Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, orta boylu, mütenâsip vucutlu, nûrânî yüzlü, hafif gül rengi karışımı beyaz tenliydi. Gözleri elâ, kaşları gür ve arası açıktı. Yanakları hafifçe dolgun gibiydi. Saç ve sakallarındaki nûrânî beyazlık, yüzünün nûruyla birleşince, dolunay hâlindeki bir ay gibi parlardı. Bu güzelliğe bir de tatlı tebessümü eklenince, tarifi imkânsız bir letâfet ortaya çıkardı. Kendisini ilk kez görenler, bu güzelliğe ilk bakışta hayran olur, kim olduğunu merak edip ısrarla öğrenmek isterlerdi.
“Kâmil ve Mükemmil” başlıklı makalesinde, onun sûret ve siret güzelliğini anlatmaya çalışan Ahmet Taşgetiren Bey duygularını şöyle dile getirir:
“Engin bir kalbin, durulmuş bir ruh dünyasının yansıması vardır o nurani sîmâda… Sanki gölgesiz bir sîma… Hiçbir gizlisi-saklısı olmayan, saydam bir deniz… İçine atıldığınızda doyasıya kulaç atabileceğiniz bir dünyanın kapısı sanki…
Bu yüz, Rabbi ile ilişkilerini sulha erdirmiş bir ruha yaslanır… Kullukta karar kılmış, nefsin öncülük edebileceği tüm iddialarından soyunmuş, “Radıyallahü anhüm ve radû anh”[1] sırrına ermiş bir gönül iklimine… Kaderle ilişkilerini hâlletmiş bir gönül… Âhireti hayatına taşımış bir gönül… Peygamberi aşk, Kur’an’ı mihver edinmiş bir gönül…
Rabbim, insanî letâfetleri, kalbi, Zatıyla hemhal olanlara lutfediyor… Sanki Hüsn’ünden (cemâlinin güzelliğinden) yansımalar olmuş gibi… Gelip geçici güzellikleri değil, ölmez ışıltıları nakşediyor sevdiklerinin yüzüne… Bakınca yüzdeki pırıltıları değil, onların derunundaki ışık deryasını görüyorsunuz.
Ben düşünüyorum ki, böyle Allah dostları, elmas parçaları gibidir. Her insan bir rengine gönül verir. Mûsâ Topbaş -kuddise sirruh- da, böyle pek çok gönülde aşklar tutuşturan bir Allah dostuydu”[2].
Duruşunda vakar ve heybet sezilirdi. Temkin ehliydi. Görenlerin gönüllerine, hem sevgisi, hem de heybeti birlikte yerleşirdi. Cemâlinde celâl, celâlinde cemâl saklıydı. Yüzünü görenler hemen Allâh’ı hatırlar, kulluğun şerefini ve güzelliğini hissederlerdi.
Baktığı her şeye muhabbetle nazar eder, gönüllerinden taşan sevgi, gözlerinden akardı. Sözlerinde ayrı bir lezzet vardı. Sesleri ipek gibi latîf ve sözleri, kelime kelime hikmetti. Az ve öz konuşurlar, sözü dağıtmadan ve dolaştırmadan, ne söylenmesi gerekirse onu söylerlerdi. Sözleri, dinleyenlerin gönül toprağına damla damla gül şebnemleri gibi düşer, susuz gönüller, bu feyz damlalarını bir âb-ı hayat gibi içerdi.
Her hâlinde edep, nezâket ve zarâfet sezilirdi. Efendilik ona sanki doğuştan verilmişti. Duruşunda asâlet vardı, oturuşunda asâlet vardı, yürüyüşünde asâlet vardı.
Çok temiz, çok güzel ve mütenâsip giyinirdi. Dağınıklıktan hoşlanmaz, hemen zarif bakışları değişirdi. Sade giyinirdi. Başındaki bereden ayağındaki ayakkabıya, boyun bağından üzerindeki palto ya da pardesüye kadar, her şeyinde bir incelik, tenâsüp ve güzellik vardı. Hele bir de Haremeynde bulunduğu zamanlarda beyazlara bürünmüş hâli vardı ki, tarifi imkânsız eşsiz bir manzaraydı.
Namazındaki tazim, huşu ve sekineti, hediyelerindeki nezâket ve letâfeti, yemek yeyişlerindeki tertip düzen ve huzur hâli, bir bardağı tutuşlarındaki zarafeti, bir çocuğun başına sevgiyle dokunuşları, hafızalarda kalan ne güzel fotoğraflardı.
Hitaplarındaki beyefendiliği, ilgilerindeki samimiyeti, şefkat ve merhamet dolu yüreği, sukûtlarındaki derinliği ve denizler gibi coşan engin sehâveti, tarif edilemez güzellikteydi. Hafızası güçlüydü. Bir kez tanıştığı kimseyi kolay kolay unutmazdı.
