efendinin hayat portresinde en belirgin çizgi, işte bu ihlas ve istikâmetidir. Bu sebeple onun en büyük kerâmet de budur.
[1]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 181, 184.
[2]. Hûd Sûresi, 112.
[3]. Abidin Topbaş Bey’le yapılan bir röportaj, Altınoluk Dergisi, sayı: 185, sh. 22, Temmuz 2001.
[4]. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 185.
[5]. Bkz. Allah Dostunun Dünyasından Hacı Mûsâ Topbaş Efendi İle Sohbetler (Hazırlayan: Erkam Yayınları) sh. 182-183.
[6]. Osman Nuri Topbaş, “Gönüller Sultanı, Üstazımız, Babamız Mûsâ Efendi”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 9-10, Ağustos 1999.
[7]. Osman Nuri Topbaş, “O Ne Güzel Kuldu!”, Altınoluk Dergisi, sayı: 173, sh. 28-29, Temmuz 2000.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-