Vefâkârlığı ise dillere destan olmuştu. Allâh’a, Rasûlüne, Üstâzına, ecdâdına ve sevenlerine karşı hep vefâlıydı. Onun için sevenlerinin dilinde, daima “Sâhibu’l-vefâ” diye anılırdı.
Allâh’ın yarattığı her şeyi severdi. Hele Hak dostlarını, ashâb-ı kirâmı, Peygamberleri ve Yüceler Yücesi Rabbini sekr ve vecd hâlinde severdi. Hiç şüphesiz Hak Teâlâ’nın “el-Vedûd”[3] isminden doyasıya nasip almıştı.
Vakit disiplinine azami riayet ederdi. Bir ömür boyu saatli yaşamayı şiar edinmişti. Nizam ve intizam ehliydi. Güzelliğe, sanata ve estetiğe değer verir, ehlini de sevip kollardı. Her şeyde zevk-i selim sahibiydi.
İtidale ehemmiyet verir, dirâyet ve hüsn-i ahlâkı her şeyin önünde tutardı. En büyük kerâmeti, istikâmetiydi. Kendi nefsi için kifâyet miktarıyla yetinirken, başkalarına karşı cömertliği, coşkun ırmaklar gibiydi.
Hizmet ehlini sever ve takdir ederdi; ancak muhabbet ehlini daha çok severdi. Hizmette edebi, hizmetin önünde görürdü. Hal ve ülfet ehliydi. Fakiriyle-zenginiyle, âlimiyle-câhiliyle, köylüsüyle-kentlisiyle, çocuğuyla-yaşlısıyla samimi bir ilgi kurardı. Geçim ehli olmayı tavsiye eder, geçimsizliği, gönül darlığına işâret sayardı.
Gülü severdi, kendisi de hep gül kokardı. Hüznü derindi. “Ömrüm boyunca hep ağladım”[4], derdi. En büyük derdi kulluktu. “Gönlümün istediği gibi yeşeremedim”[5] diye aczini itiraf ederdi.
Şükür ve tevâzu ehliydi. Rızâ ve teslimiyeti, gönül huzurunun teminatı görür, kader sırrına dikkat çekerdi.
Kendini her şeyden mes’ul hissederdi. Mâzeret üretmez, mazeret üreteni de sevmezdi. İmkânı varsa, yapılması lazım geleni hemen ifâ ederdi.
“Gönlümüzü Allâh’a vereceğiz, hem işimizi yapacağız, hem de severek kulluğumuza devam edeceğiz” buyurarak, atâlet ve uyuşukluğa fırsat vermezdi. Yarım adamı da, yarım işi de sevmezdi.
Bu güzel hâlleriyle herkesi kendisine hayran bırakırdı. Nitekim onun güzelliğine hayran olan Azerbeycan Milli Şairi Mehmed Aslan “Bir Sultan Yaşardı Sultantepede” isimli eserinde Üstâzın güzelliğini şöyle ifade eder:
“Tekrar ifâde edeyim ki, hayretimi çeken beyazlık içinde onun kıvrımlı kızıl gül yaprağını andıran çehresi müstesnâlık arz ediyordu. Ben, belki hissettiniz, kitabın başından beri nûr deryası olan simâyı gereğince tasvir etmeye gayret gösteriyorum; fakat buna ne benim, ne de kelimelerin gücü kifâyet ediyor. Anadolu Türkçesinde herhangi bir güzelliği anlatmada acze düşünce, can kurtarıcı bir kalıptan istifâde ederler: “Güzel mi güzel!” Ben de o acziyete düşmüş bir kalem sahibi olarak diyorum ki: “Allâh’ın severek yarattığı bu Şeyh Hazretleri güzel mi güzel!…”[6]
Hulâsâ o, hem sûretiyle, hem de siretiyle, güzeller güzeli, ne güzel bir kuldu! Rabbimiz şefâatine nail eylesin. (Âmin)
[1]. “Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan” anlamında Kur’ânî bir ifâdedir (bkz. Tevbe Sûresi, 100).
[2]. Ahmet Taşgetiren, “Kâmil ve Mükemmil”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 3, Ağustos 1999.
[3]. Esmâü’l-Hüsnâ’dan “el-Vedûd” ism-i şerifi, “Allah Teâlâ’nın hem çok seven hem de hem de çok sevilen vasfı”nı ifade eder.
[4]. Abdullah Sert, “Sâhibü’l-Vefâ”, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, sh. 16, Ağustos 1999.
[5]. Mûsâ Efendi–kuddise sirruh-’un Vasiyyetinden, Altınoluk Dergisi, sayı: 162, Ön kapak arkası, Ağustos 1999.
[6]. Mehmed Aslan, Bir Sultan Yaşardı Sultantepe’de, sh. 50.
Kaynak: Dr. Adem Ergül, Erkam Yayınları, Hâce Mûsâ Topbaş -Kuddise Sirruhu-